25 Ocak tarihli yazısında, Milliyet yazarı Mehveş Evin, Akbank ve Garanti Bankası'nın Hasankeyf'in yok edilmesine yönelik katkılarından ötürü, iki maddelik bir manifesto yayınladı:
"1. Akbank ve Garanti'nin kültür-sanat-spor etkinliklerine katılmayacağım.
2. Ne açtıkları serginin ne de sponsoru oldukları takım, konser ya da 'yeşil' etkinliğin tanıtımını yapacağım."
Evin için küçük bir adım, çünkü gazetenin "hafif' eki Cadde'de olsa dahi Hasankeyf konusunu aylardır işleyen bir yazar kendisi. Ancak anaakım medya için bu adım büyük mü büyük. Bankaların, büyük kuruluşların, reklam pastasının kremasını oluşturanların açık açık, isim verilerek eleştirilmesi, hatta kendilerine karşı boykot ilanında bulunulması, alışkın olduğumuz manzaralar değil. Daha Temmuz ayında Express'te yayınlanan söyleşisinde şunları söylüyordu Doğa Derneği Başkanı Güven Eken:
"Şu anda tüm medya üç maymunu oynuyor. Geçtiğimiz günlerde Garanti Bankası'nın Genel Müdürlük binası önünde basın açıklaması yapmaya çalıştık. Güvenlik elemanları zor kullanarak elimizdeki dövizleri almaya çalıştı. Tüm ajanslar, medya oradaydı. Ertesi gün en ufak bir haber dahi yayınlanmadı. Sorduğumuzda kişisel ilişkilerimiz sayesinde işin boyutlarını öğreniyoruz. Bu aslında o haberi yapan arkadaşları aşan bir boyut. Bildiğiniz gibi, Garanti Bankası ve Akbank Türkiye'nin en büyük reklam verenleri; medya kurumları bunlardan ciddi bir gelir elde ediyor. Durum böyle olunca, haberleri yapan arkadaşlar gayet iyi niyetli ve istekli olmalarına rağmen, haberlerin yapılması engelleniyor. Hatta bazı haberlerin son anda farkedilip sayfalardan çıkarıldığını bile duyduk."
Söz konusu eylem, geçtiğimiz yılın başında, ocak ayının sonunda yapılmıştı. Eylemi milât alıp son bir yıla bakalım: Neler değişti de haberi sayfasına sokmaktan imtina eden gazeteler, köşe yazarlarına müdahale etmekten çekinir hale geldi. *
Sürdürülebilir sirkat
Birkaç ay boyunca anaakım medyada yoğun sansür devam etti. Nisan'a kadar ambargoyu delmek kolay olmadı. 2 Nisan'da, Boğaziçi Üniversitesi'nin 11 öğretim üyesinin Ilısu Barajı inşaatının durdurulması için yaptığı bir çağrıda zikrettiği banka isimleri, anaakım medyanın haberlerine sızdı. 15 Nisan'da ise, mızrak ile çuvalı yan yana koymayı akıl eden Akbank Yönetim Kurulu Başkanı Suzan Sabancı Dinçer, kaleme aldıkları "sürdürülebilirlik" raporunu basına anlatırken, Ilısu konusunda sessizliğini bozdu:
"Bankalar kredi verirken, projenin içeriğinin ekonomi dışında ne gibi sonuçlar doğuracağım bilemezler, ihtisas konulan da değildir. Bundan sonra biz, kredi verirken, krediyi kullanacak yatırımın çevre için uygun olup olmadığını da göz önünde tutacağız. Sadece ekonomik değil, çevreyi de göz önünde tutarak, çevreye zararı varsa kredi vermeyeceğiz. Ilısu benzeri örnekleri artık bizde göremezsiniz. (...) Ilısu, devletin projesi; sonuçta, başlamış bir proje. Muhatabımız, Hazine. Bize, çevre ile ilgili kısımları halledeceklerini söylüyorlar." (Radikal, Funda Özkan, 16 Nisan 2010)
Konumuz Sabancı ailesinin en entelektüel, en toplumsal isminin şecaat arzederken söylediği sirkat değil -öyle olsaydı, şu ilk cümledeki açık pişkinlik hakkında söylenecek çok şey vardı. Ancak konumuz, bu hesabı vermeye iten nedenler.
Funda Özkan, bir hafta sonraki yazısında Doğa Derneği'ne yanıt hakkı vererek anaakım medyadan çok şey beklemeyen bizleri ters köşeye yatırmıştı. Eken'in yanıtının sonuna şöyle bir paragraf ekleyerek rengini belli etmişti Özkan:
"Ilısu Barajı'nın kültür ve doğayla ilgili uluslararası standartları sağlamadığı, uluslararası bağımsız bir bilimsel komisyon tarafından 2009 yılında belgelenmişti. Komisyon, Ilısu Barajı ile ilgili 150'yi aşkın kriterin hemen hiçbirinin yerine getirilemeyeceğini ortaya koymuştu. Bu rapor üzerine, Avrupa ülkeleri, Almanya, İsviçre ve Avusturya, Temmuz 2009'da Ilısu projesinden geri dönüşsüz olarak çekildi ve kredi desteğini iptal etti. Karar sırası Akbank'ta ve tabii ki Garanti Bankasında..."
Sorumuzu yineleyelim: Total sansür ortamından Sabancı Dinçer'i kısmen günah çıkarmaya iten, Özkan'ın da kroşesini savurmaktan çekinmediği ortama nasıl gelinmişti?
Alternatif medya yaratmak
Türkiye, Facebook kullanıcı sayısında dünyada dördüncü. Memlekette 31 Ocak 2011 itibariyle 25.4 milyon Facebook üyesi var! (www.checkfacebook.com) Bu sayıyı ilk ondaki ülkeler arasında ülke nüfusuna oranladığınızda, sıralama şöyle değişiyor: ABD ve Kanada (yüzde 47), İngiltere (yüzde 45), Türkiye (yüzde 34), Fransa (yüzde 30) ve İtalya (yüzde ; 29.7). Bir diğer deyişle, güzide ülkemiz Facebook kullanıcılık oranında dünya sıralamasında ilk ondaki iki gelişmiş ülkeyi solluyor.
Bu oranın önemli bir bölümünün "içeriksiz kullanıcı" olduğunu tahmin etmek için müneccim olmaya gerek yok, ancak "kalan sağlar" da az değil. Örneğin Doğa Derneği'ni "beğenen" kullanıcı sayısı, aynı gün itibariyle 23.356 idi. Bu, Facebook'a eklediğiniz her haberin, yüklediğiniz her dosyanın, yaptığınız her güncellemenin bu sayıda insanın hesabına bilgi olarak gönderilmesi demek. Doğa Derneği, bir moda markası ya da bir tüketim nesnesi olmadığına göre, sayfasına üye olanların önemli bir bölümünün bu güncellemelere göz gezdirdiğini varsayarsak, anaakım medyadaki sansürün alternatifi karşımıza çıkar. Yeter ki birileri bu mecrayı doğru düzgün kullanmasını bilsin.
Micah White, 2010 Ağustos'unda The Guardian'a yazdığı yazıda, eylemciliğin bilgisayar ağları üzerinden bir-iki fare kliğiyle edinilen bir sıfat olmasına itirazım kuvvetlice dile getiriyordu. İki ay sonra aynı argümanı, New Yorker'a yazdığı bir yazıda, Malcolm Gladwell dile getirirken şu gerekçeyi öne sürüyordu: "Sosyal medya adını verdiğimiz Twitter, Facebook vb. platformlar zayıf bağlar üzerine kurulu. Oysa gerçek bir toplumsal dönüşüm, bu dönüşümün olası aktörlerini belli bir risk altında bırakan, stratejik bir eylemcilik gerektirir. Bu tür bir eylemcilik ise, her zaman güçlü toplumsal bağlar ister."
Bu iki yazı, türevleri, yanıtları, uzunca bir süredir sanal âlemde tartışılıyor. Eylemciliğin ve eylemcilerin sanal âlemle imtihanı başka bir yazının konusu. Ancak şimdilik şunu söylemekle yetinelim: Doğa Derneği, sanal âlemi bilginin alternatif akışı için çok başarılı bir biçimde kullandı. Yalnızca sanal âlemi değil, diğer araçları da: Tarkan gibi popüler şahsiyetleri kampanya sürecinde yanına çekti, mesajını onlarla iletti.
Garanti ve Akbank'a alternatif reklamlar hazırlayıp kültür bozumuna güzide katkılarda bulundu. Ayrıca, Çevre Yan Bakanı Veysel Eroğlu'nun Allianoi konusundaki abuk çıkışı (anımsamayanlar için: Tarkan'a "burnunu sokmaması" çağrısında bulunmuş, hızını alamayıp gündemde kalmak için böyle numaralar çektiğini söylemişti), Doğa Derneği ve Hasankeyf konusunda kavga veren tüm diğer aktörlerin işine yaradı.
Hasar kontrolü
Sonunda, haklarındaki bilginin ortalığa saçılmasını engelleyemeyen Akbank ve Garanti Bankası yetkilileri, hasar kontrolü için mevzu hakkındaki karartmayı kısmen kaldırmak zorunda kaldılar.** Önce Akbank adına Suzan Sabancı Dinçer konuştu, sonra da Garanti'nin Genel Müdür Yardımcısı Nafiz Karadere: 26 Haziran 2010 tarihli, Kadife Şahin imzalı Milliyet haberinin başlığı, "Garanti'nin Hasankeyf Pişmanlığı" idi. Karadere, şunları söylüyordu:
"Biz o krediyi tek başımıza vermedik. Yabancı bir konsorsiyum da vardı. Onlar yolun yarısında vazgeçtiler. Ondan sonra kredinin yarısından fazlası verildi. Baştaki kriterlere uyulmayacağı ortaya çıktı. Uyulmayacağı da anlaşılınca çevreci baskıların da etkisiyle yabancılar çekildi. Şimdi, Türkiye'deki bankalarla yabancı bankaların durumu farklı. Keşke bu iş hiç olmasaydı. Biz bu işten dolayı üzgünüz. Ama hâlâ ümitle bekliyoruz. Hükümet doğru bir karar alacaktır. Hasankeyf'e zarar vermeden bu barajın başka şekilde yapımına çözüm bulacaktır."
Bu sözleri deşmeden olmaz. Sabancı Dinçer'in Ilısu'nun "devletin projesi" olduğunun altını çizmesi ile Karlıdere'nin Türkiye'deki bankalarla yabancı bankaların "fark"ından dem vurduğu sözlerini yan yana koyduğunuzda, olup biteni sezebiliyorsunuz: Birileri, Akbank ile Garanti'yi, ya havuç-sopa ya da yalnızca sopa ile kreditörlükten çekilmeme konusunda "ikna etmişe" benziyor. Nitekim, Akbank Genel Müdürü Ziya Akkurt'un bu yılın başında basına verdiği demeçte söyledikleri de aynı minvalde:
"Hasankeyf konusunda krediyi özel kuruluşlara vermiyoruz. Hazine'ye veriyoruz. Bu konuda Garanti Bankası ile bize yapılan bazı ithamları haksız buluyorum. Ama bundan ders almadık mı? Aldık. Burada kamuoyunun bankaları zorlarken devletin ilgili organlarını da zorlaması gerektiğine inanıyorum. Çünkü bizler sonuçta devletin verdiği, altına mührünü bastığı ÇED raporum göre hareket ediyoruz. Eğer bir kredinin içinde ÇED raporu varsa, biz bu krediyi gönül rahatlığıyla veriyoruz. Eğer bunun kriterlerinde uygunluk yoksa, bence bunu ilgili mercilere yöneltip kriterlerin düzeltilmesini bekleyebiliriz."
Meali: "Devlet bizi zorlamasa, biz bu krediyi vermeye çok da hevesli değildik." Sabancı ve Doğuş Holding'in ölçek ekonomisi büyük sektörlerdeki hevesleri yüzünden -özellikle inşaat ve enerji- devletle iyi geçinmek zorunda olduklarını biliyoruz. Bunu onlar da biliyor olmalı ki, ne verdikleri krediyi geri çekebiliyorlar, ne de arkasında durabiliyorlar. Aksine, Akkurt'un sözlerinde görüleceği üzere, "Bizi niye sıkıştırıyorsunuz? Gidin, bizi buna zorlayan hükümetle uğraşın" diyorlar.
Yalnız, Akkurt'un olup bitenin ne kadar farkında olduğunu tüm vahametiyle gösteren bir sözü var, o da ÇED (Çevresel Etki Değerlendirme) raporu varsa krediyi gönül rahatlığıyla verdikleri: Hasankeyf projesinin ÇED raporu falan yok! Hatta yalnızca Hasankeyf'in değil: İki hafta önce Çevre Mühendisleri Odası'nın (ÇMO) başvurusu sayesinde Danıştay'ın yürütmesini durdurduğu 1993 tarihli bir yönetmelik sağolsun, üçüncü köprü projesinin, Sinop ve Akkuyu Nükleer Santral planlarının da ÇED raporları yok.
Hükümetin bu karar karşısında üç seçeneği var. En zayıf olanı, karara saygı duymak. Hukuka ve çevreye saygı söz konusu olunca AKP'nin karnesinin kırıklarla dolu olduğunu biliyoruz, o yüzden ümitlenmek yersiz, ikinci olasılık, hükümetin iliştirilmiş bürokratların vé raportörlerin ümüğünü sıkarak alelacele olumlu ÇED raporları edinmesi, üçüncü seçenek ise Danıştay'm bu kararını takmaması. Neler olacağını önümüzdeki haftalarda hep birlikte gözlemleyeceğiz.
Davud ile Calut
Anaakım medyadaki sansürü alternatif medyadaki bilgi akışını kullanarak anlamsız hale getirmek, hesap vermeleri gerektiğini Garanti ve Akbank'ın kafasına kakmak, önemli adımlar. Ancak dünyanın en önemli kültürel varlıklarından birini yok etmeye niyetli, ekonominin musluklarının başında Deli Dumrulluk yapan, üstelik kamuoyu desteğini büyük bir sürpriz olmazsa cepte sayan, gözü dönmüş bir iktidar, kolay bir rakip değil. Üstelik bu rakip esip gürlüyor. Çevre eylemcilerini teröristlere destek olmakla suçlayan, burun sokmama tehditlerini uluorta savuran bir Calut, karşımızdaki.
Doğruya doğru, AKP'nin ve klasik medyanın kitlesel gücü çok daha fazla. Ancak Doğa Derneği'nin yaratıcı kampanyası, iktidarın ve sermayenin gümbürtüsü karşısmda süreğen, bu yüzden yıldırıcı bir vızıltının da işe yaradığını gösterdi, gösteriyor. Calut'u sapan ve çakıl taşlarıyla yenen Davud gibi. (EK/EKN)
* Solcu gazeteler dışında, bir gazetenin hakkını yemeyelim. Taraf gazetesi, olayın başından itibaren, Akbank ve Garanti'nin isimlerini telaffuz etmekten çekinmeyen, bununla da kalmayıp her iki bankayı doğrudan karşısına alan haberlere imza atan bir gazetecilik sergiledi.
** Akbank ve Garanti'nin adı öne çıksa da, kreditörlüğünü kabul eden bir banka daha var: TMSF'nin elinde olduğu için hükümete göbekten bağlı Halkbank. Banka, umutsuz vaka olduğu için radarın dışında kalıyor, ama not edip adını anmak icap eder.
Bu yazı aylık Express Dergisi'nin Şubat sayısından (sayı 117) alınmıştır.