İyi yürekli insanların bu dünyada çok da fazla yaşama şanslarının olmadığını okurun içini sızlatarak söylüyor Hasan Ali Toptaş Heba'da.
Heba'da onlar, yani o iyi yürekli insanlar, hayatta kalabilmek için kötü olmalıdırlar, kötü olamıyor iseler, bir tek seçenek vardır önlerinde, ki bu seçenek de heba olup gitmekten başka bir şey değildir.
Oysa kahramanlar, kötülüğü seçemeyecek değil seçmeyecek yapıdadırlar. Çünkü içlerinde, başlarına gelen her türlü melanete rağmen "insan" kalabilmeyi başarmış, ayrıca kendisine yapılan bir iyiliğe karşı o ağır mı ağır minnet duygusunu kendi canı pahasına taşıyan ve ta çocukken, üstelik de kazara öldürülmüş bir kuşa karşı yıllarca vicdan azabı çekebilen birer yürek bulunmaktadır.
Üstelik "Çoğu zaman akıl gözenekleri geniş ve gevşek olanların ağzından konuşan" (s. 83) ve "günden güne çürüyen, çürüdükçe zıvanadan çıkan, pis kokulu, sevgisiz hayat" (s. 47) böyle değerleri olan insanlar için hazırlanmış değil gibidir. Ayrıca "insanoğlu, dişlerini kendi benzerinde" (s. 138) bilemektedir.
Asıl kahramanın adı olan Ziya, sözcük anlamıyla ışık, aydınlık demekken hayat sanki alay edermiş gibi sadece romana konu olan üç yüz sekiz sayfalık yaşam parçasında bile tam yüz tane "karanlık" sözcüğüyle Ziya'nın üstüne üstüne gelmekte ve buna karşılık Ziya'ya yirmi yedi "boşluk" ve on dört " çaresizlik" sözcüklerinin eşlik ettiği on- on beş civarında "ışık", beş- on tane de "aydınlık" sunmaktadır.
"Her yerinden kötülük fışkıran bu şehir dediğimiz uzun ömürlü felaketin içinde talihsiz bir kızın hikayesi" (s. 39) ile gelişen "Anahtar" adlı bölümle birlikte başlıyor heba olmalar.
Aslında "çok kıçlı ve çok başlı gardiyan"ımız (s. 161) olan toplumun bir başka türlü ziyan etmiş olduğu Matkap'ın yol açtığı aile boyu hebayı "Rüya" adlı bölümdeki Kader ve karnındaki bebeğinin heba olduğu olay (kitapçı dükkanının bombalanması olayı) izliyor.
Bu iki bölümde "cam parıltılarıyla kaplı gökdelenleri, unutulmuş hanları, köhne çarşıları, alışveriş merkezleri, yıkıntıları, fabrikaları, nezih semtleri ve çamurlu bir bulut sürüsü gibi tepeleri aşıp giden uzak gecekondularıyla birlikte, çaresizliğin yanı sıra çaresizliğe gömülmüş derin bir dağınıklığa benzeyen" (s. 13) şehir ile "Çok canım sıkılıyor benim yaa, hadi gidip kuş vuralım" (s. 58) diyen çocukları ve "duvar diplerinde, kapı önlerinde yahut çardak uçlarında tıpkı unutulmuş bir giysi yığını gibi sessizce oturup duran tembel mi tembel" (s. 76) adamlarıyla, Hacı Veli, Güllü Dayı, Şaşı Bekir, Nurgül Hanım, Karcı Ali, Ebecik'iyle, çalgıcıları, düğünü, düğün alayıyla kasaba hayatı anlatılıyor.
Asker Kenan'ın askerlik süresince betimleyip durduğu ve o anlatırken "ince akan berrak derelerin şırıltısı, ardıçlarla meşelerin bulunduğu iç ferahlatıcı tepeler, külrengi çalılıkların içinden havalanan keklik takırtıları, koyun ağılları, kavaklar, sonra sararmış yapraklarla kaplı patikalar, renkleri bir kızıla bir griye dönüşen sarp kayalıklar ve güneşin altında parıldayıp duran o sarı başlı, pembe başlı, mor başlı dikenlerle börtü böcek sesleri"yle (s. 223) Telhamut'taki karakolun kantinine dolan köyü, "Huzur" adlı üçüncü bölüm ile "Yazıköy" adlı dördüncü bölümde anlatıyor yazar.
Bölümlerden birinin adı "Huzur" olduğu için fazla söze gerek kalmadan Ziya'nın o köye huzur aramaya gittiğini anlıyoruz. Gerçi bunun böyle olacağını, romanın başında, "Bunları bilmek çocuk oyuncağı" (s. 49) diyen ve hizmetçisiyle birlikte sanki iki kişilik bir istihbarat teşkilatıymış gibi apartmandaki her kiracısı hakkında en ince ayrıntılarına kadar bilgi sahibi olan bir tür derin devlet Binnaz Hanım'ın şu sözlerinden de anlayabilmiştik: "Şehrin gürültüsünden patırtısından bıktınız ve şimdi onu bırakıp uzaklara, tabiatın derinliklerine gidiyorsunuz. büyük nabzın atışlarını duyabileceğiniz bir yerde, yapraklara, böcek seslerine, otlara ve taşlara dokunarak yaşamak istiyorsunuz." (s. 48)
"Sınır" adlı beşinci bölümde, Ziya, Kenan, Resul ve diğer yan kahramanlar aracılığıyla, ülkemiz edebiyatında daha önce benzeri (tarafımdan) görülmemiş bir antimilitarizm yapıtı yaratıyor Hasan Ali Toptaş ve bana sorarsanız, böylelikle yazarlığının da doruğuna ulaşıyor.
Askerlik yaşamının tamamı, her bir bölümü, her kişisi, her canlısı, cansızı, biti, sivrisineği, sınırı, karakolu, yemek kazanları, karakol bahçesindeki kimsesiz er mezarlarıyla "heba" aslında. Orada, Ziya, Resul, Kenan, diğerleri ve hatta komutanlar dahi yaşamın kendisiyle birlikte "heba" olmuş unsurlar.
Örneğin, yazarın "Ziya, dosyaları imzalatmak için kapıdan girdiğinde bir an Ebecik'le Hacı Veli'yi görmüş gibi yüzüne sıcak bir ifadeyle bakıyor, sonra da suçüstü yakalanmışçasına, çarçabuk toparlanıp ruhunu ve bakışlarını üniformasının içine çekiyordu," diye anlattığı ve çevrede Katil Belik diye tanınan komutan da heba olmuş bir hayattır romanda.
Ziya'ya göre ise askerlik "sivrisinek vızıltıları, bit kımıltıları ve silah sesleri eşliğinde dönen, dönerken de başında kepi mi var poşusu mu var demeden insanları gürül gürül öğütüp duran devasa bir değirmen" (s. 236)dir.
Ziya'ya ve Kenan'a ayrı ayrı zamanlarda "Bu yaşadıklarımız bana gerçek değilmiş gibi geliyor," (s. 205-237) dedirten askerlik "G-3 piyade tüfeği dedikleri şu insan öldüren zımbırtıdan kurtulur kurtulmaz yengenizle evleneceğim,"(s. 161) diye hayaller kuran insancıl çavuşa göre, "Roketatar ne atar?" sorusuna "Roketatar roket atar," cevabını verdiren "siktiğimin askerliği" işte böyle "bu kadar ciddi bir iştir". (s. 161)
Öyle ki orada "gördüğü hatalar yüzünden değil de insanlara, insanlara neden dayak attığını anlamak için dayak atan" (s. 159) teğmenler, Ziya'yı "hayal ettiği düşmanların hepsi onun varlığında saklıymış gibi" (s. 159) yirmi dakika boyunca tekme tokat döven komutanlar, karşısına çıkan her erin kepine ateş eden ve sonunda bir yazıcı erin ölümüne sebep olduğu halde Ziya'ya yalan ifadeli rapor düzenleterek görevde kalmaya devam eden Kepuçuranlar, karakoldaki askerleri dövmekle yetinmeyip istasyonun yanındaki lojmanlarda yaşayan demiryolu görevlilerinin ailelerine de kan kusturan, yaptıkları sayesinde kazandığı düşmanlarına karşı kendi yerine hedef olarak Ziya'yı ciple devriyeye gönderen, oraların Allah'ı konumundaki Katil Belikler, iyiymiş gibi görünüp kimseyi dövmemesine rağmen sonradan insanlıktan çıkan ütülü giysili komutanlar vardır.
Sonra, iki ateş arasında kaldıkları sırada mermileri bittiği için aklını kaçıran ve Elazığlı Mehmet'e sarılıp zangır zangır titreyen, “hı hı”dan başka ses çıkartamayan Hendekli Yasin, direksiyona yapışarak komutanın şoförlüğünü yapan ve her saniye öldürülmeyi bekleyen, bu bekleyişin bitip tükenmeyişine dayanamaz olunca Suriye içlerine doğru firar eden Polatlılı Ahmet, şakacı komutan Kepuçuran tarafından alnından vurulan ve fakat kayıtlarda müsademede kaçakçılar tarafından öldürüldüğü biçiminde yer alan karakol yazıcısı Rasim Benli, B-5 mevzisinde tüfeğinin üstüne kapanmış ve göğsünden vurulmuş Acıpayamlı Hayati, aynı mevzide boş gözlerle gökyüzüne bakarak ve arada hafifçe inleyerek oturan eski imam- yeni er Veysel Hoca vardır.
Mayınlı arazi, iz tarlası, demiryolu, tel örgüler, sınırdan geçirilmeye çalışılırken çatışmada öldürülen poşulu adamlar, sürülerle koyunlar, parçalanmış atlar, hiç düdük öttürmeden gelip geçen Toros Ekspresi, on üç aylık askerlik boyunca bir tek zengin çocuğunun görülmediği karakollarda köpeğin bile yıkanmayacağı üstü açık tahta tuvalet, yılanlarla, kurbağalarla, sülüklerle, böceklerle birlikte aynı kuyudan içilen su ve bunca olumsuzluğun yanında insanın içini ısıtan bir “hooop” sesi...
Romandaki bu cesur antimilitarist anlatımı belki son zamanlardaki siyasi gelişmelerle askeri değişimlere, belki de yazarın asıl işinden emekli oluşunun getirdiği özgürleşmeye bağlayabiliriz; ancak neye bağlarsak bağlayalım sonuç umut vericidir.
Antimilitarist anlatının dışında göze çarpan diğer yan söylemlerde toplumdaki bozulmayı, babasız çocukluğun zorluğunu, reddedilen insan egosunun şiddete koşan taşkınlıklarını, minnet duygusunun feciliğini, çocuk hainliklerini, köyün huzur vereceği sanılan biteviyeliğinin insanları çıldırtışını, felaketin seyrini sevişimizi, "kibar kibar gezinip duran güleç yüzlü adamların, herkese göz yaşartıcı bir sevgiyle yaklaşan hanım hanımcık teyzelerin, namus ve ahlak söz konusu olduğu vakit mangalda kül bırakmayan bazı insanların, bazı çıtkırıldım gençlerin ya da yaralı bir kedi görünce gözyaşlarını tutamayan sevimli ve yufka yürekli amcaların ne tür dolaplar çevirdiğini öğrenme"nin (s. 47) masum olduğu iddia edilen insanları çok fena sarstığını da görebilmekteyiz.
Heba’yı yarıladığımda, Hasan Ali Toptaş’ın yazdığı bir kitabı daha okumakla ne iyi ettiğimi düşünmüştüm, bitirdiğimde ise içimdeki sızıya rağmen “ne iyi etmekle” ilgili düşüncemin ne kadar haklı ve doğru olduğuna karar verdim.
Daha önceki kitaplarını okurken Hasan Ali Toptaş'ın söyleyecek çok şeyi olduğunu ama bunları okura sadece sezdirip geri kalanını kendine saklamak istediğini ya da çeşitli çekinceler yüzünden acıtan söz söyleyemediğini, bu yüzden de karın ağrısı çeker gibi söz ve söylem ağrısı çektiğini, bu ağrıya da ancak -çözen okurun belki ağrının adını koyup ilacını da bulabileceğini umuyormuş gibi- okura bilmeceler çözdürmekle katlanabildiğini düşünürdüm.
Heba’yı okurken karın ağrısının artık sadece yazarı acıtmakla kalmayacağını hissettim, o acıyı, belli ki artık okur da çekecekti.
Heba’da Hasan Ali Toptaş'ın söylem ketumluğunu veya korkuyu veya her neyse işte o şeyin eşiğini aştığını, dolayısıyla sözü dizginleyen otokontrolü bir yana savurup attığını ya da en azından atmayı aklına koyduğunu gördüm. Heba'da, söylemek istediklerini güçlü bir çığlığın içinde eriterek doğrudan söyleyen ve okuru da aynı çığlığın içine düşüren bir Hasan Ali Toptaş var.
"İnsan, içindeki canavarı öldürürse çöle dönüşür,"(s. 279) diyen Hulki Dede'nin söylediği gibi insanların, "derinliklerinde yaşayan canavarın kulağına eğilerek, insanız yahu, kaybetmeye de ihtiyacımız var arkadaş, oturalım oturduğumuz yerde" diyebilecek bilgeliğe erişecekleri güzel zamanları insanlara, yine insanlara dilerken Resul'ün ağzıyla "Gerçek fazlasıyla hissedildiğinde insana her vakit gerçek değilmiş gibi gelir," (s. 237) diyen Hasan Ali Toptaş'ın yazdığı tek satırı bile kaçırmamanızı öneririm. (AK/AS)