Otobiyografik kitaplar, yazarın arka bahçesi gibidir. Onları okudukça sanki siz de çocukluğunuzun tozlu tavan arasında sizden gizlenen bir şeyleri arar gibi hissedersiniz. Yazarınıza dair karşı koyamadığınız bir merak ve heyecan duygusu ele geçirir tüm benliğinizi. Başkasının hayatına dair gizli bir şeyler arama mevzusunun tohumları kuşkusuz ilk erken dönem ilişkilerimizde atılmıştır. Belki de öncelikle anne-babanın arasında ne oluyor sorusuyla. Eğer bu ilk soruların ardından ruhunuza bir engel koyulup, merak engelli bir birey olmadıysanız şanslısınız. Çünkü daha sonraları bu merak sizin kendi varoluşunuza, başkalarının varoluşuna, hayata dair birçok şeye ulaşmaya çalışmanız için elinizden tutacaktır. Kendini merak etmeyen ötekini de etmez elbette. O yüzden bu yazıda sözünü edeceğim kitap, bu meraka yenik düşenler için daha çekici olacaktır kuşkusuz.
Okuduğunuz otobiyografik kitaplarda özellikle de “gönül terbiyesiyle” yazılmış olanlarda yazarla ilgili bazı bulduklarınız sizi kendi bulamadıklarınıza götürebilir, yazarın keşfedişleri kendi keşiflerinizi anlamlandırabilir, pek sevgili yazarınız ruhunun dehlizlerinde kaybolurken siz de kendi karanlığınıza çekilebilirsiniz. Yazarın ipiyle bazen kendi kuyunuza bile indiğiniz olur. Çünkü çağrışımlar kutsaldır. Yazarın kalemine takılan bir anı, sizin ruhunuza takılan ve daha önce hiç fark etmediğiniz bambaşka bir anıyı çağrıştırabilir. Yazarın ipi, size kendi kuyunuzda yankılanan bir sese kulak vermeniz ve oraya inmeniz için bir vesile oluşturabilir. Kuyuya inişleriniz bir yazarın ipiyle mümkün olmuş olsa da, çıkışınız her çıkış gibi kendi maharetinize kalır.
Murathan Mungan, elinde tuttuğu sağlam ve bir o kadar naif ipiyle kendi kuyuma inebildiğim nadir yazarlardan biri. Bir yazar sizi kendinize biraz daha yaklaştırıyorsa, kendinize eksik sarılışlarınızı tamamlatıyorsa işte orada temasta olunması gereken çok değerli bir şey var demektir.
Paranın Cinleri, ergenlik yıllarımda okuduğum bir kitaptı. Harita Metod Defteri’nin müjdesini ilk orada vermişti okuyucularına. Bu anlamda yıllardır beklenen bir kitap.
Bu kitabın yıllardır beklemesini şöyle ifade ediyor Mungan; “Yaşananları gönül doğruluğuyla anlatabilmem için öncelikle affetmeyi öğrenmem gerekiyordu.” , “...kişinin içinin varamadığı yere kalemi kendinden önce varamaz. Bunun tersi de geçerlidir: çok beklemiş malzemenin sahibinde eskimesi, çürüyüp dağılması, zamanla kıymet kaybına uğraması, anlatma hevesinin yıllar içinde tüketilmiş olması da mümkündür. Hayat yaşarken olduğu gibi, yazarken de bir ‘zamanlama’ işidir” diyor.
Mungan’ın belirttiği gibi yazmak bir “zamanlama işi”, kuşkusuz okuyucu için kitabı doğru zamanda okumak da. Ve bu ikisi arasında eğer bir paralellik varsa, birbirine denk düşen zamanlarsa –ki bazı yazarlarla olur bu paralellik, tam ihtiyacınız olan bir zamanda, yazarınız nokta vuruş yaparak, tam da ihtiyacınız olan bir kitabı iliştirir ruhunuza, zihninize- ne mutlu size. İşte o vakit, bu kutsal zamanlamanın ortasına salıncak kurup, yazarın yaşantısından kendi yaşantınıza gidiş gelişler yaşayarak, bu durumun alabildiğine tadını ya da acısını çıkarmak gerekir.
Mungan, kitabı bekletmesinin başka bir nedenini de şöyle açıklıyor; “yeniyetmeliğimde yaşadığım zaten kendisi yeterince hazin olayları, dramatik olmadan anlatmanın sükûnetine ulaşmayı beklemekti sanırım.”
Harita Metod Defteri’nde Mungan’ın bahsettiği sükûnet sizi yoğun bir etki altına alıyor. Üstelik bu sükûnet, oldukça şairane bir tonda salınıyor satırlara. Yaşananlar, romantik sayıklamalardan çok uzak, demini almış, dinlenmiş bir üslupla okuyucuya yansıtılıyor. Anılarına Munganî bir mesafede yaklaşması sizin de kitapla hatta yazarla olan konumunuzu belirliyor. Bir süre kitapla birlikte yaşıyorsunuz. Onunla uykuya dalıp, onunla uyanıyorsunuz, birlikte yolculuk yapıyorsunuz, uzun uzun susuyorsunuz, uzun uzun dinliyorsunuz. Kitap bittiğinde ondan kopmanız gerekmiyor. Kitabı belleğinizin unutuşuna terk etmiyorsunuz. Mungan’ın anıları belleğinizin raflarında, size bambaşka açılımlar yaratmış bir halde en güzel yerlerini alıyorlar.
Babasıyla başlıyor kitaptaki ilk anı. Gitmek zorunda kalan, bileklerine kelepçe takılan, uzun bir tren yolculuğunun başrolünü üstlenen bir baba. Ve bu üstlenişin çocuk Murathan ve onun annesiyle paylaşılması. Arka fon 60’ların Türkiye’si. Diyarbakır’dan Edremit’e uzanan kasvetli bir tren yolculuğu... Gecenin bir vakti denize kıyısı olan memlekete ulaşılıyor. Mungan, denizi ilk o gece gördüğünü zannediyor. (Zannediyor çünkü bilinçli olarak gördüğü ilk deniz bu ancak yıllar sonra bilinçdışı kodlarına yerleşmiş başka bir denizin varlığını fark ediyor). Gördüğü denizin peşi sıra büyük bir hayalkırıklığı yaşıyor. Gördüğü “kocaman, kapkara bir su” çünkü. “Deniz siyahmış” diyor kendi kendine. Ve o gecenin çocuk Muro’sundan yetişkin Murathan’ına birtakım duygular miras kalıyor.
Bu unutulmaz tren yolculuğunun anısı, okuyucuyu içinde oyuncak tren ve raylarının olduğu bambaşka bir anıya daha götürüyor. Ve burada kayıp bir tren rayı üzerinden Mungan’ın bir çocukluk travmasına dokunuyoruz. Siyasal, duygusal, kültürel birçok belirleyici etkisi oluyor bu travmatik yaşantının kendisi üzerinde. Başka bir çocuk tarafından çalınmış bir tren rayı, tüm oyuncak sisteminin iptal olmasını ve trenin işlemesini engelliyor. Trenin kendisinin çalınmasından bile daha hazin bir olayla karşılaşıyor çocuk Muro. Ve bu tren rayları arasındaki boşluk ya da yazarın deyimiyle sistemin “eksik parça”sı bu kitabın hatta varoluşunun bir “anahtarı” haline geliyor.
Mungan'ın yaşam öyküsü, 11 aylık bir kayıpla başlıyor. Yine bir tren yolculuğu ve bu yolculukta bu sefer yol boyu ağlayan bir bebek başrolü üstleniyor. 11 aylıkken, bir deniz memleketinden, bozkır memleketine getiriliyor. Bu yüzdendir ki içinde (yıllar sonra anlamlandıracağı) hep çalkantılı bir deniz barınıyor. Biyolojik annesinden ayrılıp zaman zaman “Haboş” diye hitap ettiği annesine veriliyor. Hayatının 11 ayıyla ilgili bilgileri hep sezdiyse de, bilinçdışının karanlık koridorlarında izini sürmeye çalıştıysa da somut anlamda tek tük bilgilere yıllar sonra ulaşabiliyor. O tren raylarının kayıp parçasını bir anlamda buluyor da diyebilir miyiz? Gözlerini hep Mardin'de açtı sanırken İstanbul daha doğuştan onun içine yerleşmiş oluyor. Gerisi okumaya doyamadığımız yaşantılar silsilesi... Tam 17 yıl sonra onu doğuran kadını görüyor, annesini. Öz annesi dersem Haboş’a haksızlık edeceğimi düşünüp bu yüzden biyolojik annesi demeyi tercih ediyorum.
Yıllar sonra terapistinin kendisine söylediği oldukça anlamlı birkaç cümleye yer veriyor kitabında;
“Belki de baştan beri biliyordunuz. On bir aylıkmışsınız ayrıldığınızda. Bilinçdışı kayıtları küçümsememek gerek. Başka çeşit bir bilgidir bu, ama bilgidir. ”
On bir aylık bir çocuk neyi bilebilir? Dile getiremese de elbette kendisine ait olan çoğu şeyi.
On bir sayısının Mungan için yazgısal bir tarafı da oluşmaya başlıyor sanki: "Geç öğrenmelerimden biri de on bir yaşıma kadar ayakkabı bağını bağlamayı öğrenememiş olmamdır; başkasına bağlatmak kolay geldiğinden değil sahiden öğrenemedim."
Neredeyse ergenlik döneminin başı sayılan on bir yaşında ayakkabı bağını bağlamayı öğrenirken; çocukluk döneminin ilk evresi olan on bir aylıkken de bambaşka bir bağ kurmayı öğreniyor.
1972’de terk ettiği ve çok uzun yıllar görmediği Mardin’e, belki de kendi içinde nice yaşantıları affedip, onlarla barıştıktan sonra gittiğinde ilk tepkisi olarak şunları ifade ediyor; “o denli ağladım ki gözyaşlarımın perdesinden şehri doğru dürüst göremedim bile. Gözlerim çocukluğumun her şeyi grileştiren yağmuru olmuştu sanki. Hatıralar söz konusu olunca herkes aynı yaştadır.”
1972 yılı Mungan’ın 17 yaşında olduğu yıl. Damarlarında deli bir kanın aktığı ve her açıdan onun için çok zor olan bir yıl. Mungan bir sır yarasıyla büyüdüğünü ifade ediyor kitabında; “kendi payıma bu kadar çok çalışıyor, yazıyor, üretiyor olmamda; insanlara, hayata, varoluşa dair bu kadar çok şey söylemek istememde, sırrımın dilsizi olarak yaşadığım çocukluk günlerimin, ‘dili tutulmuş’ bir sır yarasıyla büyümemin bir payı var mıdır bilemem. Çocukluğum, yeniyetmeliğim boyunca suyun altında tuttuğum nefesimi belki de sayfanın yüzüne çıktığımda bırakabiliyorumdur. ”
O sır yarasına ben de Murathan Mungan’ın sadık bir okuyucusu olarak bu yazı vesilesiyle sarılmak istiyorum. O sır olmasaydı, yazdığı kitaplar bu denli “içeriden” olabilir miydi, “içeriyi” bu denli doldurabilir miydi merak ediyorum. O sırrı burada aşikâr etmeyeceğim çünkü okuyucu olarak bu sırrı saklamam gerektiğini düşünüyorum. Ancak siz de kitabı okuduğunuzda zaten uzun uzadıya tanıklık edeceksiniz bu sır yarasına.
Murathan Mungan’ın satırları, bozkır topraklarında köklenen ve denize tutkun davudî bir sesle örülü. Bu ses, yazarın çocukluğunu okurken kendi çocukluk cehennemimizi katlanabilir bir hale getiren merhametli ezgilerle dolu. Kitap bitiminde bazen efkârdan, hüzünden, bazen merhametten, bazen keyiften, bazen hiç bir şeyin değişmemezliğinden bazense her şeyin değişebilirliğinden kısacası insanlık hallerinden kafanızın bir hayli güzelleşeceğini söyleyebilirim.
Son söz niyetine, yazarın önsöz niteliğindeki “Niyet”inden bir alıntı yapmak istiyorum;
“Bir çocuğun kalbinin ne zaman kırıldığını büyükleri çoğu kez bilemez, ne kadar derinden kırılmış olduğunu da kendisi... Bunu ‘hissettiği’ şimşek çakımı kısa anlar yaşar belki, ama ‘bilmesi’ yıllar alır. Yalnızca insanlar büyür, yaralar büyümez, yaralar çocuk kalır.” (TI/HK)