Türkiye'de gazetecilikle tanışmam "tutuklu gazetecilere tanıklık ederek" gerçekleşti; bu ironik ama acı gerçek.
Bitmeyen davalar, beraat ettiği halde suçlanmaya devam eden aydınlar, haksız yere tutuklanmış ya da kaybedilmiş insanların hesabını sordukları için kendileri gözaltına alınanların haberleri bianet'in gündemini oluşturuyor; bu karanlık bir Türkiye gündemi; ve ben bianet'te staj yaptım
Çağlayan'daki Adalet Sarayı'nı bulmak çok kolay. Şehre ve ülkeye yabancı olan birisi için İstanbul'un metro ve metrobüs araçları, sardalya konserveleri gibi dopdolu; ama temiz ve hızlı hizmet veriyor. Adalet Sarayı'nın kendisi de çok "modern" - "Avrupa'nın en büyük adalet sarayı" diye tanıtılıyor. Avrupa'da en çok tutuklu gazeteci bulunan ülkede en büyük adalet sarayı bulunması tesadüf değil elbette. Adalet Sarayı'nın zeminin öyle parlak ve temiz ki ilk gittiğimde kayıp neredeyse yüz üstü düşüyordum. Gerçekten düşseydim harikalar diyarında Alice gibi derin bir kuyuya düşüp kendimi derin devletin içinde bulurdum herhalde...
Ah bu modern hayat!
David Harvey'e göre, kapitalizm kendi krizini çözemez, sadece coğrafi olarak krizin yerini değiştirir. Temizlik işi yapanlar da bu mantığı çok iyi bilirler: Temizlik demek, pisliğin yok olması demek değildir, sadece pisliği bir yerden alıp başka bir yere götürmek demektir. Türkiye'de de aynı şey oluyor sanki! Her şeyi "Avrupa standartı" kılıfına sokup parlak bir resim çizme çabası... Ama çağdaş düzen sadece temiz zeminden ibaret değil. Kapitalizmin "pislik" olarak gördüğü muhalifleri ve yoksulluğu cezaevleriyle, kentsel dönüşümle kapatarak mevcut sistemin ve çağdaş kentlerin temiz olduğu anlamına gelmez; tam tersi! Kafka'yı çağrıştıran büyük, bitmeyen, lüks adalet saraylarında kendi anadilinde savunma yapılamıyorsa, buna adalet denmez. Kendini anadilinde ifade edemeyen insan, resmi sistemin içinde kaybolup gider, sahipsiz insanlar nasıl gariplerin mezarlıklarında gömülüyse kendisini çok garip bir dünyada bulur. Adalet ve kalkınma bu mu?
Ama Türkiye devletin en derin ve kökteki sorunları bir partinin eseri değil elbet. Türkiye Yayıncılar Birliği Özgürlük Komitesi'nin 2 Temmuz'da düzenlediği ve benim bianet adına stajyer gazeteci olarak izlediğim basın toplantısında Ankara Düşünce Özgürlüğü İnisiyatifi üyesi Mahmut Konuk, KCK davaları hakkında "Kürtler Kürt oldukları için yargılanıyor. Aslında kim ne için yargılandığı pek belli değil. Mahkemelerin adı değişiyor ama mantığı değişmiyor" demişti. Sonra da "1915 Ermeni soykırımı tanımadan Kürt sorunu da çözülemez," demişti ve işte o an Kanadalı bir Türk için birçok şey aydınlandı.
Ben yurtdışında büyüdüm ve Türkiye hakkındaki kültür bana "Atatürk", "laiklik" ve "Türk Dil Kurumu" başlıkları altında aktarılmıştı. Cümleleri hala bazen ters yazmama rağmen sözcüklerim Türkçe olsun diye dikkat gösterdiğimin farkındayım.
Ama Türkiye sırf Türkler demek değildir ki! Türkiye, Ermeni, Boşnak, Arap, Fars, Rum, Laz, Türk, Kürt, Yahudi, Alevi, Hıristiyan demektir ve bu yüzden bu ülke ve dili çok zengin kaynaklıdır.
Yurtdışında konuştuğum kişilerle ülkemin genel imajı Türklerle başlar Atatürk'le biter. Aynı toplantıda konuşan PEN Başkan Yardımcısı Eugene Schöulgin'a bir gazeteci, "Futbolda şike soruşturması gündemde KCK'yı gölgede bıraktı, ne düşünüyorsun" diye sorunca Schöulgin şaka niyetine şöyle bir cevap vermişti: "Türklerin inandığı dört şey var: Allah, Muhammed, Atatürk ve futbol."
Şaka bir yana, resim çok daha büyük ancak bunu sadece "Türkiye eşittir Türkler" denkleminden kaçınırsak anlarız. Anadolu'nun birbirinden farklı güzel insanlarını niye bastıralım, yargılayalım, coplarla dövelim? Anayasa ve ulusal ideoloji çok sınırlı, bu da düzeltilmezse gittikçe homojenize, konserve kutusuna doldurulmuş insanlardan ibaret bir toplumla karşı karşıya geleceğiz.
Kanada'dan geldiğimi öğrenince "Niye oraları bıraktın, biz Amerika'ya gitmek istiyoruz. Türkiye'de ne işin var?" diye soran çok kişi oldu. Bizi nereye götüreceğini bilmediğimiz hayat akışı beni alıp götürmeden memleketimi tanımak için geldim. Ve anladım ki Türkiye Amerika'dan çok farklı değil - ikisi de çok farklı kültürlerin emeğiyle ve kaynaşmasıyla oluşmuş, ikisi de kurtuluş savaşıyla, bir özgürlük fikriyle ortaya çıkan bir devlete sahip. İkisinde de tarihe dayanan eşitsizlikler ve demokrasi olmasına rağmen adaletsizlikler hala yaşanıyor. İnsanlık ne kadar farklıysa, o kadar da aynıdır. Kendi ülkemiz bu kadar kültüre sahipken niye o kültürü yaşamayıp, Amerikan kültürünü ithal etmeye çok meraklıyız? Yine Schöulgin'den bir alıntı yapıyorum "Niye 1950'lerin McCarthy çağı adı denilen solcu avını Türkiye'de 2010'larda yaşatmak istiyoruz?"
Bu tarihsel takip mantığına göre 60 sene sonra biz de kendimize bir Obama mı seçeceğiz? Yani bir Ermeni veya Kürt bir gün Türkiye'ye Başbakan olabilir mi? Biliyorum Tansu Çiller başbakan oldu diye Türkiye kadın haklarında büyük adımlar atılmadı. Ama yine de bu sorunun yanıtı çok merak ediyorum.
Türkiye'de ötekileştirilen halklar ve inançlardan gelen insanlar, "Memleketimiz maalesef içimizde kaldı" diyor...
bianet'i okuduğum ilk gün, gözlerim yaşardı, çünkü memleketi dürüstçe yansıtmaya çabalayan bir haber sitesi vardı. bianet bu açıdan benim için çok özel bir anlam taşıyor.
bianet beni hem kırık dökük Türkçemle işe aldı, hem de bana ofis dışında - yani İstanbul'da - habercilik yapmama olanak tanıdı. İlk başladığım gün, bir paragrafı ancak bir saatte yazabiliyordum. İlk gittiğim haberlerden birine, bir muhabire soru sorduğumda "Nasıl haber yazıyorsun" diye şaşırmıştı ki; ben de hala şaşırıyorum.
Ama bu yıl ülkemi doya doya yaşadım: Van'da kahvaltı ettim, İstanbul'da Newroz şenliklere katıldım, İstiklal caddesinde yolumu sayısız kez kaybettim ama bunların arasında sadece bianet'te kayıp sandığım bir parçamı buldum - o da "ana"dilimde hem kendi ve hem de başka insanların dertlerini ifade edebilmek.
"Bu da benim memleketim" diyebilmek, yazabilmek ve gazetecilik yapmak bana çok huzur verdi. Daha yolun başındayım ama yol gösterdiği için bianet'e yürekten, kalbimden teşekkür ediyorum.
bianet'e beni kabul ettiğinizde, bana bir nevi harikalar diyarına kapı açtınız ...
Haberciliğin bana göre en keyifli tarafı, merak ettiğin konuyla her gün uğraşan, bazen hayat boyunca mücadele eden veya ilgisini çeken kişilerle konuşmaktır, başka diyarları ziyaret etmek ve oradakilerin gözleriyle görmek demektir. Bu konuşmalar süresinde elde edilen bilgiler ve alıntılar haberin canı ve kanıdır, gerçek dediğimiz şeye en yakın olabileceğimiz anlardır.
Haber dünyası ise garip, gerçek dışı bir dünya - canlı, kanlı hayattan bir kare, bir köşe alıp, al sana haber diyoruz, ülkenin gündemi de bu kareler üzerine kuruluyor.
Garip olan şu: Gazetelerde aynı olaydan oluşan haberler birbirine çok benziyor. Tekelleşen basında bağımsız iletişim bu yüzden çok önemli, başka bakış açılarına ve başka karelere bakma olasılığını tanıyor.
bianet'te çalışanlar, anaakımdaki dergiler ve gazetelerde yazamadıkları yazabildiklerini, istedikleri konuları takip edebildiklerini söylüyor. Sadece tüketici için haber yaratmıyorlar, vicdanlı bir şekilde yazıyorlar ve toplumsal hareket yaratıyorlar. Basının, mevcut iktidardan, reklamdan özgür ve kendi ideallerine göre yaratıcı olabileceğinin tespitidir bianet.
Tutuklu gazetecilere, akademisyenlere, öğrencilere ve devrimcilere özgürlük diliyorum. (RE/HK)