“Gogou şiirleri yıkıcı şiirlerdir. Yıkıcı derken, her anlamda yıkıcılığı kastediyorum: Burjuvaziye karşı yıkıcı, düzene karşı, toplumsal ilişkilere karşı yıkıcı, ama öte yandan kendine karşı, şiire karşı da yıkıcıdırlar.”
Yunanistan’da dizeleri duvarlara kazınan ve anarşist sıfatıyla tanınan şair/oyuncu Katerina Gogou’nun çevirmeni, Burgaz adalı Mahir Ergun’la söyleştik…
Katerina Gogou ile tanışman nasıl oldu?
Gogou'yla tanışmamı sağlayan Pire'li dostum Niki Varkaroli'dir. Bana Gogou adını ilk kez o fısıldamış, dizelerini okumamı ilk kez o sağlamıştı. Haziran günlerinin hemen öncesiydi.
Sinema oyuncusu ve senaryo yazarı Gogou için bize neler söyleyebilirsin?
Kısaca bir şeyler söylemeye çalışacak olursam, Gogou'nun kırk civarında filmde rol aldığını, eşi Pavlos Tasios'un da zaten bir yönetmen olduğunu ve birlikte bir dizi iş yaptıklarını söylebilirim. Gogou, Tasios'un yazıp yönettiği To Vari Peponi filmindeki rolüyle 1977 Selanik Film Festivali'nde en iyi kadın oyuncu ödülünü almış, 1980 tarihinde de yine Tasios'un yönettiği Parangelia! filminde, Üç Adım Sola'daki şiirlerinin bir kısmını okumuştu. Bir de senaryosunu da kendi yazdığı 1984 tarihli Ostria - To Telos tou Paihnidiou filmini analım. Bunlar Gogou'nun sinemacılığına dair altı çizilebilecek bir kaç nokta olabilir.
Kitabın önsözündeki alıntıdan okuyacak olursak kendi ifadeleri şöyle: "... okula gidiyordum, fakat bunun yanında varyetelerde trapezcilik yapıyor, dans ediyor, şarkı söylüyor, kabarelerde, striptiz kulüplerinde ve yoksul mahalleleri dolaşan tiyatro topluluklarında şiir okuyordum. 'Harika çocuk' derlerdi bana o zamanlar, bugüne dek de revülerden trajedilere her türlü oyunda rol alan ve en kötüsünden en iyisine her tiyatro topluluğuyla çalışan bir aktris olarak devam ettim."
Durum böyle. Sanırım bu satırlar sinema oyuncusu ve senaryo yazarı Gogou'ya dair yeterince şey söylüyor. Ama ben daha çok, sinema oyunculuğu, senaryo yazarlığı, şairlik, sanatçılık gibi havalı unvanları reddeden bir Gogou'yu düşünmek isterim.
"Harap evlerin taraçalarında tahterevalli yapan kara kuşlar"ı dost bilen, "Dünyanın tüm hüzünlerini havaya uçurmak" isteyen, Atina'nın Eksarhia mahallesinde gözaltına alınan Makis Bukuvalas'a yazdığı açık mektupta "En yüce görevimin suçlu ve terörist olarak anılmana sebep olan değerleri savunmak olduğunu düşünüyorum," diyen bir Gogou'yu.
Gogou'nun Üç Adım Sola kitabında layıkıyla bize tanıttığın şairliğinde seni cezbeden unsurlar neler oldu?
Gogou şiirleri yıkıcı şiirlerdir. Yıkıcı derken, her anlamda yıkıcılığı kastediyorum: Burjuvaziye karşı yıkıcı, düzene karşı, toplumsal ilişkilere karşı yıkıcı, ama öte yandan kendine karşı, şiire karşı da yıkıcıdırlar.
Çünkü yıkım süreci aslında toplam bir süreçtir. Her zaman bir öz-yıkımı kapsamalı. Yani "Yıkıcıyız, ama yalnızca ters giden şeylere karşı; düzenin olumlu yönlerini, burjuvazinin kazanımlarını sahipleniyoruz," lafzı biraz ikiyüzlücedir ve bana kalırsa pratikte de pek karşılığı yoktur.
Bu, tümden yıkıcılık eğiliminin Gogou'nun anarşistliğine bağlanmasını da doğru bulmuyorum, bu söylediklerimden öyle bir sonuç çıkaracak, yani Gogou'nun yıkıcılığını anarşistliğine bağlayacak olan varsa, onu da peşinen söyleyeyim. Bunun anarşist ya da sosyalist olmakla pek ilgisi yoktur. Diyalektik kavrayışla ilgilidir.
Demek istediğim, örneğin Lenin'in İki Taktik'te tarif ettiği, burjuvazinin tutarsızlığı, burjuvazinin bir yerden sonra devrime sırt çevirip monarşist kurumlara proletarya aleyhine sahip çıkmasına benzer eğilim, sözümona proletarya devrimcileri, sözümona sosyalistler, sözümona anarşistler saflarında da vardır ki bugün yaşadıklarımızı son yüz elli yıldır tekrar tekrar tecrübe ettiğimiz bu tutarsızlıklara, ikiyüzlülüklere, bir ölçüde bağlayabiliriz. Gördüğümüz daima bir yıkım kaçkınlığıdır.
Aslında ihtiyacımız olan nedir? Devrimi sonuna dek götürmek. Peki sonu neresi? Diyalektik kavrayışa göre bir sonu yoktur. Dolayısıyla sonsuza dek götürmek, çelişkiyi her an derinleştirmek, sürekli bir yıkım ve sürekli bir oluş. Doğadan öğrendiğimiz bu.
Bireyler bazında bu, çelişkinin içselleştirilip yansımalarının dışa vurulmasıdır.
"Şair"i de salt bir güzel söyleyiş erbabı olarak değil de hayata tüm duyarlığını açmış, tüm seslere, tüm kıpırtılara hassas ve duyduklarını dışa vuran biri olarak alırsak, çelişkiyi olanca şiddetiyle yaşayıp yansıtacağını söyleyebiliriz.
Bugün hepimiz, içimizde düzenin çürümüş bakışını, çürümüş kavrayışını barındırıyoruz. Bu koşullarda devrimciliğin tercih edilmesi, salt okumakla, aydınlanmakla olacak iş değildir. Düzenin sınırlarına sığmamak gerekir, eski toplumda yaşam koşullarını tüketiyor olmak gerekir. Bu da bireyin aynı bedende hem eskiyi hem yeniyi barındırması ve bunun çelişkisini her an yaşaması anlamına gelir ki dediğim gibi, şair için, yazar için, sanatçı için bu çelişki daha katmerlidir; çünkü duyarlığı bir yana onu düzen dahlinde cezbedebilecek olanaklar da bolcadır. Bunların tümden reddedilmesi bile bir çatışma sürecidir. Gogou'da bu reddedişi görüyoruz örneğin. Aktrisliğinin, şairliğinin başarısını, sağlayacağı olanakları reddetmiştir. Reddetmeyenleri de kınar. Bir şiirinde şöyle diyor mesela:
ve Mitropanos girdi hayatımıza
sonra onu da yuttu Deksameni
kendi götü kalkmışlarına çevirdi.
Mitropanos bir şarkıcı, Deksameni bir semt Atina'da, sosyete semti denebilir sanırım. Bu dizeler Üç Adım Sola'nın ilk şiirinde geçiyor, burada ortaya koyuyor Gogou: Kendini yutturmayacak.
"Başarıya", "şöhrete" teslim olmayacak. Kızı diyor ki:
"Katerina'nın başarısı kendini göstermişti. Maalesef bu durum onda tam tersi bir etki yaptı. İçmeye ve her şekilde kendini mahvetmeye başladı."
Her neyse... Sonuçta tek bünyede barınan eski ve yeninin çatışması, yeninin sürekli olarak yenileneceği de göz önüne alınırsa sonsuza dek sürecektir. Burada şairin şiirini, hatta tümden şiiri inkar etmesi beklenen bir şey olur.
* 2019 TÜYAP’taki Gogou paneli
"Bunların şiir olup olmadığını bilmiyorum, bilmek de istemiyorum. Bütün istediğim dilsizliğin çözülmesi ve herkesin şair olması." diyor Gogou.
Burada Mayakovski'yle paralellikler de kurulabilir. Aslında bu da yıkıcılığın Gogou'nun anarşistliğiyle, Mayakovski'nin sosyalistliğiyle değil, ama devrimcilikleriyle açıklanabileceğini gösterir.
İlya Ehrenburg'un anılarında Mayakovski'yle ilgili bir bölüm vardı, doğrudan doğruya oradan birkaç satır okumak istiyorum, şöyle diyor:
"Mayakovski uzun yıllar süresince yalnız bildirilerinde ya da makalelerinde şiirle savaşmadı, Şiirle şiiri yok etmek istedi."
Ehrenburg'un bu anılarında Sovyetler Birliği'nden ya da Mayakovski'den büyük bir hayranlık ve sevgiyle söz ettiğini söyleyemeyiz, yanlış anlaşılmasın yani, Mayakovski'yi övmek üzere yazılmış satırlar değil bunlar. Neyse.
İntiharını devrimle uyuşmazlığına bağlayanları reddediyor,
"Onunla devrim arasında hiç bir zaman uyuşmazlık olmamıştır. (...) O asla tek parça değildi. Güçlü iradesiyle, zaman zaman çelişmeli duygular yumağıyla, büyük, karmaşık bir kişiydi. (...) Mayakovski yalnız şu ya da bu eleştirmeciyle, duygulu romanların yazarıyla değil, kendi kendisiyle de savaşıyordu. (...) Mayakovski yalnız geçmişin güzelliğini değil kendisini de mahvediyordu. Onun yiğitçe davranışının büyüklüğü bundadır, onun trajedisinin anahtarı da bundadır."
Benzer şeyler Gogou için de söylenebilir. İki şairin de hayatlarına kendilerinin son vermiş olması da tesadüfi bir benzerlik sayılmayabilir.
Diğer yandan yıkıcılığını dışa vuran şairin canına kastedenler de olacaktır. Puşkin'de olduğu gibi burada da tutum önemli oluyor. Biliyorsun Puşkin düello görünümlü bir komploda öldürüldüğünde otuz yedi yaşındaydı ve bu düello işinin nereye varacağını bile bile kabul etti. Geri dönmedi. Zamanın birinde bir "şair" bana demişti ki, Puşkin'e yazık olmuş. Eğer daha otuz yedi yaşındayken ölmüş olmasaymış, daha pek çok "ürünler" verebilirmiş.
Gogou şiirinde seni cezbeden ne? diye soruyorsun ya, örneğin bu sözünü ettiğim "şair"in yazdığı yazacağı hiç bir şiirde beni cezbeden bir şey olamaz. Çünkü tutunmaya çalışıyor, uzlaşmaya çalışıyor. Doğanın çelişkisini, kavgasını göremiyor ya da görmek istemiyor. Efendim, Puşkin teslim olsaymış daha çok ürün verirmiş, bak sen.
Oysa Puşkin'de otuz yedi yaşında düelloda ölecek yürek olmasaydı, o güne dek yazdıklarının hiçbirini yazamazdı.
Gelgelelim bu bir risktir hepimiz için. Teslim olma ihtimali hepimiz için var, uzlaşma, "Ah Puşkin yaşasaydı," deme ihtimali. Pembe hayatın peşinden koşma ihtimali. Hepimiz için var. Bir Demokles kılıcı gibi başımızın üzerinde sallanıyor.
Gogou, ölene dek bunu sürdürebilmiştir. Burada ölüm bir son olmaktan çıkıyor. Gogou yıkılmayanlardan, teslim olmayanlardan. Bunu şiirinde de hissediyorsun. Beni cezbeden bir şey varsa budur.
Yunanca ve Yunanistan edebiyatıyla ilişkin nasıl şekillendi? Bunda, Rumlar'ın azalarak da olsa hala varolduğu, doğup büyüdüğün Burgaz adasının rolü var mı?
Var tabii. Yunancayı adada öğrendiğimi söyleyebilirim. Ana Yunanistan edebiyatıyla ilişkimin adalı Rumlarla çok dolaylı ilişkisi vardır.
İlk kitabın Athanatos'un bir hikayesinde layıkıyla hissedilen adalı bir insan olmanın özellikleri senin için nelerdir? Burgaz adasındaki gidişat hakkında neler düşünüyorsun?
Burada bir konuya açıklık getirmek istiyorum. Tamam, ben adalıyım, adada büyüdüm, dolayısıyla yazdığım, yazacağım her şeyde, adalı bir insanın izleri olacak. Ama Athanatos otobiyografik bir metin değildir. Bunu özellikle belirtmek istedim çünkü benim adalı oluşumla da bağdaştırılarak, orada anlattığım adanın Burgaz adası olduğunu, sahildeki çocuklardan birinin, yani aslında anlatıcının ben olduğumu düşünen çok oluyor. Hikâye bozkırda bekleşen çocuklarla başlıyor olsaydı belki de beni tanıyanlar açısından bu bağdaştırma daha mı az olacaktı? Bilmiyorum.
Ama sonuç olarak, hikâyedeki ada Burgaz değildir ve o karakterlerin de hiçbiri ben değilim. Ya da diğer yandan karakterlerin hepsi benim ve tüm hikayelerimde anlattığım her yer Burgaz adasıdır, ama öyle bir Burgaz ki hiç var olmamış ve belki hiçbir zaman var olmayacak olan. Hiç var olmamış ve dolayısıyla hiç bir zaman yok olmayacak olan da diyebiliriz.
Adalı bir insan olmanın özelliklerini bilmiyorum. İnsan olmanın özellikleri üzerine düşünüyorum, başka bir insan olmanın özellikleri üzerine, ama bu konuda da yeterince efor sarf ediyor muyum? Sanmıyorum.
Adadaki gidişat memleketin başka yerlerindeki gidişattan farklı değil. Hatta buradaki tükeniş, buradaki talan pek çok yere kıyasla daha bile hafiftir. Biz içinde yaşadığımız için, buradaki değişimi an be an gördüğümüz için, bir şekilde memleketimiz burası olduğu için daha yoğun hissediyoruz, yoksa buranın tarihinde hiç bir zaman Sur'da olana benzer bir yok oluş olmadı.
2003'teki büyük yangın bir kırılma olabilir. Deniz tükenip gitti, bu da balıkçılığı, denizciliği, deniz kültürünü bitirdi.
Fakat adanın sorunu, bu tükenişe direnen kimsenin olmayışı. Bu da ada sakinlerinin sınıfsal yapılarıyla ilişkilendirilebilir.
Zaman zaman gördüğümüz ada anlatılarında, bir biçimde yaratılan "adalılık" mitinde geçmişten özlemle bahsedenlerin de bunlara pek değindiğini göremiyoruz.
İşte "Efendim eskiden pek çok kültür burada huzur, mutluluk içinde yaşardı," falan deniyor. Tamam, ama burjuvazi dünyanın her yerinde huzur, mutluluk içinde yaşar zaten. Ayrıca 40'larda, 50'lerde bu adada aslında neler yaşandığını da kimseden duymasak Sait Faik'in perspektifinden görebiliyoruz. Pek de öyle kimilerinin anlattığı gibi değil yani.
Son kitabın Türbünya'da Her Şey Rayında'da politik mücadele kapsamında Gogou'nunkine benzer bir kötümserlik seziyorum. Hem Türkiye'nin, hem de Yunanistan'ın politik mazisindeki ağır travmaların bunda etkili olduğunu söyleyebilir miyiz?
Kötümserlikten ziyade bir arayış olduğunu söyleyebilirim aslında. Sorulan bazı sorular var. Aslında Gogou'da da kötümserlikten ziyade arayış vardı. Mücadeleyi terk eden, köşesine çekilip kötümserliğine gömülen biri değil. Öyle olsaydı, dizeleri hâlâ duvarlara kazınmazdı.
Türkiye ve Yunanistan'ın politik mazisindeki ağır travmaların benzerlerinin de aslında bütün dünyanın politik mazisinde şu ya da bu biçimde var olduğunu söyleyebiliriz. Bu darbelerin, travmaların bizi ayağa kaldırması gerek.
Yani düşmana sana vurdu diye, sana işkence yaptı diye küsüp, eksikliklerini, çözülmeni böyle açıklayamazsın. Türkiye ve Yunanistan'ın devrimci hareketlerinde eksiklikler varsa, bu devrimcilerin eksikliğidir, düşmanın darbelerinin sonucu olamaz.
Türbünya'da Her Şey Rayında biraz riskli bir kitap aslında. Yanlış anlaşılma ihtimali çok yüksek. Yani oradaki karakterleri bir alay konusu haline getirdiğim düşünülebilir, ama aslında durum bu değil.
Bir defa işin içine kendimi mümkün olduğunca az karıştırmaya çalıştım. Tiyatro oyunu olarak yazmamın sebebi de budur. Bu bir romanın, hikâyenin parçası olsaydı, daha çok konuşmam gerekecekti, ama sahnede yalnızca karakterler konuşuyor. Daha çıplak, manzaranın görülmesi daha kolay.
Buna rağmen anlatım biraz sembolik bulunabilir, yani çok açık değil belki, bir tren metaforu üzerinden anlatılması örneğin, ama bunlar sol söylem bakiyesi içinde yıllar yılı kullanılan metaforlardı. Ve karakterler arasındaki tartışmalar çoğunlukla çeşitli yerlerde tanık olunabilecek türden tartışmalardır. Tamam biraz abartılıyor belki, ama başka türlü de arızayı fark edilebilir hale getiremezsiniz. Yoksa amaç kimseyi alay konusu haline getirmek değil, dediğim gibi. Aksine, zaten bir biçimde orada burada alay konusu haline getirilen şeylerle artık değişmesi için yüzleşmeye çalışmak.
Her neyse, demem o ki, karamsar ya da umutsuz değilim, gerçeği görmeye çalışıyorum, acımasızca olabilir, ama hâlâ umudum olmasa bunu yapmazdım. Türbünya'yı hiç yazmazdım. Bana ne, der geçerdim. Ama tartışılmasını istiyorum, bunun sonunda kimin bana ne dediği çok da önemli değil. Umursamadığımdan değil, ama bunun da, az önce söylediğim gibi yıkılışın bir parçası olduğunu bildiğimden.
Gogou da biliyordu, o yüzden şöyle diyor, 25 Mayıs adlı şiirinde:
Bir sabah
açacağım kapıyı
ve kaybolacağım
devrim rüyasıyla
sonsuz yalnızlığının ortasında
yanıp kül olacak sokakların
sonsuz yalnızlığının ortasında
kâğıttan barikatların
ve- inanma sakın onlara! - beni şöyle anacaklar:
Provokatör.
(MT/AS)