Görsel: Uçurtmayı Vurmasınlar, yönetmenliğini Tunç Başaran'ın yaptığı 1989 yapımı uzun metrajlı Türk sinema filmi. Çekimleri Ankara Merkez Kapalı Ceza ve Tutukevi'nde gerçekleşti. Film, 62. Akademi Ödülleri'nde Türkiye'nin yabancı dilde en iyi film dalında Akademi Ödülü aday adayı olarak seçildi.
Hapisteki kızıma,
Tuhaf zamanlardayız, yazmak tuhaf, kelimeleri yan yana getirmek tuhaf yıllarda yaşıyoruz, izah edilmesi rasyonel akıl ile neredeyse mümkün olmadığı “gerçeklerle“ mücadele ediyoruz hep birlikte.
Aslında “Dışındaki şeyler yüzünden ağlamazsın, içerideki şeyler yüzünden ağlarsın” der Denton Wech (Bulutun İçinden Bir Ses adlı kitabında).
İnsanlar başkalarını ağlarken görünce bu nedenle o kadar utanır, kızar ve kendilerini suçlu hissederler. Ne kadar deneseler de kendileri içeride olamazlar. Kapı yüzlerine kapanmıştır, sadece salya sümük suratı görürler. Ve hiçbir zaman içeride olamadıkları için, onları rahatsız eden gözyaşlarının dökülmesinden nefret ederler. Burada “ağlama“ kavramı bir imge sadece… Anlıyorsun değil mi?
İşte bu nedenle farklı tarihlerde, fragmanlar halinde yazabiliyorum ancak. Hani Mussolini’nin “bu beyin susturulmalı“ diyerek yıllarca içerde tuttuğu Gramsci düşüncelerini avukatlarına her görüş gününde aldığı kısa notları, fragmanları ilettiği bilinir ya; biraz onun gibi. Ama buradan Gramsci gibi olduğum hayaline kapılmadığım da ortada. Mesele içerde veya dışarda, düşünceleri ifade etmenin en kolay, ya da bana en uygun yöntemin bu olabileceğinden böyle yazabiliyorum ancak… ve “Buraya bir inanç, bir inat koydum. Tut ki unuttun, tekrar bak, o inat neyse sen osun“ biz oyuz diyen Ernst Bloch (Umut İlkesi) ile
Tekrar Merhaba,
Sana ilk günden itibaren yazmak istedim. Ama öfke, nefret dolu cümleler döküldü kalemimden sadece.
Senin ihtiyaç duymayacağını düşündüğüm türden cümleler. Senin neye ihtiyacın vardı? Bu soruda bile sanki bir "bencillik" yatıyordu bana göre ve seni sanki "iyiyim", "siz moralinizi yüksek tutun" gibi sözlere zorlayacağım düşüncesine hapsoldum. Aslında kalemi fena olmayan biri olarak, ilk kez kalem oynatamadım. Herkese, topluma, kendime öfkeyi sana anlatmak ne kadar büyük bir bencillik, sana karşı ise hoyratlık olurdu. Bu cümleleri yazarken bile bir "bizi bağışla" bencilliği var sanki.
Neyse...
Ama dur! Artık söz söylemek gerekiyor. Benim de! Hepimiz gibi benim de.
Arkadaşım Ocak ayında bir konuşmamızda o sıralar "neyse" kelimesi üzerine düşündüğünü söyledi.
Aramızda nesil farkına rağmen şu "neyse"nin bu kadar "önemli" olabildiğini görmek ne tuhaf, değil mi?
“NEYSE”, genellikle doğru anlaşılmaz ve bir vurdumduymazlık ifadesi olarak kullanılır. Edilgenliğe işaret eder bir nevi.
Ancak biraz üzerine düşünüldüğünde NEYSE var olanı görmek, ifade etmektir. Direnmenin ipuçlarını sunar adeta.
NEYSE diyebilmek, mücadeleyi yok saymak değil, aksine güç soluyarak bir süre ertelemektir. Akıl kullanmaktır. Proaktifliğe dokunmaktır bir yandan da.
Sizi içeri aldıklarından beri okuduklarıma baktığımda, işte bu ertelemenin ne kadar elzem olduğunu gördüm. Mesela Heinrich Mann Alman faşizminin o karanlığını aşarken NEYSE diyebilme cesaretini gösterebilme ve hala şaşırma becerisini yitirmemişti. Onu okudum tekrar.
Sonra Enzensberger her direniş bir gülümsemedir, kahkahadır derken, insanı insan yapan şeyin bir bütünlük olduğunu söylediğini sindirdim. Onu okudum tekrar. Sonra Eagleton'ın “Kötülük“ kitabına daldım. İnsan ne iyidir, ne de kötüdür, onu belirleyen yaşadıklarıdır.
Evet canım kızım. Farklı mağlubiyetlerden kuruldu bizim tarihimiz. Farklı direnişlerle bezendi. Ama her seferinde bir soluk alıp, NEYSE diyerek yeniden yol aldık güzel genç. Bu bizim tercihimiz. Başka bir yaşam düşünmek mümkün olmadığından her NEYSE, “nerede kalmıştık?” sorusunu yeniden yeniden doğurdu.
Aslında biz hep “Şimdiki Zamanda“ yaşıyormuşuz, ne geçmişte, ne gelecekte, tam da şimdiki zamanda yaşıyoruz. Bunu da anladım.
İşte “NEYSE“ bu anlamda önemli. O kadar sorunlar arka arkaya sıralandı ve hepimizi gırtlaklıyor ki, biz de içinde kaybolacak haldeyiz. Bu durumda NEYSE diyebilmek gerekiyor, büyük resmi görebilmek için. Büyük tahribatı algılayıp bir yöntem geliştirebilmek için “NEYSE” diyebilmek. İşte tüm mesele bu sanırım.
Kızım,
Sizlerin fiziken bizden uzaklaştırıldığınız günden beri kötülüğe dair yeni bir şey yok, ezelden beri bizimle birlikte. Ancak günümüzde akışkan-modern dünyamızı karakterize eden türde yeni bir kötülük söz konusu.
Daha önceki katı modernite biçimlerini şekillendiren kötülük, baskı araçları üzerinde tekel oluşturan ve zaman zaman korkunç derecede vahşi ve barbar amaçlarına ulaşmak için sahip oldukları araçları kullanan devletlerin elinde yoğunlaşmıştı. Buna karşılık, çağdaş akışkan-modern toplumlarda, kötülük tamamen daha yaygın ve aynı zamanda daha görünmez hale geldi.
Hayallerimiz
Akışkan kötülük, insan etkileşiminin ve ticaretin akışkan-modern biçimleri tarafından dokunan kumaşın dikişlerinde, insanların birlikte yaşama dokusunda ve rutin işleyiş süreçlerinde gizlenir.
Şiddetli bireyselleşme, insanlar arası bağların gücünü aşındırırken, kötülük, acımasız rekabetin ve karşılıklı yabancılaşmanın işbirliği ve dayanışmanın yerini aldığı, tamamen kuralsızlaştırılmış ve özelleştirilmiş bir sosyal alanın kara deliklerinde gizlenir. Mevcut haliyle kötülüğü tespit etmek, ortaya çıkarmak ve direnmek zordur. Sıradanlığıyla bizi baştan çıkarır ve sonra aniden dışarı fırlar, görünüşte rastgele vurur.
Sonuç, mayın tarlasına benzeyen sosyal bir dünyadır: Patlayıcılarla dolu olduğunu ve patlamaların er ya da geç olacağını biliyoruz ama ne zaman ve nerede patlayacakları hakkında hiçbir fikrimiz yok.
Zygmunt Bauman ve Leonidas Donskis kötülüğün hem daha sıradan hem de daha sinsi hale geldiği, insanlığı hayallerinden, alternatif projelerden ve muhalefet gücünden arındırma noktasına ulaştığını bu şekilde anlatıyorlar.
Koyu bir gericilik içinde çırpınıp duruyoruz. Kendimi zorlayarak bunun yaşadığımız son bunalım olmasını umut ediyorum; ülke kendisini öldüren zehri kusacaktır günün birinde... İşte o zaman biraz soluk alıp bizi engelleyecek yeni kötülüklerle boğuşmaya devam edeceğiz.
Peki nasıl olacak bu zehir kusma? Siyaset Bilimciyim biliyorsun. Ama tek bir yanıtım yok. O kadar akıl, bilgi, tarih ve bilcümle rasyonellikten uzak bir yerdeyiz ki; o kadar bilgisizliğin egemenliğinde yaşamak, daha doğrusu nefes almak, zorundayız ki… Hala buna bir yanıt verememek doğal.
Dolayısıyla artık felsefede çözüm aramak gerektiğini düşünmek gerekir belki de. Tam da bu noktada aklıma Sokrates ile ilgili bir anektot geldi:
Bir gün Sokrates her zaman yapageldiği gibi yine talebeleriyle sohbet ederken bir talebesi Sokrates‘e sorar:
“Eğer demokrasi çoğunluğun kararını kabul etmekse, adil olan da bu değil midir?
Mesela yüz kişinin oy kullandığı bir yerde, elli bir kişinin kararına mı uymak daha adil ve doğru olur, yoksa kırk dokuz kişinin kararına uymak mı? Hem çok mümkündür ki, daha çok insanın daha az insandan yanılma ihtimali daha azdır.
Şu halde sizin demokrasiye karşı çıkmanız doğru olmadığı gibi haklı da sayılmaz.“
Bunun üzerine Sokrates her zaman olduğu gibi soru cevap yöntemini kullanarak o talebeye önce sorar:
S: “Bize söyler misin bilge olmak mı daha zordur yoksa cahil olmak mı daha zordur?“
Talebe: “Elbette ve hiç şüphesiz bilge olmak daha zordur. Bilge olmak için çok okumak araştırmak ve yorulmak gerekirken cahil olmak için bir şey yapmaya gerek yoktur.“
S: “Peki o halde bize yine söyler misin toplumlarda cahil insanların sayısı mı çok olur, yoksa bilge insanların sayısı mı çok olur?“
Talebe: “Elbette ve hiç şüphesiz cahil insanların sayısı fazla olur.”
S: “Peki bize yine söyler misin, bir gemide yüz yolcu bulunsa, geminin nerde nasıl hangi yönde yelken açması gerektiğini kaptan mı daha iyi bilir, yoksa o yüz yolcu mu?“
Talebe: “Eğer yolcular içinde Denizcilik bilgisi olan yoksa pek tabi en iyi bilen kaptandır.“
S: “Peki o halde diyebilir miyiz ki herkes her konuda karar veremez. Herkes bildiği yerde konuşmalı. Her iş ehline verilmeli....“
Talebe: “Pek tabi olması gereken budur.“
S: “Peki o halde, bize yine söyler misin, kimin hangi konuda bilgili olup olmadığını bilmeden, sadece çoğunluk oldukları için kararlarını doğru bulmak adil ve doğru olabilir mi? - Hem sen de kabul ettin ki, bir toplumda cahillerin sayısı bilgelerden hep daha çok olur.“
Demek ki, Hannah Arendt’in de dediği gibi çoğunluk, insani eylemin koşuludur, çünkü hepimiz aynıyız; yani hiç kimsenin şimdiye dek yaşayan, yaşayacak başka herhangi biriyle asla aynı olmayacağı tarzda insanız. (H. Arendt, İnsanlık Durumu)
Siyaset Bilimi
Ayrıca her şeyi ezberleyen, dur durak bilmeden okuyan, metnin kölesi olan, risk almaktan korkan, ezberlediklerini tekrar eder gibi konuşan entelektüeller, okudukları şeyler ile dünyada, ülkelerinde veya yaşadıkları bölgelerde yaşananlar arasında somut bağlar kuramazlarsa, okuduklarını kelimesi kelimesine tekrar ederler fakat nadiren kıymetli bir şeyler öğretebilirler. Diyalektik düşünceyi en doğru şekilde anlatırlar ama kendi düşünüşleri mekaniktir. Bu tür insanlar, gerçek dünyayla bağı kopmuş, idealize edilmiş, verilerden ibaret bir dünyada yaşarlar ancak.
Günümüzde bunlar da azınlık içindeki çoğunluğu oluşturuyorlar ne yazık ki. (Bu konuda önerim: Paulo Freire, Özgürlüğün Pedagojisi-Etik Demokrasi ve Medeni Cesaret)
Ama sevgili kızım öte yandan bir başka gerçeklik var. İnsanın tüm gelişimini belirleyen içinde yaşadığı toplumsal koşullardır der Marx. Peki bilgisi olmadan fikri olanların her köşeden fışkıran bir güruh gibi etrafı saranlarla dolu toplumsal koşullarda insan nasıl bir gelişme gösterir?
Güruh egemenliği
Aslında “that's the question”.
Tam bu noktada siyaset bilimi devreye giriyor. Bir siyasi ideoloji hakkında doğru bir yargı sahibi olabilmek için, onun en donanımlı savunucularından önce en cahil ve yoz savunucularına kulak vermek gerekir: Nereye kadar alçalabileceklerini görebilmek için. Biz gördük onu.
Epeydir başucumda olan bazı kitaplar var. Bolca İngiliz, Korsika ve İsveç polisiyeleri yanı sıra “ne alaka“ diyeceğin Marx’ın 18.Brumaire’i elimin altında. Orada (Almanca yayında) “MOB“ kavramını kullanır.
Bilinçsiz, kendi basit çıkarlarının arkasından koşan, düşünme yetisi olmayan bir güruh bu kalabalık. Ne olursa olsun akıl yoluyla değil, aksine güdüsel hareket eden bu duruma “güruh egemenliği“ der Marx. Anlatsan, anlamayan.
Farklı yaşam tarzıyla aktarmaya çalışsan, inatla algılamayan boş bir kalabalık. Ne de kolay hareket edebiliyorlar bazen dediğimizde gerçeklik tokat yapıştırıyor adeta. Dünyanın en zeki insanı da olsanız, bulunduğunuz ortam vasat ve vasatın altındaki kimselerden ibaret ise düzeyinizi bile koruma imkânınız yoktur. Hepimiz beraber en çok zaman geçirdiğimiz beş kişinin ortalamasıyız.
Doğal ki, bu tespit çokça karamsar. Ama içinde bir gerçeklik barınıyor. Öte yandan yasaklayarak, ceza vererek, susturmaktan başka yapacak bir şeyi kalmayanlara hatırlatalım bir kez daha: “…gerçek yürüyor, onu hiç kimse durduramayacaktır.“ E.Zola
İzninle ben o “yeni“ gerçekle de mücadele edecek adaylardan birisiyim… “fıtrat“ meselesi! Tıpkı Khaled Hosseini’nin ifadesinde olduğu gibi “Annem elmaların olgunlaşmasını bekleseydin, hastalanmazdın” dedi. Şimdi, ne zaman bir şeyi çok istesem, annemin elmalar için söylediği şeyi anımsıyorum. (Uçurtma Avcısı)
Suç ve Ceza
Aslında “dünya hassas kalpler için bir cehennem!” Derken aklıma Nietzsche hakkında bir hikâye geldi.
Torino‘da 1889 yılında hayatının dönüm noktasına yürüdüğünü bilmeyen Nietzsche, şehri dolaşırken bir faytoncunun atını kırbaçladığını görür. At o kadar yorgundur ki kırbaç darbelerine tepki veremez halde yere çökmüştür.
Nietzsche, koşarak atın yanına gider, boynuna sarılır, ağlayarak ata bir şeyler söyler, bilincini yitirir ve bayılır. Bayılmadan önce ata ‘Anne, senden özür dilerim’ veya ‘Anne, ben bir aptalım’ dediği rivayet edilir. Bu olaydan sonra tam on yıl kimseyle konuşmaz, dengesiz davranışları artar, akıl hastanesine yatırılır ama asla eskisi gibi olamaz. ️
Dostoyevski benzer bir olayı Suç ve Ceza‘da Raskolnikov‘un uykularını kaçıran en büyük kâbusu olarak bir çocuğun çaresizliğiyle anlatır. Raskolnikov küçük bir çocuktur. Bir arabacı yorgun yürüyemeyecek haldeki atını; hiç acımadan, çekemeyeceği kadar insanla dolu arabayı çekmesi için kırbaçlar ve yanındakiler de onunla birlikte ellerine geçen her şeyle ata vururlar. Küçük bir çocuk olan Raskolnikov ata sarılır, ağlar yardım ister ama kimse ona yardım etmez. En sonunda arabacı herkesin gözü önünde atı vahşice öldürür. Yaptığından kendisi ve onunla birlikte olanlar büyük keyif alırlar.
Milan Kundera "Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği” kitabında Nietzsche‘nin yaşadığı söylenen olayı şöyle değerlendirir. “Gerçek insan iyiliği, ancak karşısındaki güçsüz bir yaratıksa bütün saflığıyla özgürce ortaya çıkabilir. İnsan soyunun gerçek ahlaki sınavı, temel sınavı (iyice derinlere gömülmüş gözlerden uzak sınavı) onun merhametine bırakılmış olanlara davranışlarında gizlidir: Hayvanlara...Ve işte bu açıdan insan soyu temel bir yenilgi yaşamıştır. O kadar temel bir yenilgi ki, bütün öteki yenilgiler kaynağını bundan almaktadır.“
Nietzsche ve Dostoyevski, insanların anlam veremedikleri merhametsizliği karşısında çaresiz kalıp, insanlardan uzak durmayı tercih etmişler.
Goethe ise bu çaresizliği şöyle betimler: “Dünya hassas kalpler için bir cehennemdir!..”
Evet canım kızım, uzatıyorum. Düşüncelerdeki kopuluklarım(ız) da bir gerçeklik. Karşı karşıya kaldıklarımızı hazmedememek yeni bir deneyim bizim gibi her daim düşleri peşinde koşan sabırsızlık zamanının güzel çocukları için.
Çıkacaksın. Birlikte olmak istediklerinle birlikte koşacaksın... Uzaktan da olsa seni hep göreceğim, hissedeceğim.
Sevgiyle kal
(HO/EMK)