Avrupa genelindeki ceza infaz kurumları, son yılların en ciddi krizlerden biriyle karşı karşıya: Aşırı kalabalıklaşma. Ancak bu durumu sadece “mekân darlığı” olarak tanımlamak, meselenin insani boyutunu görmemek olur. Avrupa Cezaevleri ve Islah Hizmetleri Örgütü (EuroPris) tarafından aralık ayı başında yayımlanan “Zorluklardan Çözümlere: Hapishane Aşırı Kalabalığına İlişkin Avrupa Stratejilerinin Haritalanması” başlıklı rapor, sadece istatistikleri değil, dört duvar arasına sıkışan adalet sistemlerinin röntgenini çekiyor. Aralarında Türkiye’nin de olduğu 33 ulusal ve bölgesel hapishane idaresinin verilerine dayanan rapor, sorunun sadece “yatak kapasitesi” olmadığını, adalet sisteminin tamamını ilgilendiren ve insan onurunu tehdit eden bir tıkanıklık olduğunu ortaya koyuyor.[1]
Krizin sayısal boyutu
Raporda Avrupa genelindeki hapishane nüfusundaki artış eğilimi dikkat çekiyor. Araştırmaya katılan 33 idarenin 24’ü, 2020 ila 2025 yılları arasında hapishane nüfusunda belirgin bir artış yaşadığını bildiriyor.[2] Bu dönemde Fransa’da hükümlü ve tutuklu sayısı, 70 bin 651’den 81 bin 559’a yükselirken, İsveç’te son beş yılda yüzde 55’lik rekor bir artış var. Benzer şekilde sırasıyla Kuzey İrlanda’da yüzde 42, Hırvatistan’da yüzde 31, İrlanda’da ise yüzde 27 oranında artış olduğu görülüyor.[3] Estonya, Gürcistan, Litvanya ve Slovakya gibi ülkelerde ise uzun vadeli reformlar ve alternatif infaz yöntemlerinin genişletilmesi sayesinde düşüş eğilimi söz konusu.[4]
Fakat asıl alarm zilleri Türkiye için çalıyor. Rapor, Türkiye verilerine endişe verici ayrı bir parantez açıyor. Türkiye’de 2015 ile 2025 yılları arasında hapishane nüfusunun yüzde 51,9 oranında arttığı belirtiliyor.[5] Türkiye’nin Avrupa Konseyi ülkeleri arasında hapishane nüfusu bakımından ilk sırada olduğunu düşündüğümüzde bu artış artık istatistiksel bir eğilim değil; başlı başına farklı bir cezalandırma biçimine dönüşmüş bir gerçeklik ve çok katmanlı bir insan hakları ihlali olarak karşımızda duruyor.

Ülkeden ülkeye farklı standartlar
Raporda da vurgulandığı üzere, “aşırı kalabalık” sadece istatistiksel bir veri değil; doğrudan uluslararası standartlara uyum ve insan onuru meselesi. Bu noktada, raporun sınırlarını biraz aşarak ayrı bir parantez açmak yerinde olacak. Avrupa İşkenceyi Önleme Komitesi’ne (CPT) göre; banyo ve tuvalet hariç tutulmak kaydıyla, tek kişilik hücrelerde en az 6 m², çoklu koğuşlarda ise kişi başına en az 4 m² alan bulunması gerekiyor. Ancak uygulamada ülkeler arasında insan hakları ihlallerine davetiye çıkaran derin uçurumlar mevcut.
Örneğin; Hollanda’da bu standart 10 m² ile insan onurunu merkeze alırken; İtalya ve Polonya’da bu alan 3 m²’ye kadar düşebiliyor. Bu verileri Türkiye ölçeğine yansıttığımızda karşımıza çıkan tablo oldukça sarsıcı. Raporun hazırlandığı dönem itibarıyla Türkiye’nin 400 bin sınırına dayanan devasa mahpus nüfusuna, sadece CPT’nin belirlediği “asgari” 4 m²’lik alan sağlansa bile, sadece yatakların sığacağı alan için 1,6 km²’lik kesintisiz bir zemin gerekiyor. Ancak elbette bir hapishanenin gerçek alanı sadece yataklardan ibaret değil; idari binalar, güvenlik hatları ve sosyal alanlar eklendiğinde bu nüfusu barındırmak için en az 35-40 km²’lik bir yerleşkeye ihtiyaç var.
Bu sayının büyüklüğünü anlamak için şu kıyaslamayı yapmak yerinde olacak: Bu nüfusu “standartlara uygun” barındırmak için, yaklaşık 37 km² yüzölçümüne sahip olan Bozcaada’nın büyük bir hapishaneye dönüştürülmesi ya da İstanbul’un en yoğun ilçelerinden Güngören, Beyoğlu ve Beşiktaş’ın toplam yüzölçümünden daha büyük bir alanın bütünüyle dört duvar arasına alınması gerekiyor.
Değişen “kapasite” tanımları
Raporda, “aşırı kalabalık” kavramının ülkeden ülkeye değiştiği vurgulanıyor. Bu noktada rapora göre Türkiye, kapasite yönetiminde “Tasarım Kapasitesi” (Design Capacity) ile “Artırılmış Operasyonel Kapasite” (Increased Operational Capacity) arasında net bir ayrım yapıyor.[6] Bu ayrım şu anlama geliyor: Bir hapishanenin inşası sırasında belirlenen “tasarım kapasitesi” aşılsa bile, idare tarafından ek ranzalar veya düzenlemelerle oluşturulan “operasyonel kapasite” esas alınabiliyor. İnsan hakları perspektifinden bakıldığında bu, tehlikeli bir algı kaymasının göstergesi.
Kriz anlarında belirlenen geçici kapasite artışları zamanla “yeni normal” haline geliyor ve “kabul edilebilir doluluk” sınırı sürekli olarak yukarı çekiliyor. Bu durum aslında Türkiye hapishanelerinde insan hakları standartlarının sessizce yok edilmesi anlamına geliyor. Türkiye, raporda sunulan haritada kırmızı işaretli “aşırı kalabalık bildiren” ülkeler arasında yer alıyor.[7] Bu da, artırılmış operasyonel kapasite tanımlarına yani yapılan tüm kağıt üstü düzenlemelere rağmen sistem üzerindeki baskının idare tarafından kabul edildiğini gösteriyor.
“Hissedilen kalabalıklaşma”
EuroPris raporu, aşırı kalabalıklaşmanın sadece sayısal bir doluluk oranı yani kapasitenin yüzde 100’ü aşması olarak görülmemesi gerektiğinin altını çiziyor. Katılımcı idarelerin 19’u, kendi tanımlarına göre şu anda aşırı kalabalık sorunu yaşadıklarını beyan ediyor.[8] Lüksemburg ve Kuzey İrlanda gibi ülkelerde, resmi kapasite yüzde 100 dolmasa bile, personel yetersizliği ve hizmetlere erişimdeki aksamalar nedeniyle “hissedilen kalabalıklaşma” yaşandığı ifade ediyor.[9] Sağlığa erişimin gecikmesi, banyo sırasının gelmemesi, bir psikologla görüşememek... İşte hissedilen kalabalık bu.

Özellikle gözaltı merkezleri ve kadın hapishaneleri, krizin en yoğun hissedildiği “baskı noktaları” olarak öne çıkıyor. Raporda bir uzmanın sözleri duvarların ardındaki gerçeği açıkça ortaya koyuyor: “Aşırı kalabalık, kendi başına bir kişisel bütünlük ihlalidir; özellikle farklı yaklaşım gerektiren özel ihtiyaç sahibi mahpuslar için bu durum daha da kritiktir”.[10]
Ortak alanlar koğuşa dönüşüyor
Artan nüfus karşısında hapishane idareleri kısa vadeli, “acil durum” çözümlerine başvuruyor. Çoklu hücre kullanımı, acil nakiller ve spor salonu ile dersliklerin geçici barınma alanına dönüştürülmesi en yaygın uygulamalar arasında. Örneğin; Danimarka, akut kapasite baskısı karşısında spor salonlarını ve sınıfları geçici konaklama alanlarına dönüştürülüyor.[11] Çekya’da kişi başına düşen alan standartları kriz anlarında yasal olarak düşürülebiliyor veya bakım-onarım çalışmaları ertelenerek tüm alanlar kullanıma açılıyor.[12]

Türkiye’de artan hapishane nüfusu nedeniyle benzer uygulamalar zorunluluk gibi görülse de bu yöntemler çözüme değil, sorunun derinleşmesine neden oluyor. Sosyal alanların koğuşa dönüşmesi, mahpusların adeta “depolanan” nesnelere indirgenmesine yol açıyor. Rapor, geçici önlemlerin kalıcı hale gelmesi riskine karşı uyarıyor. “Eşik Kayması” (Threshold Drift) olarak tanımlanan bu olgu, kriz anında kabul edilen istisnai durumların zamanla “yeni normal” haline gelmesini ve kabul edilebilir standartların düşmesini ifade ediyor.[13]
“Hücre kiralama” modeli
Orta ve uzun vadeli stratejilerde ise ülkelerin yaklaşımları farklılaşıyor. Belçika ve Polonya gibi ülkeler, elektronik kelepçe gibi denetimli serbestlik uygulamalarını yaygınlaştırarak “giriş ve çıkışları” yönetmeye çalışıyor.[14]
Daha tartışmalı bir yöntem olarak “yurt dışından hücre kiralama” uygulaması da raporda yer alıyor. Norveç ve Belçika’nın geçmişte Hollanda’dan kapasite kiraladığı hatırlatılırken, Danimarka’nın Kosova ile 2027’den itibaren 300 mahpus, İsveç’in ise Estonya ile 2026’dan itibaren 600 mahpusun transferi için anlaşmalar yaptığı belirtiliyor. Bu uygulama, sorunu çözmekten çok “ihraç etmek” anlamına geliyor.
Uygulama, mahpusların görüş haklarının ellerinden alınmasını, dil bariyerini ve farklı yasal süreçlere maruz kalmaları gibi birçok farklı cezalandırmayı da beraberinde getiriyor. Ayrıca aşırı kalabalığı yönetmek için mahpusu bir “eşya” gibi başka bir coğrafyaya transfer eden ve infaz sürecini belirsiz bir sürgün hayatına dönüştüren insanlık dışı bir modele dönüşmesi kaçınılmaz.
Diğer yandan yeni hapishane yatırımları da sürüyor. Fransa, 2027 yılına kadar 15 bin kişilik yeni kapasite oluşturmayı planlarken, Macaristan 1.500 kişilik yeni bir hapishane inşa ediyor.[15] Ancak İsveçli yetkililer ise raporda uyarıyor: “En büyük ders, aktivite alanlarını artırmadan sadece yatak sayısını artırmanın ciddi riskler yarattığıdır. Kapasite artışı, rehabilitasyon programlarıyla dengelenmelidir.”[16]
Çözüm bütünsel yaklaşım
Kapasite artırımı, yeni binalar ve daha fazla duvar… Bunların hiçbiri tek başına çözüm değil. Personel güçlendirilmiyorsa, sağlık ve eğitim hizmetleri iyileştirilmiyorsa, eşitsizlikleri azaltacak sosyal politikalar uygulanmıyorsa ve mahpusların topluma dönüşünü kolaylaştıracak mekanizmalar kurulmadıysa; sorun yalnızca ertelenmiş olur. EuroPris İcra Direktörü Gustav Tallving, raporun önsözünde aşırı kalabalıklaşmanın sadece “yatak saymak ve yeni hücreler inşa etmek” olmadığını belirtiyor.[17]
Sürdürülebilir çözüm; ceza politikalarının gözden geçirilmesi, denetimli serbestlik ve kamu hizmeti gibi hapis dışı cezaların daha etkin kullanılması ve yargı ile infaz kurumları arasında veri paylaşımına dayalı güçlü bir koordinasyon gerektiriyor.[18] Hapishanelerin sadece insanları tutan binalar değil, topluma geri kazandırma merkezleri olarak işlev görebilmesi için, planlamaların mutlaka personel ve rehabilitasyon programlarıyla desteklenmesi gerekiyor.[19]
Aşırı kalabalıklaşmış, hizmetlere erişimin sınırlı olduğu, personelin tükenmiş hissettiği kurumlar; sadece mahpusların değil, hepimizin hakkına, güvenliğine ve geleceğine dair bir şey söylüyor. Unutulmamalıdır ki; hapishaneler toplumun aynasıdır ve inşa edilen her yeni hapishane, aslında toplumsal adalet sisteminin iflasının devasa bir anıtıdır.
Dipnotlar:
[1] EuroPris, From Challenges to Solutions: Mapping European Strategies on Prison Overcrowding, 2025, s. 4.
[2] A.g.e., s. 9.
[3] A.g.e., s. 9.
[4] A.g.e., s. 10.
[5] A.g.e., s. 10.
[6] A.g.e., s. 9.
[7] A.g.e., s. 11.
[8] A.g.e., s. 10.
[9] A.g.e., s. 10.
[10] A.g.e., s. 11.
[11] A.g.e., s. 16.
[12] A.g.e., s. 16.
[13] A.g.e., s. 12.
[14] A.g.e., s. 16.
[15] A.g.e., s. 18.
[16] A.g.e., s. 21.
[17] A.g.e., s. 3.
[18] A.g.e., s. 20.
[19] A.g.e., s. 7.
(AK/VC)



