Türkiye’nin süratle değişen gündem sıralamasında şimdi çok gerilere düşmüş olsa da, kendini solda addeden kimilerinin dahi methiye kabilinden ve ‘’hafıza-ı beşer nisyan ile malüldür’’ deyişini doğrularcasına “efsanevi” sıfatını layık gördükleri polis şefi ve istihbaratçı Hanefi Avcı’nın çıkışının ve yok satarcasına rağbet gören “Haliç’te Yaşayan Simonlar’’ başlıklı kitabının, süre giden rejim içi kutuplaşma ve kavgalarda yeni bir girdi, yeni bir veri ve kefelerden birine konan yeni bir ağırlık olduğuna hiç şüphe yok. Şimdi “kurban” olmaktan yakınan Avcı, bir karşı hamleyle derdest edilmiş, cemaatin “okyanus ötesindeki” imamı azamı onun hakkında vurun boynunu dercesine “Allah taksiratını affetsin” fetvası vermiş olabilir.
Ama laf ve kitap ortaya düşüp dolaşıma girdi, Avcı, gerekli gördüğü yetkili makamlara, kitabında yer alan bilgilerden çok daha fazlasını içeren dilekçelerle başvurdu ve tutuklanmasının hemen öncesinde, Genelkurmay Askeri Savcılığına cemaatin ordu içindeki yapılanması ve sorumlu imamı hakkında dağarcığındaki bilgileri aktardı bir kere. Bütün bunlar yok hükmünde sayılamaz artık. Diyalektiğe nazire yaparcasına, şu sıralar avcı/kurban arafında gezinen Avcı’nın, müdebbir bir istihbaratçı olarak, bazı bilgileri gerektiğinde ifşa etmek veya bir pazarlık kartı olarak kullanmak amacıyla herkesten esirgemesi yahut sadece en güvenilir sırdaşlarının uhdesinde yedeklemesi ihtimali de cabası.
Olayın kendisi kanıt
Sosyalist solu ve Kürt hareketini kovuşturmayı kariyeri boyunca ihtiraslı bir uğraşa dönüştürmüş, kitabının da delalet ettiği gibi son derece “işkolik” bir polis şefinin yasadışı bir sol örgüte yardım ve yatakçılıktan cezaevine tıkılması, şahsi çerçevede ironinin, olay daha geniş bir kadraja yerleştirildiğinde ise skandalın ta kendisi olabilir. Ancak, Türkiye’deki rejim içi tepişmelerin sert siyasal mantığından bakıldığında, Mavi Marmara soğukluğunun ardından, referandum sürecinde muhabbet tazeleyen hükümet-cemaat ittifakı, Hanefi Avcı’nın çıkışına bir güç gösterisiyle cevap vermeye, onun sözcülüğüne soyunduğu emniyet içindeki unsurları simgesel bir vuruşla sindirmeye, muktedirliğini herkesin gözüne çakmaya ve en iyi savunma saldırıdır anlayışıyla davranmaya mecbur ve mahkûmdu.
Ama bu mecburiyetin yol açtığı garipliğe bakın ki, Sosyalist Demokrasi Partisi (SDP) ve Toplumsal Özgürlük Platformu (TÖP) mensubu sosyalistlerle Avcı’yı aynı kareye yerleştiren, sıfır inandırıcılıkta, her açıdan kabalık kokan bir tertip ve fesatla sergilenen bu güç gösterisinin kendisi, Avcı’nın iddiasını doğrulayan yeni ve çok çarpıcı bir kanıta dönüştü. Hükümete desteklerini sürdüren Ali Bayramoğlu gibi liberallerin kafasını karıştıran, AKP katarından çoktan inmiş Cüneyt Ülsever gibilerini ise, tutuklanan sosyalistleri unutup Avcı’ya sahip çıkan bir kısım “solcu” ile birlikte eylemli tepkiye sevk eden işte bu durumdu.
Avcı’nın iddiası özü itibarıyla şudur: Emniyette, özellikle de emniyetin istihbarat ve operasyon birimlerinde, MİT’te, orduda ve yargıda, her birinin başında birer sektör imamının bulunduğu, kendi hiyerarşisine sahip cemaat yapılanmaları mevcuttur. Bunlar kendi aralarındaki bağlantılarla devlet içinde ayrı bir irade ve kuşatıcı bir şebeke oluşturmaktadırlar. Kendi dolaysız hâkimiyet alanını genişletmek için her yolu mubah gören, kendinden olmayanlara tezgâhlar kuran, seçmeli hedeflerine vururken kendine bağlı medya ağlarını da bir propaganda aygıtı gibi seferber edebilen bir şebekedir bu.
Birazcık Carl Schmitt
Carl Schmitt adı bazılarımıza yabancı olabilir. Bu yüzden, önce kısa ve tanıtıcı bir not: Bu zatı muhterem, Nazi iktidarını haklılaştıran, müzakereciliğin, mutabakatçılığın, normatifliğin, liberalizmin ve parlamenter demokrasinin azılı düşmanı olan bir siyaset ve hukuk kuramcısı; başka hiçbir onamaya ve göndermeye ihtiyaç duymaksızın meşruiyetini kendisinden alan bir egemenlik halini hukuki terimlere dökmüş bir “kararcı.” Schmitt’in bugünün Türkiye”si için de açıklayıcı olabilecek kilit kavramlarından biri olağanüstü veya “istisnai” haldir.
Schmitt’e göre; adına layık egemen, olağanüstü hali veya bunalımı yönetebilen, bunalımın çeşitli uğraklarında kendisinden menkul kararlar verebilen, kuvvetler ayrılığı gibi ilkeleri bir budalalık olarak gören ve kendini önceden verili bağlayıcı bir yasallıkla sınırlamayan kişi veya tüzel kişiliktir.
Carl Schmitt’in ruhunun bugünün Türkiye’sinde gezindiğini söylemek abartı olmasa gerek. Lakin, çok önemli bir tadilat ve uyarlamayla birlikte: Günümüz Türkiye’sinde “kararcılık”, demokrasi şalı altında, sözüm ona “sivil siyaset” alanını genişletme iddiasıyla, özünde “kararcı” olan çeşitli icraatları gerekli kılıf ve kisvelere büründürmeyi ihmal etmeden; bu demektir ki, kitabına uydurmanın daha incelikli yöntemleriyle, hukuku siyasallaştırmanın daha uzmanlaşmış ve özgün biçimleriyle icra edilmektedir. Bütün gafillerin hilafına, Avcı’nın kitabında bir dizi örneğini verdiği emniyet içi ayak kaydırmalar, üzerinde özel olarak durduğu Yücel Aşkın ve İlhan Cihaner vakaları bir yana, KCK davası ve en son “Devrimci Karargâh” soruşturması buram buram “kararcılık” kokmuyor mu?
Birazcık Karl Marx
Louis Bonaparte darbesini irdelediği ünlü çalışmasında, Karl Marx, aynı zamanda burjuva devletin sınıf mücadelelerinin basıncı ve hâkim sınıf hiziplerinin itiş kakışları arasında durmaksızın daha da yetkinleşmesini anlatır bize. Devlet yetkinleştikçe toplumun gözeneklerini tıkayan devasa bir askeri-bürokratik aygıta, gittikçe azmanlaşan asalak bir ura dönüşür. Bu sürecin her evresinde yürütme daha başına buyruk hale gelir. Bu, burjuvazinin çeşitli hiziplerinin bu aygıtı ele geçirme mücadelelerini de kızıştıran bir durumdur aynı zamanda.
“Haliç’te Yaşayan Simonlar” devletin yetkinleşmesinin tek bir kurum üzerinden, polis teşkilatı penceresinden bir anlatımı olarak da okunabilir. Avcı, kitabında yasadışı örgütler karşısındaki yetersizliklerini, donanım, uzmanlaşma, izleme ve dinleme teknikleri, taktik yenilik ve bu örgütleri daha yakından tanıma açısından zamanla nasıl aştıklarına dair bir dizi veri sunuyor. Hatta öyle ki, yazar, yeri geldikçe karşılaştırmalar yapıyor ve mücadele halinde oldukları örgütlerin gıpta ettiği çeşitli üstünlüklerini övmekten geri durmuyor.
Şüphesiz, devletin yetkinleşmesi daha bütünsel, derece derece bütün kurumlara, devlet-toplum ilişkilerinin her düzeyine yayılan ve aynı zamanda yeni kurumların ihdasını gerektiren bir süreç. Okul, fabrika, emek süreçleri, sokak ve mekansal stratejiler de bu yetkinleşmeden kendi nasiplerini kesinlikle alırlar. Sınıf mücadeleleri ve derinleşen işbölümü bu süreçte bir bakıma mahmuz işlevi görür. Bu bütünsellik içinde emniyet, bir tür barometre ve mızrak başı olarak görülebilir.
Birazcık Focault ve Negri
“Disiplin toplumundan denetim toplumuna geçiş,” A. Negri’nin günümüz kapitalist toplumlarını betimlemek amacıyla kimi Fransız düşünürlerinden, özellikle de M. Fuocault’dan esinlenerek kullandığı bir tabir. Bu geçiş üç tipik gösterge üzerinden izlenebilir: Bio-politika, polis teşkilatının evrimi veya daha doğrusu, bütün toplumun polisiye faaliyetlerin nesnesi haline gelmesi, bunun uzantısı olarak bizzat ordunun da gitgide polisleşmesi ve her şeyin görülüp izlenmesi anlamında panoptikon gözetleme. Başka bir ışıktan bakıldığında, Avcı’nın kitabı bu geçişin bir öyküsü olarak da okunabilir. Elektronik izleme, dinleme, denetim ve takip ağının kurucularından biri olan Avcı’nın bu yönde emniyetin kat ettiği ilerlemeleri “mucize” olarak adlandırması, tam böyle bir bağlama oturuyor.
Şimdi dönüp yaratıcılarından birini de vurmuş olsa bile, bu mucizenin getirileri saymakla bitmez. Tabiri caizse, artık bütün evler camdan, bütün perdeler çekili, bütün özel ilişkiler ve mahremiyet alanları yolgeçen hanı ve her an ifşaata açık, bütün toplum bir BBG evi, devletin optiğinden her şey ayan beyan ve her şey saydam. Hal böyleyse, yeraltını da artık bir kedi-fare oyununa dönüşmüş sayabiliriz.
Avcı’nın durduğu yerden bakarsanız, bu durum neredeyse devletin nihai ve mutlak bir zaferi. Ama devletin bir akrep gibi kendi kendisini sokmaması için, bu zaferin yasalarla sınırlanması gerekiyor, o kadar. Gelgelelim, kendi başarımlarının büyüsüne ve esrimesine kapılmış istihbaratçımız yanılıyor. Kitabında hayranlıkla anlattığı, Diyarbakır Cezaevinde istihbaratı alınan ama bütün aramalara rağmen bir türlü bulunamayan tünel olayı yanıldığının bir karinesi aslında.
Hiç kimse, hiçbir yeni tedbir ve buluş, ezilen dünyanın yaratıcılığına, yenilikçiliğine, kurnazlığına, çalışılacak zayıf yan bulma ve engel aşma arayışlarına sınır çekemez. Bu, ezilenlere fıtraten bahşedilmiş Allah vergisi bir meleke değil, edinilen bir yetenek. Varoluş koşullarının, her daim risklerle boğuşarak ayakta kalmanın ve çoğu kez sırat köprüsü halleri yaşamanın ezilen dünyayı iteklediği bir doğrultu.
“Efsanevi” istihbaratçımıza bir hatırlatma daha: Birçok Marxist araştırmacının işaret ettiği gibi, burjuva devletin ilerleyen teknik hassasiyeti, aynı zamanda müdahale edilebilir bir aşırı bağımlılık ve kırılganlık demek…
Yazarlık ve polislik
Hanefi Avcı kitabının girişinde, polislikten sıyrılıp sözcüğün gerçek anlamında yazar olmaya karar vermiş biri izlenimini veriyor. Karşımızda biyolojik olarak kendini 35-40’ında, ama çekilen acıların, yaşanan iç fırtınaların ve bir bütün olarak deneyim yükünün “kemal” yaşı olarak 150’sinde hisseden karmaşık bir kişilik vardır. Avcı, simgesel evreninin ve değerler manzumesinin çöküşünü ve halen sürmekte olan iç hesaplaşmalarını Türkiye’nin bir tarihsel kesitiyle sarmalayarak, belirli bir olay örgüsü ile ve otobiyografi türünün elverdiği sınırlar içinde serimleme vaadinde bulunur adeta.
Ama girişten hemen sonra bu vaat, ne hikmetse unutuluverir. Karşımızda zırhlarını kuşanmış, tartarak konuşan, bazı yerlerde iyiden iyiye ketum bir polis şefi vardır bu kez. Kitaba adını vermiş olan “Simon” dahi, karakter şöyle dursun, bir tip bile olamaz. Avcı’nın manevi bunalımından bir çırpıda sıyrılmasının basit bir vesilesinden başka bir şey değildir o. Bize sunulan polisiye serüvenler dizisinde ise kimi anlamlı suskunluk bölgeleri var. Örneğin Mersin Siyasi Şubede olup bitenlerin hızla geçiştirilmesi ve kendisini JİTEM’le buluşturan itirafçıların sevk ve idaresine ise hiç değinilmemesi gibi. İnsanın polisten bu kadar yazar olurmuş diyesi geliyor.
Hanefi Avcı’nın derdi
Hanefi Avcı’nın çıkışının gerisinde karmaşık ve komploculuk kokan nedenler aramak yersiz. Çokça iddia edildiğinin aksine, o cemaatin saf değiştiren bir ihanetçisi de değil. Bu tescilli işkenceci, emniyette bir ekolün savunucusu ve temsilcisi sayılırsa her şey daha basitleşir. Bu ekol sadece teknik yeniliklere öncülük etmemiş, zamanında işkenceyi de “en yüksek verim” esası üzerinden daha sistematik, daha yoğun, daha çok türlü ve bu anlamda daha “rasyonel” hale getirmiştir. Farklı emniyet müdürlüklerinin muamelesinden geçtikten sonra Avcı ve ekibi tarafından sorgulanan herkes, aradaki farkın canlı tanığıdır. Bu satırların yazarı da bunlardan biridir.
Ama rasyonalite Avcı ve onun gibi düşünenler açısından genel, yönlendirici ve mesleki bir bir ilke veya tutumdur. Kendilerini teknik yenilikler peşinde koşmaya sevk eden de aynı yaklaşımdır. Avcı, siyasi görüşleri “iş”e ve işin gereklerine bulaştırmamanın, “iş yaparken” indoktrine olmanın, profesyonelliğin, kadro seçiminde ve atamalarda liyakat ölçütünden sapmamanın ısrarlı bir savunucudur. Onun, bir yanılsamanın ifadesi olsa da “devletin ideolojisi olmamalıdır” demesinin, çeşitli emniyetçiler hakkında kanaat belirtirken yukarıdaki ölçütleri kullanmasının nedeni budur. Kitabın çeşitli yerlerine serpiştirilmiş rejim eleştirileri de aynı mantıktan besleniyor.
Zamanlamasını ve hesaplarını doğru yapıp yapmadığı, çıkışından bir “kelebek etkisi” bekleyip beklemediği ayrı bahis; ama onun emniyetteki cemaat yapılanmasıyla açık bir çatışmaya girmeyi göze almasının “sırrı” da buradadır. Kitabında bunun bolca kanıtı var.
Hal böyleyken, solda sıkça rastladığı gibi, işkenceciliğinin altını çizmekle yetinip Avcı’nın ifşaatlarının içerimleriyle ilgilenmemek, farklı düzeyleri birbirine karıştıran gayri siyasi bir tutum. Hakeza, bu ifşaatları “devletin hangi sermeye hizbi tarafından ele geçirildiğinin ne önemi var” kayıtsızlığı ile karşılamak da öyle. Unutmayalım; sürüp gitmekte olan bir rejim ve devlet biçimi çekişmesidir, basit bir ele geçirme değil.(KK/EK)