90'lar hakkında çok konuşuldu, konuşuluyor. Belli ki alıcısı, taliplisi, özleyeni, güzelleyeni bol.
"Eski Türkiye"ye ağıt yakmak, harala gürele içinde kaybediverdiklerimizi hatırlayıp anmak, neoliberalleşirken, demokratikleşirken(!), tam da zenginleşirken(!) birden başa dönüvermenin telafisini bulmak gibi arayışlar farklı mecralarda "ne güzel yıllarımızdın sen, ey 90'lar" yankısı yapıyor.
Nihayet küçülen devlet, özel televizyonlarla genişleyen kamusal alan ve kavuşulan "konuşan Türkiye", CNN-MTV-McDonalds falan derken şaka maka küreselleşmemiz, Akmerkez-Capitol derken alışveriş merkezlerinin tüketim çağını müjdelemesi ile kaçakçı pazarlarından kurtulmamız, "yeni" ve "genç" siyasi liderler, özgürleşmenin tadına varan entelektüel hayat, sinema, edebiyat, Yeni Yüzyıl ve Radikal gibi gazeteler ile çok maaş almasıyla övünen "her devrin adamı" gazetecilerden kurtulma umudu ve elbette kabına sığmayan pop, dirilen arabesk, yeniden canlanan rock ve buradayız diyen rap ile müzik dünyası.
2000'lerin hayal kırıklığı
2000'ler ise fos çıkan milenyum geyiğinin yarattığı hayal kırıklığından mı, 2001 Eylül'ünde ABD'de yaşanan saldırılar ile girdiğimiz "küresel-sonrası" dünyanın aldığı ceberut görünümden mi, çok canlar yakan 2001 ekonomik krizinden mi, 2002'den itibaren kesintisiz devam eden AKP iktidarından mı, internetin yaygınlaşıp her şeyin tadını kaçırması, efsununu dağıtmasından mı bilinmez, pek öyle nostalji ile yad edilmiyor.
"Bir 90'lar değil" fikrinde herkes mutabık gibi.
"Eski Türkiye" arayışları için yeterince eskimemiş de olabilir henüz, halbuki pek oralı olmasak da basbayağı 2020'lerdeyiz artık.
Ama işte tam 2000 yılında dinleyicilere sunulan bir pop-figür, müzikte 20. yılını kutlama (tamam mı devam mı aşaması da denebilir) eşiğine geldi bile.
Eğlence, neşe, çocuksuluk, salaklık derecesinde saflık ve iyimserlik ile delicesine bir romantizm ile özdeşleştirebileceğimiz 90'lar pop müziği, bize her fırsatta sayıp döktüğümüz ve unut(a)madığımız çok sayıda yıldız bırakırken, 2000'ler sanki müzikal-ticari mücadelelerin bir nebze daha gaddarlaştığı, centilmenler anlaşmasının bozulduğu, hakim olan Televole kültürü-magazin programcılığı ile laf taşımanın, atışmanın, "polemiğe girmenin" yükseldiği bir döneme tekabül ediyor.
Müziğin kendisi de çok daha az romantik, daha gerçekçi, maddeci, realist, acımasız, atara atar gidere gider bir havaya bürünüyor, cinsellik her zamankinden de fazla satma kapasitesine erişiyor, anlık hazlar, kolay keyif alma biçimleri, hızlı eğlenme kabiliyeti, unutma ve unutturma becerisi öne çıkıyordu.
Bugünün enkazı...
Bugünkü enkaza da böyle ulaşıldı zaten ama şimdi konu o değil. Ruh neyse, müzik odur.
Bu tarihsel anda melodik ve akılda kalıcı ama sentetik ve yüzeysel şarkısı Yalanın Batsın ile çıkan Hande Yener, o günlerde nedense pek vurgulanmasa da Sezen Aksu'nun eski asistanıydı.
Müzisyenlik öncesindeki hayatında mağazalarda çalıştığı için adı "eski tezgahtar"a çıkmışken bile Aksu kanalını (ya da kozunu) kullanmaması, öncesinde ve sonrasında pek çok şarkıcı buradan yürümüşken, ilginçti.
Alelade bir şarkıcı ya da 15 dakika süren bir şöhret olarak kalıp, nice unutulmuşların, bir şarkıyla parlayıp kaybolmuşların yanında saf tutabilecekken, 2002 yazında patlattığı "ucuza satılan CD" promosyonlu albümü Sen Yoluna, Ben Yoluma... ile bir anda gündem oluyor, Balon'du Küs'tü Şansın Bol Olsun'du derken art arda öne çıkan hit şarkılarıyla kimseye kendine alakasız kalma lüksü tanımıyordu.
Gün, onun günüydü.
Şarkılar dile düşmüş, 7/24 radyolarda ve televizyon kanallarında çalarken, kendisi her dem Televole ve türevi magazin programlarında arz-ı endam ediyor, azıcık geç gelen şöhretin tadını çıkarıyor, Etiler barlarında sürekli sahneye çıkarak eğleniyor ve eğlendiriyordu.
Türkiye ekonomik sıkıntılardan bezmiş ve kriz çıkarmaktan başka bir kabiliyetleri yokmuş gibi duran siyasetçilerin suratlarına bakmaktan yorulmuşken, çareyi gamı kederi efkârı unutup, "eller havaya" coşmakta bulmuş, Hande Yener de "yettim, buradayım" diye fırlamış, yaralarımıza merhem olmuş, günümüzü gecemizi kurtarmış gibiydi.
Yener'in yolu, o telaş ve hengâme içinde sadece Etiler barlarına değil, Seda Sayan ve Tatlıses ile Maksim Gazinosu programlarına ve Cem Uzan mitinglerine de düşmüştü. Cool olma kaygısı sonradan hasıl oldu yani. O kadar olur, neyse.
"Maraba televole" yılları
Eğlenmekten coşturmaktan, "maraba televoleden" falan ileriye geçmesi için 2004 yazında çıkan Aşk Kadın Ruhundan Anlamıyor albümünü beklemek gerekiyordu.
Her ne kadar kendisi bol bol demeçler mülakatlar verip "artık Mete Özgencil ile çalışıyorum, beni entelektüeller de dinleyecek" dese ve bunda haksız olmasa da onu gerçek manada fark etmemize yarayan ve İzel ile Gülşen gibi rakiplerinin önüne taşıyan şarkısı, klibi İtalya'da çekilen dev pop hiti Acele Etme oluyordu.
Bu ve yine Altan Çetin'e ait Kırmızı'ya ilaveten Özgencil'in Hoşgeldiniz'i ile Sezen Aksu'dan Armağan gibi şarkılar ile burun kıvıranların, görmezden gelenlerin, abartılıyor diyenlerin bile içten içe dinlediği, çaldığı, dans ettiği, eşlik ettiği birine, adıyla sanıyla bir popstara dönüşüyordu.
Yener, büyük maddi başarının yanında bir dönemin ruhunu yansıttığı söylenebilecek şarkıları, hali-tavrı, temsil ettiği müzik tarzıyla da "kazanmanın" keyfini çıkaracakken, 2006 başında çıkan Apayrı isimli yapımla başka bir yönelim kazanıyor, elektronik sesler ve ironik sözlerle bezeli bu saf pop-dans albümü ile kendisine popülerlik kazandıran kitlelerden bir nebze uzaklaşıp yenilerine kucak açıyordu.
Bugün biz sevenleri için mücevher kategorisinde olan bu albüm ve başta Şefkat Gibi, Kelepçe, Kim Bilebilir Aşkı, Yola Devam gibi şarkılar ile Yener'in rotası da bol ışıklı-rüküş Etiler barlarından Taksim'in loş ve cool gece kulüplerine doğru değişiyordu.
Hemen ardından, 2007'de yayınlanan Nasıl Delirdim ile daha fazla risk alıp, yüzünü saf elektronik bir (pop) müziğe, daha kesintili ritimlere, daha dans odaklı, ağdasız, müstehzi, çelişkili ve esprili sözlere dönüyor, bunu da çektiği kliplerle belgeliyordu.
Artık ne aşk sandalının küreklerini sallıyor ne de mutfaklarda domates doğruyor, yarattığı Televole kraliçesini elleriyle öldürüyordu.
Bütün bir yazı hepimize dans ederek, yanmam lazım diye haykırarak, sabahlara kadar bizi de sevecek büyük yakalı Romeo'lar arayarak geçirtmişti, hatırlayan elbet vardır.
Ardından gelen albümler, tekliler, işbirlikleri, projeler maalesef bu gidişatı koruyamadı ve neredeyse hepsi bir öncekinden daha az duyulan, sevilen, önemsenen bir furyaya dönüştü. Yener'in 2007 ile 2014 arasında çıkan Mükemmel arasında yaptıklarını sayıp dökmek bile yorucu, dinlemeyi-izlemeyi denemek de ha keza.
Mükemmel ve onun hemen öncesinde-sonrasında çıkan şarkılar Ya Ya Ya ile Sebastian, kendisine dair beklentileri ve müzikal popülaritesini yeniden yükseltmişti ama gerisi gelmedi, hatta kimsenin ihtiyacı varmış gibi görünmeyen Krema, Kuş, Bela, Kış Kış gibi en hafif ifadeyle "garip" şarkılarla, Yener'in şarkıcı olarak ciddiye alınma kapasitesi de epeyce zarar gördü.
Kariyeri boyunca magazin figürleriyle girdiği sonu gelmez diyalogların ve ne kendi tarzıyla ne de oynadığı kitleyle bir alakası varmış gibi duran siyasi tercihlerinin ve manevralarının de bu duruma katkıda bulunduğu yadsınamaz tabi.
İyi-kötü her adımını hesaplayan, ölçüp-biçen, hadi bu derece olmasa bile hareketlerinde hep belli bir tutarlılığı koruyabilen önceki kuşakların starlarının aksine Yener hep içi başka dışı başka, eli başka tarafta gözü bambaşka işlerde izlenimi verdi, starla hayranları arasında samimiyet ve duygusal bağ(lılık) dolayımıyla kurulması gereken ilişkinin tesis edilmesine hiç müsaade etmedi. Şahit olduğumuz 20 yıllık yolculuğu, hep çelişkilerle, kesintilerle, tezatlarla ve daima değişim ile geçti.
Öte yandan, etkileyici ses rengi ve (tabi ki) zaman içinde değişime uğramış olsa da her dönem kendine özgü olabilen şarkı söyleme biçimi, tekrardan uzak durup risk alan müzikal kimliği ile bir araya geldiğinde, her denemede muhteşem sonuçlar vermemiş olsa da onu içinde olduğumuz yüzyılda piyasaya çıkan en büyük popstar yapmaya yetti de denebilir.
Kimse onun kadar çok albüm yapmadı ve şarkı yayınlamadı, kimse bu kadar çok sayıda hite sahip olmadı, türden türe seyahat etmedi ve konfor alanını terk etmedi.
Yener'in yeni çıkan ve müzikteki 20. yılını kutlama amacı taşıyan Carpe Diem albümünden dolayı yazıyorum bunları.
Bir önceki (başarısız olmuş) denemedeki gibi, bu albüm de ikiye bölündü ve birinci kısmı oluşturan ilk 10 şarkı yayınlandı. Daha iyi olanlarla pek de bir şeye benzemeyen şarkılar arasındaki bağ, vokal performansı ile Yener'in partneri Misha'nın yaptığı ve genelde elektronik olmakla birlikte zaman zaman canlı enstrümanlar da içeren çok iyi düzenlemeler ile kurgulanan müzikal dünya.
Kolaycı tabirle söylersek kulaklarımıza gelen "sound", büyük oranda Batılı, dünyalı, aslında biraz da mekansız (non-place), yerel ve arabesk-Orta Doğulu havalardan oldukça uzakta ama Euro-pop rüzgârında da olmayan, savrulmayan bir ses alemi.
Carpe Diem'in, 15 sene sonra Apayrı'yı bir nevi yeniden ziyaret etmek gibi hissettirmesine az kalmış bile denebilir. Gönül rahatlığı ile bunu diyemememizin ise iki sebebi var gibi:
O albümdeki gibi alıp götürecek, duyanı yakalayacak bir hit eser burada mevcut değil. Çoğunu Berksan'ın yazdığı şarkı sözlerinin pek çok yerde üzücü boyutlarda "söz söyleme" kabiliyetinden yoksun oluşu da bir diğer tereddüt nedeni.
Atıfta bulunduğum "garip" şarkılarda ve bazılarımızın yere göğe koyamadığı Beni Sev'de de olduğu gibi, kimi yerlerde nakarat yazmaktan imtina edilmiş gibi duruyor:
Sanki şarkının adını oluşturan bir ya da iki kelime çok sayıda tekrarlanınca nakarat elde ederiz, fazla söz yazıp ortalığı bulandırmaya gerek yok diye düşünülmüş gibi.
Öte yandan, Berksan örneğin bir Fikret Şeneş, Mehmet Teoman, Sezen Aksu veya Aysel Gürel değil.
Zekası, hareket kabiliyeti, dayanıklılığı ve kendini yeniden yaratma becerisini herkesin teslim edeceği Hande Yener'in de bu gerçeği farkında olmamasına imkan yok gibi.
Bu da beni ifade etmeye çalıştığım noktaya getiriyor.
Tıpkı kendisinin belirli bir tanımlama içerisinde ortaya çıkan son popstar olması, kendisinden sonra şöhrete erişenlerden mesela Sıla, Mabel Matiz veya (hatta) Ezhel gibi figürlerin "o kulvarda" olmamaları ve ona yaklaşan tek isim olan Edis'in de üretim konusunda çok yavaş ve geride kalması, dağınıklığını bir türlü atlatamaması gibi, belki "şarkı" formu da bugün (ve özellikle bugünün müzik pazarında) benim ve bu yazıyı okuduğunuza göre sizin dimağınızdakinden başka bir yere doğru kayıyor.
Fikret Şeneş ve diğerlerinin yazdıkları gibi "bir hikaye anlatmaktan" zaten çoktan geçtik ama belki "anlam" aramak, "bu kelime niye burada" diye takılmak, "böyle denmez ki" deyip durmak da artık beyhude. Her şey oluşuna, gelişine...
Pop müzik için büyük oranda kentli 14-20 yaşa tekabül eden alıcı diyebileceğimiz dinleyici kesim, muhtemelen bizim hikayelerimizden, anlamlarımızdan, metaforlarımızdan, yansıtmalarımızdan haz etmiyor (ve buraya daha ağır bazı laflar).
Onlar başka türlü oltalarla avlanıyor, başka yemlere kanıyorlar. Dolayısıyla, Gülşen ile Edis'in Nirvana'sı ile Hande Yener'in Carpe Diem'inin kendine özgü ritimleri, lafları, akışları, kesintileri ve Türkçeleri tesadüften öte, alışageldiğimizden bambaşka bir zevke işaret ediyor. Ya içindeyiz oyunun ya dışında. Yener, içinde olmayı denemiş gibi.
Bakalım 90'lardan Gülşen, 2000'lerden Yener ve 2010'lardan Edis bu belirsizlikle bezeli hat üzerinde ne kadar yürüyebilecekler ve gelecekte 2020'lerin muhtemel starcıkları karşısında hangi hallere bürünecek ya da düşecekler.
Ama şu var ki, Yener en azından değişimi fark etmekte, okumaya çalışmakta, adapte olmakta ve denemekte bir kez daha geride kalmamış. Ben garip gelen bazı yerlerine ve kimi klişe, yaratıcılıktan uzak laflarına rağmen Carpe Diem'i dinlerim; umarım "esas" alıcı kesim de bu eğilimimi paylaşır da son popstarımızın azalarak bitişine şahit olmayız.
(CÖ/PT)