1986'da Hakkari'de doğup büyüdüm. 1998-1999 yıllarında bölgede tırmanan çatışmalı ortam nedeniyle Hakkari'de başlayan ilköğretim eğitimimin son sınıfını göç etmek zorunda kaldığımız Mersin'de tamamladım.
Yaşamımda çok büyük etkisi olan bölgedeki acılar operasyonlar, çatışmalar, göçler, baskılar, korkular ve ölümler beni yazmaya iten en büyük neden oldu.
Kişiliğimin ilk şekillendiği ortaokul yıllarımda yazı ve şiirle yaşanan acıları kaleme alarak başladı, gazetecilik serüvenim.
Her şeye rağmen Mersin'de geçen bir seneden sonra Hakkari'ye döndük.
Yerel radyo ve dergilerde şiirler, yazılar
Yazdığım şiir ve yazılar ilk defa 2004'te yerel radyo ve dergilerde yayınlandı.
Kısa bir süre kadın olarak yazdıklarım dikkat çekince Berçelan gazetesinde "Hamdiye Çiftçi'yle Hayata Dair" adlı köşede her gün yazmaya başladım.
Bir süre sonra Hakkâri Posta, Hakkari'nin Sesi, Doğunun Sesi, Yüksekova Güncel gibi yerel gazete ve haber sitesinde yazı, röportaj ve incelemelerim yayınlandı.
AA ve DİHA
2007'de Anadolu Ajansı'nda (AA) Hakkâri ve Çukurca muhabirliğine başladım. Bir süre sonra Dicle Haber Ajansı'na (DİHA) geçtim.
Hakkari gibi her açıdan stratejik olan bir ilde, doğup büyüdükten sonra halen varlığını sürdüren feodal zihniyet kalıntıları nedeniyle bir kadın olarak gazetecilik gibi bir mesleği yapmakta ilkin zorlandım.
Her açıdan üzerimde bir baskı vardı.
Arada okullar
Hakkâri'de ilk defa bir kadın gazeteci olarak çalışıyordum.
Bir kadın gazetecilik yapamaz, diyorlardı. Bu açıdan hem kadın mücadelesi veriyordum hem de Türk basınından sonra Kürt basınında da varolan baskı ve zorluklara rağmen halkın acılarını dünyaya yansıtmaya çalışıyordum.
Hakkâri'de bir yandan gazetecilikte ilerlemeye çalışırken öte yandan göç nedeniyle sürekli yarım kalan eğitimimi bitirmek için Hakkâri Üniversitesi Ziraat Fakültesi ikinci sınıfında ve açık öğretim çocuk gelişimi dördüncü sınıfında okuyordum.
Gazeteciliği her zaman özgürlüğün, düşüncenin, sınırsızlığın bir simgesiymiş gibi tanımlıyordum. Her mesleğin bir tehlikesi vardı, ama gazetecilik bambaşka bir şeydi.
Ateşten gömlek
Kimsenin karışamadığı, bütün kapıların ardına kadar açıldığı, tüm özgürlüklerin sınırsız olduğu bir meslekti.
Yazıp da rahatladığım, bir halkın omuzlarımıza yüklediği yükü, sıkıntıları akıtabiliyordum.
Var gücümle, severek Hakkâri gibi bir yerde sürekli çatışmaların, kurşunların, bombaların, ölümlerin taşların içinde koşuşturup nefes bile alamamama rağmen her şeyin en güzelini hak eden direnişçi halkımın acılarını, hüzünlerini, sevinçlerini olduğu gibi objektif bir şekilde yansıtmaya çalışıyordum.
Sürekli çatılşma ve patlamalarla gündeme gelen dünyanın en güzel coğrafyasına sahip olan Colemerg'de (Hakkâri) emek sahibi olmak, bir annenin gözyaşını çocuğun sevincini, barış çığlıklarını yüreğinde hissederek yaşamak, anlam arayışında aynı duygular içinde olmak, aynı nefesi alıp verebilmek benim için en büyük keyif ve mutluluktur.
Bölgede gazetecilik yapıyorsan ateşten gömleği giymişsin demektir. Her gün evden çıktığında ölüme gidermişsin gibi veda eder sana sevdiklerin. Çünkü ne olacağı hiç belli olmuyor. Faili meçhullerde kayboluyorsun da, ölümden beter ediliyorsun da...
Hem gazeteci hem kadın
Bölgede sadece gazeteci olmak başlı başına bir sorunken hem Kürt basınında çalışıp, hem de kadın gazeteci olmak çok daha zorlu eziyet gibidir adeta.
18 yaşında başlayan gazetecilik serüvenimde, yerelden başlayarak ulusal basına geçiş dönemlerinde yolunda giden her şey Kürt basınına geçmemle değişmişti.
İstenilen sipariş haberi yapıp mevcut sisteme tabi olmuyorsa, baskıyla, sindirmeyle seni yola getirme çalışmaları devreye girer, bunlar da etkili olmazsa cezaevine girersin.
İlk gözaltı
AA'dan ayrılıp, DİHA'ya geçtiğim ilk günlerde Çukurca'da, sınır ötesi operasyonları takip etmek için gittiğimde, ilk gözaltı deneyimimi yaşamıştım.
İlçe merkezinde çekim yaparken onlarca sivil polis tarafından ilçe Emniyet Müdürlüğüne götürülmüştüm. Kameram, kasetlerim ve fotoğraf makineme el konulmuştu.
Yaşadığım ilk heyecandı mesleğimde. Ve biliyordum ki bu ilkti ama asla son gözaltı ve baskı olmayacaktı.
Sorgum dört saat sonra resmi bir işlem yapılmadan bitmişti. Bu benim için ağır ve zor bir sürece geçiş miladıydı. Bunu o gün anlamıştım.
Ensede nefesle
Henüz aradan birkaç gün geçmeden böyle düşünmekte haklı olduğumu yaşayarak anlamıştım. O dönemden sonra yaşamımda asla unutamayacağım, beynime yerleşen tehditlere, takiplere alışmıştım.
Telefonda haber aktarımı yaparken konuşmamın kesilip hakaret edildiği anlara da alıştım.
Sabah evden çıktığımda, evimin önünde bekleyip, çarşıda, sokakta yaşamımın her anında nefeslerini ensemde hissettirmek için sinsi gülüşlü kişilere de alıştım.
O beş dakika
Ölüm tehditlerine de aldırmamayı öğrenmiştim. Her şeye rağmen çalışıyordum. Ta ki Hakkâri'de 2008 yasaklı Newroz'unda kameralar karşısında kolu kırılan 14 yaşındaki Cüneyt Ertuş'un o görüntüsünü çekene kadar.
Muhalif basında yeni çalışmaya başladığım üç dört ayda asla unutamayacağım ve bana unutturulmayan bedelini ödemek zorunda kaldığım bir günde beş dakikalık bir an yaşamıştım.
2008 Newrozu
22 Mart 2008'de Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) Newroz kutlaması yapacaktı, izin verilmedi. Kitle izin verilmediğini bile bile toplanmıştı.
Hakkari'nin birçok noktasında ateşler yakılmış, anneler, çocuklar, gençler barış umuduyla halay çekiyordu.
Binler birden sloganlarını yükseltince polis üç dört noktadan biber gazı ve zırhlı çevik kuvvet araçlarıyla müdahale etmişti.
Sert müdahaleden sonra çarşı merkezinde güvenlik güçleri, takviye olarak gelen askeriye ve biz basın mensupları dışında kimse kalmamıştı.
Ateş, taş, biber gazı
Ortalık yakılan Newroz ateşi, atılan taşlar, biber gazı ve tazyikli sularla toz duman olmuştu.
Biber gazının etkisiyle göz gözü görmüyordu. Polis ara sokaklara girip tek tek göstericileri panzerlere koyup gözaltına alıyorlardı.
Ajanslardan gazeteci arkadaşlarım hep beraber haber takibi yapıyorduk. Birden ara sokaktan sürükleyerek bir çocuk getirildi. Çocuğu inanılmaz bir şekilde dövüyor ve çocuğa asla duymak istemediğimiz hakaretler yağdırıyorlardı.
Gazı ağzına sıktılar
Çocuğun biber gazından etkilenmemek için ağzına taktığı pembemsi bez parçasını ağzından indirip boğazına sıktılar, gözümüzün önünde inanılmaz bir işkence yapılıyordu.
O anı çekmek istedik ama her gün göz göze geldiğimiz polisler " bizlere sonra sorun çıkıyor" diyerek çekmemize izin vermediler.
O görüntü karşısında artık duramadık. Gözümüzün önünde Atatürk heykelinin hemen yanında sokak ortasında küçük çocuğa p.... şerefsiz gibi hakaretler yaptılar. Çocuğun artık ağlamaktan sesi çıkmıyordu.
Küçük masum gözlerinden süzülen yaşlar pembemsi yanaklarında kirli lekeler oluşturmuştu. Polisin elinde bize bakıyordu, "beni kurtarın" diye isyan ediyordu.
O keskin bakışları, o kadar masum ve çaresizdiler ki ilk defa içimin yanıp daraldığını hissettim.
Eli kolu bağlı
Gözlerimin önünde barış için taleplerini dile getiren annesinin bakıp koklamaya kıyamadığı bir Kürt çocuğuna işkence yapılıyordu. Ama ne yazık ki elim kolum bağlıydı.
Bir şey söylediğimiz taktirde suçluyu korumaya girecekti. Gözümüzün önündeki işkenceye dayanamadığımız için artık arkamızı döndük. Gözlerimden farkına varmadan yaşların süzüldüğünü gören gazeteci arkadaşlarım yüzümü silmemi istedi.
Çocuk heykelin diğer tarafında dayak yemeye devam ediyordu. Onu gözaltına almak için zırhlı aracın gelmesini bekliyorlardı. Biraz toparlandıktan sonra tekrar yanlarına gittik.
Kolu bükerek
Bizi toplu halde gören bir sivil polis arkadaşının elinde çırpınan küçük çocuğun montundan tutarak; "Çekin, çekin çocukları nasıl kullanıyorlar görsünler" derken, acıdan kıvranan çocuğun kolunu sert bir şekilde bükerek, fotoğrafını çekmemizi istedi.
O anda görüntüyle beraber çıkan sesleri de kamera kayıtlarına almayı çok istiyordum. Bir şey yapamıyordum. Ama bu sokak ortasındaki işkencenin tanığı olması çok önemliydi. Ve bunu başarmıştım.
Görüntü olaylardan birkaç gün sonra dünya televizyonlarında bile yayınlandı. Çocuk ekmek almak için çarşıya gelmiş, olayların içinde kalıp gözaltına alınmış ve sonrasında da işkence görmüştü.
Eve baskın
Ailesiyle görüşüp hakkında bilgi alma şansım olmuştu. Bu görüntü çıktıktan bir iki gün sonra görüntü yüzünden 1 Nisan 2008'de evime baskın olmuştu. Kasetlerim, özel eşyalarım, bilgisayar ve kitaplarıma el konmuştu.
Gidebileceğim birçok yere eş zamanlı yapılan baskınlarla aranıyordum.
Kaçaklık
Kolu büken üç polis benim hakkımda suç duyurusunda bulunmuştu. İl dışına çıkmıştım, her gün eve baskın gidiyordu.
Ailem, kız kardeşim ve küçük yeğenlerimin psikolojisi silahlı ve maskeli polisler yüzünden alt üst olmuştu. İzin bile alınmadan baskın yapılıyordu artık.
Aylarca süren kaçaklıktan sonra bir süre çok sevdiğim mesleğimi güvenlik nedeniyle yapamadım. Çünkü haber merkezim can güvenliğimin olmadığını düşünüyordu.
Asıl sanıklar?
Ben olayın sadece tanığıydım. Kolu kırılan çocuk da bir süre cezaevinde kalmıştı. Olayın mağduru ve tanığı sanık olarak yargılanırken olayın asıl faillerine ne oldu?
Bunu hiç kimse öğrenemedi. Aslında gazetecilik yaşantımda gurur duymam gereken bir görüntü yüzünden halen yargılanıp, cezaevinde tutuluyorum.
"KCK"den
Ve ne yazık ki iddianamede asılsız haber, asılsız görüntü olarak değerlendiriliyor. Sormak gerek, bir gazeteci olarak bu görüntüyü çekmek mi suç, çekmemek mi? Bunu vicdanlı kamuoyu ve yetkililerin takdirine bırakıyorum.
En son İstanbul'dan Hakkari'ye döndüğüm 9 Haziran 2010'da 11 BDP üyesiyle birlikte "KCK operasyonu" adı altına gözaltına alınıp tutuklandım.
Onlarca zırhlı araç eşliğinde emniyete getirildik. Gözaltına alındığımda her gün, haber takiplerinde gördüğün polisler vardı. Yaptığım haberleri sordular.
İddiaya göre "KCK ideolojik alan komitesinde" yer alıyormuşum. Susma hakkımı kullandım. Bana açık açık "Senin artık haber yapmana izin vermeyeceğiz, sana artık Edi bese (yeter artık) diyoruz" dediler.
İddialar
Sorgu bitince beş günlük gözaltından sonra savcılıkta hakkımdaki iddiaları gördüm.
Savcılıkta bana sorulanlar; haber müdürüme yaptığım haber aktarımları, gittiğim haberlerde haberde olduğuma dair çekilen farklı karelerden fotoğraflarımdı.
Aynı şekilde Roj tv ile telefon görüşmeleri ve evimde yapılan aramada bulunan haber ve not defterim de suç teşkil ediyormuş.
İddianamemiz 840 sayfadan oluşuyor. İddianamemi 14 ay sonra mahkemeye üç gün kala görebilme şansım oldu. 21 ayı aşkın bir süredir "silahlı terör örgütü üyesi olma ve propagandası yapma" suçlarıyla yüzlerce gazeteci arkadaşım gibi cezaevindeyim.
Cezaevi
Fotoğraf makinam silah olarak görülüyor. İddianamede C.E.'ye ilişkin görüntüler ise asılsız görüntüler ve haberler olarak değerlendirildi.
Yine 23 Nisan'da başına silah dipçiği ile vurulan Seyfullah Turan'ın haberleriyle ilgili telefon görüşmelerim de iddianamede suç unsuru olarak gösteriliyor.
Gazeteciliğe başladığım günden bu yana yaptığım haberler nedeniyle birçok soruşturma açılmış, ifadem alınmıştı.
Ancak bu defa yaptığım haberler nedeniyle tutuklanınca neye uğradığımı şaşırdım. Mesleğin özgürlüğüne inandığım için daha önce baskı görmeme rağmen tutuklanacağımı tahmin etmiyordum.
Basında çıkan tutuklu gazetecilerin durumlarına hep geçici bir durum olarak bakıyordum. Yani geldiğimiz 21. yüzyılda her gün demokratikleşmekten bahsedilen Türkiye'de bir şeylerin düzeleceğini düşünüyordum.
Vedat Kurşun'un durumu
Özellikle Vedat Kurşun'un durumu beni inanılmaz üzüyordu. Kendimi asla onun durumuna gelecek gibi düşünmedim. Bir gün belki sokak ortasında haber takibi yaparken yaralanmayı ve hatta ölmeyi düşünmüştüm ama cezaevine girip böylesi süreçleri yaşayabileceğimi tahmin etmemiştim.
Ülkemizde basın ve ifade özgürlüğü o kadar gelişmiş ki gazeteciler cezaevlerine bile girip haber yapabilme şansına sahip olabiliyorlar.
Bütün bu yaşadıklarım bir şaka gibi geliyor çoğu zaman. Siyasi bir kararla açılan bir dava olduğu için gittiğimiz gibi geliyoruz.
Van 3. Ağır Ceza Mahkemesi'nde yargılanıyorum. Şu ana kadar dört duruşma görüldü. 21 aydır buradayım. Van'daki depremden dolayı son duruşmamız bir ay gecikmeli olarak Van M tipi Kapalı Cezaevi'nde görüldü.
Dışarıda olsaydı
Tutuklanmadan önce çok çalışmam yarım kaldı. Öncelikle öğrencisi olduğum Hakkâri Üniversitesi ve Çocuk Gelişimi'ni yüz yüze eğitim alamadığım ve görmem gereken stajı göremediğim için son senem olmasına rağmen bitiremedim.
Tutukluluğumdan dolayı öğrencilik hakkım devam edip etmediğini bilmiyorum.
Tutuklanmadan önce çekimleri biten "Bölgedeki Kadın ve Çocuk olmak" isimli fotoğraf sergisini yapamadım.
Aynı şekilde yarım kalan birçok haberim gibi, çalışmaları/araştırmaları, süren ''savaş, atıklar ve barajlar'' dosyasını tutsaklıktan dolayı tamamlayamadım. Her şey yarım kaldığı gibi yaşama da ara vermek zorunda kaldım.
Ailem her görüş Hakkari'den Bitlis'e mekik dokuyor adeta. Her açıdan inanılmaz zorluyor yaşam şartları.
40 kadın, iki çocuk
Şu an Bitlis cezaevinde toplam 40 kadınız, bir de Argeş (5) ve Şimal (4) adında iki küçük misafirimiz var yaşam dolu.
Her renkten, her kesimden kadınlar aynı amaçla aynı mekanı paylaşıyoruz. Bütün olumsuzluklara rağmen umutla her gün barışın gelebileceği umutlarımızı büyütüyoruz sabırla...
Burada da diğer bütün cezaevlerinden farklı bir durum yok. Yani Türkiye cezaevlerinin tıka basa dolu olduğunu ve bunun bir çözüm olmayacağını herkes biliyor, bilmezlikten geliyor.
Hasta tutsakların durumu, uzun süren tutukluluk halleri, tecritler, Kürtçe ifade krizi ve bütün bu olumsuz yaşam koşullarını protesto etmek için yapılan açlık grevleri cezaevlerinde ilk gündem maddeleri arasında ağırlığını koruyarak çözüm bekliyor
İletişim cezası
Bu satırları iletişim ve haberleşme cezamızdan dolayı iki ay gibi bir süre geç yazmak zorunda kaldım. Aynı şekilde beş ay gibi bir süre görüş cezamız halen sürüyor.
Bu mekânda her ne kadar çalışmalarımı umutla sürdürsem de çalışmalarım çoğu zaman okuma komisyonunun engeline takılarak dışarı çıkamayabiliyor.
Tüm olumsuz koşulları göz ardı edip tutsak bir gazeteci olarak faaliyetlerimi sürdürmeye çalışıyorum.
Kadın öyküleri
Özellikle tutuklandığım ilk günden bu yana cezaevlerinde karşılaştığım kadın öyküleri ve cezaevi koşullarına ilişkin yaşamı bir tutsak gazeteci gözüyle yazdım, yayınlanmayı bekliyor.
Genel olarak yetkililer bizleri yargılanma aşamasında olmamıza rağmen dünyaya ''terörist'' olarak ilan etmiş olsa bile gazeteci kurum ve kuruluşlarının özellikle Ahmet Şık ve Nedim Şener'den sonra tüm basın emekçilerine sahip çıkmalarını olumlu bir gelişme olarak değerlendiriyorum.
Ancak bu tepkilere rağmen 3. Yargı paketinin tartışıldığı bu dönemde yetkililerin aynı şekilde tutuklu gazeteciler için "taciz ve terör eylemlerinden dolayı tutukludurlar" söylemleri samimiyetsizliğin açık ve net göstergesidir.
Her gün tutuklu gazetecilerin sayısının artması da yeni yargı paketinin sadece göstermelik olduğununu ve çözümsüzlük yaratacağını gösteriyor.
Yasalar sizi de...
Geçtiğimiz Aralık 2011'de Uluslararası Gazetecileri Koruma Komitesi'nin Türkiye'de sadece sekiz gazetecinin haberleri nedeniyle cezaevinde olduğunu açıklamasının ardından, Adalet Bakanı Sadullah Engin de bu raporu TV ekranına çıkıp onaylamıştı.
Ben de raporda ismi geçen sekiz gazeteciden biri olmama rağmen halen 105 meslektaşla beraber zindandayız.
Demokratik bir ülke için yeni anayasa gibi bir fırsat varken, bu fırsatın tarihi bir fırsat olarak değerlendirilmesi ve hükümetin ülkedeki özgürlüğü, huzuru ve barışı sağlayabilmek için diyalogla samimi adımlar atması gerektiğini düşünüyorum.
Yoksa özgürlükler, haklar ve demokrasi girdabında çalkalanan ülkemizdeki yasalar sizleri de yargılayabilir.
Herkesi selamlıyor sevgilerimi gönderiyorum. (HÇ/BA)
* Hamdiye Çiftçi, tutuklu gazeteci, E Tipi Kapalı Cezaevi, B-8 Biitlis, 7 Şubat 2012. (Hamdiye Çiftçi 10 Nisan 2012 günü tahliye edildi.)
** Hapis Gazeteciler "suç"larını Anlatıyor yazı dizisinde yer alan diğer mektupları okumak için tıklayın.