Haksızlıklara, yanlışlıklara ve saldırılara ve baskılara karşı direnmek "hak"tır. Aynı zamanda da "ödev"dir. Her canlı "kendisini" korur. Ama bazıları kendilerini korurken aslında "yaşam"ı korumayı hedefler.
Sağlıkçılar da uzun bir süredir bunu yapmaya çalışıyorlar.
Her ne kadar bugün "herkes için her şeyin 'güllük gülistanlık olduğu' söylense ve "gösterilmeye çalışılsa" da onlar işin aslını, iç yüzünü biliyorlar, bu bildiklerinden hareketle geleceği, hem de çok uzak olmayan yakın gelecekten söz ediyor ve bize göstermeye çalışıyorlar.
En son 13 Mart'ta Ankara'da yaptıkları yürüyüşte bunu dile getirmişlerdi. Onlara kimse kulak asmadı, onları kimse göstermedi.
Bir tek Cumhurbaşkanı durumu, konuyu ve özellikle hekimlerin dile getirdiği konulardan yalnız "kendileri için" olan kısmını anladığını ve hak verdiğini söyledi. Ama geri kalanı, üstelik de yalnız hükümet değil, muhalefet de girilen "seçim sath-ı maili" nedeniyle konu üzerinde yeterince durmadı.
Ayrı bir tartışma konusu belki ama muhalefetin de sağlık organizasyon sitemine yönelik somut politika ve yaklaşımının şimdi uygulanmaya çalışılandan çok da farklı olmadığı açık. En azından iki konuda, "sağlık hizmetinin karşılıksız ve devlet eliyle sunulması" ile "sağlığın piyasaya terk edilmemesi" ile ilgili olarak çok net görüşler ve bunların gerçekleşmesine yönelik programlar ifade etmiyorlar.
Direniş...
Toplum sağlıkçıların seslerini yeterince duymasa da, "kısık sesli" birkaç itiraz dışında geniş, yaygın ve yoğun biçimde bir desteği ifade etmeseler de, başta hekimler olmak üzere haklarını aramak ve yaşanan haksızlıklara karşı çıkmak üzere aldıkları "direnme" kararını gelecek hafta "salı ve çarşamba" günleri uygulayacaklar; o gün belirledikleri kurallar çerçevesinde "acil hizmetler" dışında görevlerini yerine getirmeyecekler.
Bu direnişin aslında "iki ucu keskin bıçak" olduğunun bilincindeler. Geçmiş örneklerde izlediğimiz gibi, bu konuda özenli ve uyumlular. Üstelik bu özen bazı yerlerde ve durumlarda "yeterince direnmedikleri" duygusunu bile yaratıyor.
13 Mart öncesinde yazdığım gibi, durumu sağlık hizmetinden yararlananlara daha iyi ve ayrıntılı anlatmaları, onların açık desteğini alabilmeleri için bir zorunluluk.
Birebir temas, durumu basitçe ve olanca gerçekliğiyle ortaya koymak, içtenlik, yaratacakları güven toplumun bu direnişe katılmasını, en azından destek vermesini, dolayısıyla da daha başarılı olmasını sağlayabilir. Bu bakımdan işleri çok ve zor.
Bunu sağlama üzere "medya" başta olmak üzere topluma durumu anlatacak tüm ifade yollarından yararlanılmasında yarar var. Henüz bağımsız örneklerine fazla tanık değiliz. Ama sağlık sorununu derinlemesine ve tüm gerçekliğiyle sergilemek için, başta sanatsal ifade araçları olmak üzere topluma doğrudan ulaşan her unsurdan yararlanılması bir zorunluluk. Hekimler gerek 13 Mart öncesinde gerekse şimdi çeşitli "müzik klipleri" ile bunları yaptı, yapmaya çalışıyor. Ama yayın mecraları yalnızca internet ve konuyla ilgili siteler olduğu için yeterince yaygınlaştığı söylenemez.
İçerdiği yanlış mesaj nedeniyle özellikle konuyu bilenlerin haklı olarak itiraz ettiği "İncir Reçeli" gibi filmlerde izlediğimiz gibi, özellikle sağlık hizmetine ulaşma ve yararlanma konusunda ciddi sıkıntılar çeken kesimlerin durumunu açıkça sergileyen filmlerin çoğalması, herkesin sağlıkla ilgili yaşanılan olumsuzluğu görebilmesi, anlayabilmesi, dahası kendi durumunu ifade edebilmesi için çok önemli.
"Sahip çıkmak" için
19-20 Nisanda hekimlerin gerçekleştireceği, "kendimize/mesleğimize, kendimiz dahil halkın sağlık hakkına sahip çıkma" sloganıyla ifade ettikleri direnişle ilgili bana da yolladığı mektubunda Türk Tabipleri Birliği (TTB) Merkez Konseyi başkanı sevgili arkadaşım Dr. Eriş Bilaloğlu şöyle diyor:
"Birçok eksiğimize rağmen hepimize moral veren bir buluşmayı gerçekleştirdik 13 Mart'ta, Ankara'da. 1 ay geçti, Sağlık Bakanı ile 8 Nisan'da yaptığımız görüşme Hükümet nezdinde arzu ettiğimiz, umut veren adımları doğurmadı. 13 Mart bir başlangıç demiştik ve gerçekten de o günden bu yana birden fazla yerde asistanların başını çektiği etkinlikler, açıklamalar, grevler gündeme geldi, şimdi hep birlikte 19 Nisan'a yürüyoruz.
19-20 Nisan'da sizi 'kendimize/mesleğimize, kendimiz dahil halkın sağlık hakkına sahip çıkma'ya davet ediyorum. Bu nedenle 2 gün boyunca sağlık hizmeti sunmayacağız. Gerekçelerimiz çok haklı, taleplerimiz makul, bütünüyle karşılanabilir ve gerçekçi. Mesleğimizi bilimin gösterdiği çerçevede bilgisi ve tecrübesi ışığında, sadece ve sadece insanların yararını gözeterek özgürce uygulamak istiyoruz. Hizmete ulaşmayı engelleyen her türlü katkı-katılım payının kaldırılmasını bekliyoruz. Kendimiz için istediğimiz gibi bu ülkede herkese iş, güvenceli gelir, sağlıklı ve güvenli çalışma ortamları istiyoruz. Kısacası insandan/sağlığından daha değerli bir şey olamaz diyoruz ve herkes gibi değerimizin bilinmesini istiyoruz."
Bunlara eklenecek tek bir "harf", bunlara karşı söylenecek tek bir "söz" bile yok!
TTB Başkanı'nın bu direnişin nasıl gerçekleştirileceğine dair sözleri, özellikle hastalarla, toplumla olan ilişkinin nasıl olmasına dair tasavvurları bu tutumlarını açıkça destekliyor; onlar "halka ve sağlığa karşı" bir şey yapmıyorlar, yapmak istemiyorlar:
"Hastalarımızın kendilerince haklı gerekçelerle gösterebilecekleri tepkileri soğukkanlılıkla değerlendirmeli, hiçbir kargaşaya ortam yaratmaksızın meslek örgütünce açıklanan durumlar ve sizlerin acil olarak adlandıracağı durumlar dışında hizmet vermeme kararımızın desteklenmesini beklediğimizi söylemeliyiz. Bu 'yapılanın' bütün demokratik ülkelerde bir hak olduğunu, bunun Türkiye'de (de) çok görülmemesini aktarmalıyız."
Herkesin görevi...
Gerekçeler de uygulamaya dair söylenenlerde "sağlıkçılar" dışındaki tüm kesimlerin üzerlerine düşen görevler ve sorumluluklar var.
Bunun yine aynı nedenle, yani "kendimize ve sağlığımıza sahip çıkmak için" yapılması gerekiyor.
Çünkü başka ülkelerde gördüğümüz örneklerden de bildiğimiz üzere, hatta daha da ilerisini söyleyeyim, her gün yaşadığımız somut örneklerden, bunlara dair okuduğumuz haberlerden bildiğimiz gibi, "sağlıkta deniz bitmek üzere."
Yarın değil sağlıklılığı sürdürmek, sağlığımız bozulduğunda ona yeniden kavuşma için gereksindiğimiz "tanı tedavi hizmetlerine" ulaşamayacağız. Sağlık için sunulan hizmetlerin, bunun için gerekli olan unsurların fiyatlarının yüksekliği, ona göre belirlenen katkı paylarının çokluğu ve hepimizin yaşadığı "yoksulluk hali" bunun en başta gelen nedeni. Üstelik bu herkes için geçerli.
Sağlık güvencesi olan bir "gazeteci" arkadaşımın kendine yazılan bir ilacı alabilmek için istenen katkı payını eczaneye ödeyemediği için, 10 gün içinde alınması gereken reçetenin bu süre geçtiği için artık "geçersiz" sayılması ve aynı hekime bir daha gidip reçetesini yeniden yazdıramadığı için de tedavisini uygulayamadığını yakından biliyorum.
Bunların benzerleri çok. Yakın gelecekte yaşanacak bu gerçekler için o direnişe katılmak ve gereken toplum-halk desteğini sunmak çok önemli.
"Sevgi ilaçtır!"
Onlar "Biz bu 'iş'e yüreğimizi koyduk, koyacağız. Bu nedenle öfkeden uzak, hastalarımızın sıkıntı ve acılarına hürmet eden, insan sıcaklığıyla, sevgiyle, ağırbaşlı ama coşkulu, herhangi bilinen bir kalıba sığmayan çok etkili bir 'iş' yapacağız. Sağlık Bakanlığı'nın kampanyasında yazdığı gibi 'sevgi ilaçtır'. Bize birbirimize olan sevgimizi unutturan, hastaları 'puan' yerine koyan bu politikalar karşısında şarkıda dendiği gibi çözümün yolu da bellidir: 'her şey sevgiyle başlar' ve 'her şey anını bekler'" diyorlar.
Ardından söylediklerini de gelin hep birlikte söyleyelim:
"Hadi gel senin zamanın artık, yürüsene benim ile; hadi gel senin zamanın artık"
19-20 Nisan "direnişi" herkese kolay gelsin! (MS/AS)