Referandum süreci sona erdi. Referandumun sonuçları bu sürecin öne çıkan aktörlerinden kimileri için bir zafer, kimileri için ise son kalelerin zapt edildiği bir hezimet. Sonuca yönelik bu tespitler meseleye nereden bakıldığı ile ilintili.
Ancak tüm bu toz duman arasında öne çıkan ve mazisi oldukça eskilere dayanan bir argüman, sosyalistleri de kapsayan bir skalada yeniden dikkatimizi çekiyor: "Halk aptal ve cahildir."
Bütün genellemeler gibi bu genelleme de hatalıdır deyip geçebiliriz. Ancak eğer bu tespit, en genel biçimiyle sol siyaset iddiasındakiler tarafından yapılıyorsa hatalı olmanın yanında aynı zamanda tehlikeli olma özelliği de taşıyor. Çünkü "solu" sol yapan özelliklerden birisi halkı aşağılama değil, fakat halkın yanında olma düsturudur.
Bu özün yitirilmesi, sol siyasetin ayak bastığı zemini yitirmesi, kendisini reddetmesidir. Kendi varlık koşulunu reddeden bir siyasi akımın ise aynı fikirsel temellerle sosyal hayatta ayakta kalması mümkün değildir.
Son dönemde yapılan araştırmalara göre referandumda evet seçeneğine, seçimlerde ise Adalet ve Kalkınma Partisi'ne (AKP) oy verenlerin büyük bir kısmının işçiler ve yoksullardan oluştuğu yönündeki veri de dikkate alındığında bu tutarsızlık açıkça derinleşmektedir.
Halk cahil mi?
Cehalet, Türkiye toplumu açısından geçerli bir tespit sayılabilir. Gerçi cahilliğin neye ve kime göre olduğunu elimizde bir cehaletmetre olmadığı için ölçmemiz, tespit edebilmemiz mümkün değil, ancak bir takım verilere dayanarak tümdengelim yöntemiyle cehalete dair bazı karinelerine ulaşabiliriz.
Örneğin Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) ve UNICEF verilerine göre Türkiye toplumunun reşit nüfusunun 2 ila 4 milyon kadarı okuma yazma bilmemektedir. Dolayısıyla bu verilerden hareketle 12 Eylül referandumundaki toplam seçmenin yaklaşık olarak yüzde yüzde 5'i referandum metnini okuy(a)madığı söylenebilir.
Yine Birleşmiş Milletler (BM) İnsani Gelişim raporları ve benzeri çalışmalar ışığında Türkiye'de kitap okuma oranları yüzde 4'lerde, gün içinde "herhangi bir şey" okuma oranı ise yüzde 25 civarında olduğunu biliyoruz. Hal böyleyken seçimlere katılan kitlenin büyük bir kısmının referandum metni de dâhil olmak üzere hiçbir şey okumadığını kabul edilebilir.
Dolayısıyla gerçekten de münhasıran referandum ve anayasa değişikliği konusunda bir cehaletten bahsedilebilir. Ancak söz konusu cehalet, soldaki öznelerin propagandif ve eylemsel başarısızlığının üstünü örtecek bir veri olarak kullanılamaz. Çünkü gerçek dünya, bu hayali örtbasları yalanlamaktadır. Çok gerilere gitmeye gerek yok.
Geçtiğimiz birkaç yılda "dünyanın solundaki kıta" Latin Amerika'da çeşitli anayasa değişiklikleri gerçekleşti ve bu değişiklikler de halkoyuna sunularak yürürlüğe girdi. Örneğin Chavez yüzde 55 oyla, Morales yüzde 58 oyla referandum sürecinden başarılı çıktı.
UNICEF raporlarına göre aşağı yukarı Türkiye ile aynı okuma yazma oranlarına sahip olan, keza 12 Eylül benzeri darbelerin ve neo-liberal iktisat politikaların kıskacında gelişmekte olan bu ülkelerde, sol propaganda başarılı oldu ve çoğu okuma-yazma bilmeyen yerlilerden gelen oylarla kazanılan bu zaferin motoru, elitlerce beğenilmeyen "cahillerdi".
Veya 1917'de dünyanın kaderini değiştirenler de yine [o yıllarda Amerika Berleşik Devletleri'nin (ABD) tanımlamasıyla] "cahil amelelerdi."
Cehalet pek tabi ki aşılması gereken bir problemdir ancak sorun, cehalet olgusuna indirgenemez. Eğer öyle olsaydı "cahil olmadığı" kabul edilen ileri kapitalist ülkelerdeki sağ-muhafazakâr veya neo-faşist iktidarları açıklamak mümkün olmayacak veya konuya başka bir açıdan yaklaşılacak olursa, kendisine bir hayrı olmayan bu "cahil sürüsünün" iktidarını savunmak son dönemlerin popüler deyişiyle "takiyeden" başka anlam taşımayacağını söylemek gerekecektir.
Halk aptal mı?
Referandumda evet oyu verenlere "aptal" denilerek, bu kitlenin "basit yalanlara inandığı", "AKP'nin yargı sistemini ele geçirişini görmediği", "yargıya sahip çıkılmadığı" ifade edilmektedir.
Bu çıkarımlar doğru, fakat bu doğruların aptallık olduğunu söylemek ise büyük bir yanılgıdır. Çünkü Türkiye halkının büyük çoğunluğu gerçekten de mevcut yargı sistemini sahiplenmemekte, ona güvenmemektedir. Söz konusu çoğunluk bu noktada haksız da değildir.
Türkiye'nin adil yargılanma hakkı konusunda İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi (İHAM) karşısındaki durumu, konuyu özetleyen objektif bir veridir. (Hatta yeri gelmişken paradoksal biçimde İHAM'a Türkiye halkı tarafından daha çok güvenildiği ve buna bağlı olarak sahip çıkıldığı dahi söylenebilir.)
Yahut referandum sürecinde iktidar tepişmesinin en temel alanı olan Anayasa Mahkemesi'nin kısa tarihi, gerçekten de bu kurumun kritik meselelerdeki geleneksel tutumunun sahiplenilmesine izin vermemektedir.
Şöyle ki; Türkiye Anayasa Mahkemesi, verdiği kararlara bakıldığında, Avrupa'daki muadillerinin aksine "hak ve özgürlükler mahkemesi" olmaktan çok, ironik bir biçimde hak ve özgürlüklerin daraltılmasının meşrulaştıran bir işlev görmüş, öyle ki Mahkeme kamuoyunda "yasakçı mahkeme" olarak anılır olmuştur.
60'lı yıllarda Türkiye İşçi Partisi (TİP) ile başlayan kapatma davalarını günümüze kadar sürdürerek dünya çapında ulaşılması güç bir rekora imza atan, bir yandan türban konusunda sorunu çözmek adına yol göstermeyip derinleştiriren, diğer taraftan nüfus cüzdanlarındaki din hanesi dayatmasını meşru görebilen, 1980 sonrası yüzde 10 barajının varlığını meşrulaştıran, Türkiye'nin son otuz yıldır tartıştığı ve referandumda iktidar partisinin manevra alanı olarak kullandığı geçici 15'inci maddeyi (1982 Anayasası'nın hazırlayıcısı Prof. Aldıkaçtı'yı dahi şaşırtacak biçimde) kalıcılaştıran, üst yapı kurumlarını muhafaza etmek için gösterdiği aktivizmi sosyal haklardan esirgeyen, ifade özgürlüğünü "anayasaya uygun olma" kaydına bağlayan, hep Türkiye Anayasa Mahkemesi olmuştur.
Dolayısıyla Türkiye Anayasa Mahkemesi'nin yargısal geleneğinin sahip çıkılması gereken bir gelenek olduğunu söylemek kolay olmadığı gibi, tersi yönde bir yaklaşımın da aptalca olmadığı açıktır. Dolayısıyla bu yargı organının/sisteminin yaklaşım biçimini savunmamak ve ona güvenmemek bir aptallık olarak görülmemelidir.
Buna ek olarak, halk nezdinde öteden beri birilerinin "elinde" görülen bu yapıyı; bir yurttaşın annesinin Ermeni olmasını siyasi malzeme haline getiren, sorunu soy-sop hesabı ve sünnetsizlik basitliğine indiren ama aynı zamanda "Ermeni açılımı" yapan, zorunlu din hanesi ve din derslerinde ısrar eden ama aynı zamanda "Alevi açılımı" yapan,yüzde 10 barajına dokunmayan ama aynı zamanda "Kürt açılımı" yapan, Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu (SSGSS9 ile sosyal güvenliği piyasaya koşullarında arayan ama aynı zamanda "halka erzak dağıtan", kadın ve erkekleri eşit görmediğini açıkça ifade eden ama aynı zamanda kadınlar lehine "pozitif ayrımcılık getiren", dokunulmazlıkları sınırlamayan ama aynı zamanda "yargı kısıtlamalarını kaldıran" bir siyasi partinin milletvekilleri tarafından değiştirmesine ve/veya onun tarafından ele geçirilmesine izin verilmesi dahi aptallık değildir.
Fakat diğerinden farklı olarak bu durum, alternatifsizlikle açıklanabilir. Bu alternatifsizliğin sorumlusu ise halk değil, kendisini halkın karşısına gerçekçi bir seçenek olarak çıkartamayan solun kendisidir.
İğneyi başkasına çuvaldızı kendine batırmak
Vaktiyle yazmıştık. AKP'nin siyasi yelpazenin sağı ve solu arasındaki konumlanışı, tipik bir "koyunun olmadığı yerde keçiye Abdurrahman Çelebi derler" vakasıdır. Türkiye'de gerçek anlamda özgürlükçü, tutarlı bir emek politikası üreten, askeri bürokrasi ile arasına net bir mesafe koymuş, enternasyonalist bir sol partinin var olduğu söylenemez veya kestirmeden ifade etmek gerekirse siyasi yelpazenin sol tarafının tamamen boştur.
Hal böyle olunca en ufak bir siyasal açılım kırıntısının dahi hem ulusal hem de ulusal-üstü düzeyde çok büyük bir ilgi ile karşılanmasına şaşırılmamalıdır. Aslında Avrupa'daki ortalama bir Hıristiyan-demokrat partinin Türkiye'deki karşılığı olabilecek sıradanlıktaki AKP'nin alamet-i farikası da budur.
Bu partinin "yeniliklerine" karşı Türkiye'deki sol siyaset, ne yazık ki en iyimser ihtimalde dahi kronik muhalif olma eşiğini aşamamaktadır. Bu da solu, toplum nezdinde AKP'nin gerisinde bir odak haline getirmekte, "AKP dışındakilerin ideolojik olarak statükocu olduğu" yönündeki ajitatif propaganda da buna tuz biber ekmektedir.
Nitekim muhalefet açısından referandum sürecinde de, örneğin nasıl bir yargı sistemi istendiği açıkça ortaya konulmamış, bunun aksine -bazı istisnalar hariç olmak üzere ve Kılıçdaroğlu ile gelen bir takım söylem değişikliği emarelerine rağmen- yargı sistemi günahıyla sevabıyla kurtarılması gereken bir kale olarak savunulmuş ve/veya öyle bir görüntü çizilmiştir.
Tıpkı seçim süreçlerinde Kürt, Ermeni, Alevi, türban, Kıbrıs, kontrgerilla ve emek politikası sorunlarına yönelik net bir siyasal program ortaya konulamayıp; iktidar partisinin bu sorunları çözemeyeceği ve ülkeyi karanlığa taşıdığı söylemiyle sınırlı bir muhalefet yapıldığı gibi. Oysa öteden beri otoriter bir algının hegemonyası altındaki yargının bugün bir başka otoriter özne olan AKP'ye ve onun temsil ettiği değerlere geçmiş olması sorunu da dâhil olmak üzere, sıraladığımız sorunlar tüm çıplaklığı ile çözülmeyi beklemektedir.
Solun bunların çözüme talip olması, mevcuda yaslanan "devletlû" ve "seçkinci" bir AKP eleştirisi ile değil, tersine (kliyentalizm düzeyine ulaşmayan "haysiyetli bir popülizme" bulaşmak pahasına) bizzat onun siyaset alanında, siyasi manevra imkânını daraltacak biçimde yapıldığında anlamlıdır.
Fakat başa dönersek, Türkiye solunun bir kısmının hala "halkın aptal olup olmadığını" tartışma noktasında olduğu düşünüldüğünde, karamsarlığa düşmemek de elde değil.
(Bu metin bittikten sonra okuduğum Ahmet İnsel'e göre Cumhuriyet Halk Partisi'nin (CHP) başarısızlığının nedeni; bu partinin, süreci halkın cahil olduğu ön kabulüyle hazırlanmış popülist bir politika temeline sosyal adaletsizlik ve fakirlik propagandası ile yürütmesidir. Oysa bize göre CHP'nin sandığa büsbütün gömülmemesinin en temel sebebi, devlet partisi görünümünden ayrıldığı bu cılız sosyal söylemledir. Ancak ne yazık ki bu söylemler, objektif olarak referandum gündemi ile buluşmamaktadır.) (T.Ş/EK)