Halep'e ilk gelen Ermeniler, önce illegal olarak yıkılmaya yüz tutmuş binalarda yaşadılar. 1918'den itibaren tenekeden barakalar yapmaya başladılar. İlk Ermeni "teneke mahallesi" o zamanlar bir mezarlığın kenarında, Baron Otel'e yakın bir yerde ortaya çıktı. Mahallenin ana caddesi bugün de aynı ismini korumakta: Antepliler caddesi.
O küçük toplumlarında kısa zamanda düzenli bir hayat kurmayı başardılar. Bir kaç yıl içinde artık bir kiliseleri ve bir okulları da vardı. O zamanlar Suriye'yi resmen mandası altında tutan Fransızlar, bir süre sonra Ermenileri bu barakaları terk etmeye ve verecekleri arsalarda uzun vadeli ve ucuz kredilerle modern evler yapmaya zorladılar.
Fransa, bölgede savaş yıllarında işgal gücü olarak bulunuyordu. Ancak Lozan anlaşmasıyla 1924'den itibaren o zamana kadar bir Osmanlı toprağı olan Suriye'yi manda ülke olarak yönetmeye başladı. Şehirdeki uzun yürüyüşlerimizden birinde "Fransızlar Ermenilere oldukça iyi davrandılar" demişti Vahak.
Buranın en eski halkı olan Araplar, zaman içinde Fransızlara karşı yer yer isyanlar çıkararak sonunda 1946'da bağımsızlıklarını kazandılar. "Bu düz ve geniş bulvarlarla, halkın serinlemek ve eğlenmek için geldiği ve şehirdeki başlıca yeşil alanları oluşturan bu iki büyük park, Fransızlar tarafından yapılmış", diye eklemişti Vahak.
Halep'e gitmek üzere Türkiye sınırından ayrıldığımda bir sonsuzluk duygusu kaplamıştı içimi. Arazideki renkler, yol boyunca ötelerde görünüp kaybolan köy evlerinin renkleri, arabaların, otlaklardaki ineklerin rengi, insanların giysilerindeki renkler... Kumun ve toprağın renkleriydi bunlar. Her şey kahve rengi-bejdi. Bana sonsuzluk duygusunu veren bu renkti.
Güneş ışığının titreşimleriyle perdelenen taş evleri, çölün her şeyi yutan renginden ayrımak mümkün değildi nerdeyse. İnsanlar yavaş hareket ediyorlardı, sanki kumdan yapılmışlardı. Gökyüzü bile rengini çölden almış gibiydi. Bir kaç kez küçük zeytinlik kümeleri bir serap gibi gelip geçmişti yanımızdan.
Halep'e yaklaşınca ilk kez yeşili gördüm. Bütün bunlar beni 95 yıl öncesine götürdü. Bu ıssız doğayı arşınlamaya zorlanan Ermeni konvoylarındaki kadın ve çocukların ayak izlerini görür gibiydim. "Ölüm dünyanın bütün coğrafyalarında siyahtır, Der Zorda bej!", sözü yankılanıyordu kafamda.
Bir kez daha anladım ki, daha Anadolu'dan sürgün yollarına savruldukları ilk günlerde son durak belliydi: Ölüm. Çöle gönderilmek, ölüme gönderilmektir çünkü! Çölün o insanlara sunacağı başka şey olabilir mi?
Her taraf kumdu. Fırtınalı günlerde kumlar kırbaç gibi ayaklarına vuruyor, havalanıp ani saldırılarla saçlarına, gözlerine, burun deliklerine doluyordu. Çölü karıncaları, akrepler, yılanlar ve diğer böcek ve sürüngenler yüreklerine korkular salıyordu. Durmadan yürüyorlardı. Siyah gözleri, önlerindeki sonu gelmez kum dalgalarının arasında her hangi bir hayat izi arayarak yürüyorlardı.
Açtılar, susuzdular ve yorgundular. Çölün kendisi gibi onlar da suskundular. Kuraklık dillerini köseleye çevirmişti. Bedenleri boşluğun ve sessizliğin sert kabuğuyla sarmalanmıştı. Zamanın dışındaydılar, insanın kendi tarihinin çok uzağında bir yerdeydiler. Acıyı ve kederi yaralı bedenlerinde, parçalanmış dudaklarında ve kanlı gözlerinde taşıyorlardı.
En küçük bir direnişin ölümün bej-kahve rengi yüzüyle karşılaşacağını biliyorlardı. Ne ki, sürgün denen şeyin, atalarından yüzyıllar boyunca miras kalan değerleri bilinçlerinde örgüleyip hayata yeniden başlamak olduğunu da anlamışlardı.
"Biz Maraşlıyız, Antepliyiz. Köklerimiz orada bizim. Evet, Suriye bize iyi davranıyor ama biz Suriyeli bir halk değiliz, biz Anadoluluyuz, biz oraya aitiz".
Onnig ile Vahe işte bu doğallık içinde anlatıyorlar kendilerini. İkisi de altmışlı yıllarına girmişler. Onnig gümüş ustası, Vahe fotoğraf hobisi olan bir emekli teknisyen. Daha önce konuştuğum kişiler gibi Onnig de masum Ermeni kadın ve çocukların nasıl öldürüldüğünü anlatıyor:
"Bir çok kadın, kaçmak ya da canına kıymak için kendisini Dicle'nin sularına attı. Jandarmalar, su içmesinler diye kadın ve çocukları oracıkta kurşunladılar".
Onnig devam ediyor: "1915'de Halep'e gelen Ermeniler kısa sürede köy ve kasabalarındaki akraba ve komşularını bulup yardımlaşmaya başladılar".
Onnig, işsiz ve yoksul gençlerin hayatta kalabilmek için maaşlı olarak Fransız ordusuna asker yazıldığını, bunların daha sonra Beyrut'a geçtiklerini de anlatıyor. Sesinde bir kırgınlık yok Onnig'in.
Bir yandan anlatırken bir yandan da benim tabağımı sürekli nefis mezelerle dolduruyor. İtiraz etmek aklımdan bile geçmiyor. Ermeni rakısı içiyoruz ve Onnig arada bir keyifle hoş fıkralar anlatıyor. "Biz Türklere karşı değiliz. Ama bizden özür dilemeleri gerekir. Bunu yapsınlar yeter benim için" diye ekliyor.
Ancak Vahe farklı düşünüyor. Ona göre bu büyük Ermeni kıyımının ardında Yahudiler var. Onun tezine göre, Osmanlı yönetiminde İslâm'a geçmiş çok sayıda Yahudi bulunuyordu. Bunlar Ermenilerin önemli mevkilere gelmesini istemiyorlardı.
"Biz binlerce yıldır orada yaşarken Yahudiler, İspanya'dan gelip Türkiye'ye yerleştiler." İddiasını desteklemek için o bildik atasözünü kullanıyor Vahe: "İki cambaz bir ipte oynamaz." Günümüzün sorununa getirdiği çözüm ise çok açık:
"Türkiye cezalandırılmalıdır. En büyük ceza, bizden aldıkları malımızı mülkümüzü geri vermeleridir. Aslında Türklere o ülkenin dörtte biri yeter. Biz dört bin yıldır ordayken Türkler Orta Asyadan daha 700 yıl önce geldiler oraya. Evet Kürtler de çok eskiden beri oradaydılar ama onlar göçebeydiler. İslâma geçtikleri için kaybetti onlar. Şimdi yaşadıkları duruma işte bu yüzden düştüler." (TK/BB)