Sabahleyin kahvaltı etmek üzere yemekli vagona gittim. Boş bir masa bulup oturdum ve pencereden hızla gelip geçmekte olan dünyaya baktım. Küçük bulut kümeleri ufukta pamuksu bir yumuşaklıkla süzülüyordu. Dağlar, tepeler, ağaçlar, koyun ve keçi sürüleri, yeşil külahlı minareleriyle köyler, kasabalar, şimşek parlaması gibi görünüp birden kayboluyorlardı.
Bundan 95 yıl önce bir gece yarısı Haydarpaşa'dan yola çıkan o Ermeniler ne düşündüler? Neler hissettiler? Bu soruların ağırlığıyla içimin ezildiğini duyumsadım.
O gece Osmanlı jandarması gelip onları götürmüştü. Daha ceketlerini üzerlerine almaya bile fırsat kalmadan kendilerini sokakta bulmuşlardı. Bir kaç saat sonra trendeydiler. Zifiri karanlıkta, trenin sonu gelmez sarsıntısıyla, ürkütücü sezilere gömülmüş olarak yol alıyorlardı.
Lokomotiften dalgalar halinde gelen kömür dumanı genizlerini yakarken tartışmaya, nereye ve ne için götürüldüklerini anlamaya çalışmıyorlardı artık.
Raylardan şakırtılarla yükselip gelen sesler, onlara hayatın geçiciliğini acımasızca anımsatıyor ama aynı zamanda içlerinde bulunan güçlü bir özlemi ve yaşama isteğini de inatla kamçılıyordu. Sonunda sağırlaşmış bir çaresizlik duygusunun, benliklerini kavrayıp iç dünyalarını nasıl esir aldığını acıyla hissediyorlardı.
Şimdi birbirlerinin gözlerine bakmaktan kaçınıyorlardı, konuşmanın bir yararı yoktu. Hayatlarının üzerine amansızca çöken sessizliğin elegisi çınlıyordu kulaklarında şimdi.
Kırk bin kadar Ermeninin yaşadığı Halep'e geldiğimde Baron Otel'e yerleştim. Bu ünlü oteli İstanbul'dan gelen iki Ermeni kardeş 1911'de inşa ediyorlar. O zamanlar merkezden uzakta ama şimdi şehrin ortasında bulunan bu otel, Bağdatexpres yolcularının konaklama yeri olarak düşünülmüştü. Tıpkı Orientexpres yolcularının İstanbul'da Pera Palas'ta konaklamaları gibi. Otel bugün biraz yıpranmış gibi görünüyor ama o vakur, gün görmüş havasını olduğu gibi koruyor.
Resepsiyondaki Lucia da öyle. Bu Ermeni kadının büyük anne ve babaları Maraş ve Antep'ten gelmişler. Lucia uzattığım İsveç pasaportuna bakmış, ismimi görmüş ve benimle Türkçe konuşmuştu. Anlamlı bir bakışla "Atatürk'ün ya da İsveç kralının kaldığı odayı görmek ister misin?" diye sorunca gülümsemiş ve "belki sonra" demiştim.
Ertesi günün sabahında, Halep'te kalacağım süre boyunca bana her konuda yardımcı olan, genç siyaset bilimcisi Vahak geldi. Biraz yuvarlakça olan yüzü dostça ve akıllıca bir bakışla aydınlanıyordu. Başındaki kepi, bana dışarıdaki ısının şimdiden otuz derecenin üstüne çıkmış olduğunu anımsattı.
Vahak ve Lucia otelden ayrılmadan önce biraz sohbet ettiler. Lucia benim ne menem bir Türk olduğumu sormuş ona. Sokağa çıkınca ilk yaptığım iş bir işportacıdan kep almak oldu. Sonra dört milyon insanı barındıran Halep'teki on kadar Ermeni kilisesini kapsayan şehir turumuz başladı.
Şehirde yalnızca bir gökdelen olduğunun hemen farkına vardım. Belediye binasıydı bu. Yüksekliğiyle iktidarı temsil ediyordu. Yapılaşmada bir şeyin daha farkına vardım: Hiç betonarme bina yoktu burada. Yapıların cepheleri de alacalı bulacalı boyanmamıştı. Hemen bütün binalar taştan yapılmıştı ve çoğunun kapı ve pencereleri nakış süslemeleriyle kaplıydı. Eski taş yapı geleneğinin bilinçli olarak korunduğu görülüyordu.
Bu arada Vahak, Ermenilerin şehirdeki cemaatlerini ve çeşitli örgütlenmelerin anlatıyordu bana.
1915 ile 1921 yılları arasında Maraş, Antep, Malatya, Urfa, Muş, Van, Bitlis ve Diyarbakır'dan sürülenler arasında hayatta kalmayı başarıp Halep'e yerleşen Ermeniler burada şimdi artık "ait" olmadıkları şehirlerinin adlarıyla dernekler kurmuşlardı: Maraşlılar Cemiyeti, Antepliler Cemiyeti... Bu cemiyetler bugün hâlâ yaşıyorlar ve o Ermenilerin torunlarının çoğu hâlâ 95 yıl önce bu şehirlerde konuşulan lehçeyle Türkçe konuşuyorlar.
Ermenilerle buluşma
Vahak'ın babası şehirdeki Ermeniler arasında çok sevilen bir tiyatro ustası. Bir yandan şehirdeki gezimize devam ederken bir yandan da baba oğul, cep telefonu konuşmalarıyla, Halep'in önde gelen Ermeni aydınlarıyla bir akşam yemeğini organize ediyorlardı. Bir Ermeni cemiyetine ait olan çok katlı bir kültür merkezinin büyük terasında buluştuk.
Gelenler arasında çok üretken bir yazar olduğu belirtilen dr Toras Toranian, tarihçi ve arşivci Mihran Minasian, işadamı ve yayıncı Giragos Kuyumjian vardı. Vahak'ın babası da oradaydı elbette.
Konuşmaya bazı Türk gazeteci ve televizyoncularının kendilerini nasıl düş kırıklığına uğrattıklarını anlatarak başladılar. Türklerin gelip onları konuşturduklarını ve Türkiye'ye döndüklerinde gazete ve televizyon kanallarında konuşulanların tersini anlattıklarını söylediler. Bazı Ermenilerin bu akşamki yemeğe işte bu yüzden gelmek istemediklerini anlattı Vahak bir ara bana.
Yazar Toranian, kısa bir süre içinde popülerliğini hemen gösterdi. Sözü alıp, başından geçen kimi olayları "Aziz Nesin üslubuyla" anlatmaya başladı. Söylediklerinin hepsi elbette ki Türklerle ilgiliydi.
Yıllar önce bir tarihte Ermenistan'a geçmek üzere Kars'a gelmiş. Para bozdurmak için Ziraat Bankası'na gitmiş. Hoş sohbetiyle oradaki memurun ilgisini çekmiş. Adam Toranian'a öğle tatilinde buluşup yandaki kahvede çay içmeyi teklif etmiş. Orada buluşmuşlar. Bankacı, yazarın şakacı konuşmasından pek hoşlanmış ve durup durup akşam muhakkak evine gelmesini ve karısının ünlü yaprak dolmalarından yemesini istemiş.
Konuşma esnasında yazar ilerideki büyük bir yapıyı işaret ederek o yapının ne olduğunu sormuş. Ha, o mu? Orası bir müze. Ama daha önce neydi? Hımm, belki bir okuldu. Belki, ama ondan da önce? Bir askerî kışla? Yanıtı Toranian kendisi verir sonunda: Bir Ermeni kilisesiydi! Daha sonra da Ermenistan'ın başkenti Jerevan'a gideceğini sözlerine ekler. Yani, Sovyetler'e gideceğini söylüyorsun, diye düzeltir bankacı. Hayır, Ermenistan'a, diye yanıtlar Toranian. Bankacı sinirli bir şekilde hayır, der, sınırdan sonra Sovyetler başlıyor!
Ama şimdi birden bire anlamıştır ki, konuştuğu bu adam bir Ermenidir. Kaba bir küfür savurarak masadan kalkıp gider. Toranian'a da yaprak dolmasını unutmak düşer.
Bir başka zaman Toranian Paris'tedir. Elinde adres yazılı bir kâğıtla bir metro çıkışında durur ve kendisine doğru gelen ilk adama kâğıdı uzatıp adresi sorar. Adam kâğıttaki Ermeni adını görür ve Türkçe olarak "Defol git, Ermeni gâvuru!" der.
Geceyarısına gelindiğinde, nefis meze çeşitleri ve onları izleyen vişne soslu kebaba eşlik eden Ermeni rakısının etkisiyle konuşmalar daha ateşli bir havaya bürünmüş ve sesler daha yükselmeye başlamıştı. Özellikle aslında işyeri Kuveyt'te olan, İsveç'ten paslanmaz çelik ithal eden ve Ermenice kitapların yayımlanmasına sponsorluk yapan işadamı ve yayıncı Kuyumjian, ısrarla Türkiye'nin Ermenistan sorunuyla ilgili olarak ne yapması gerektiği konusunda görüşümü öğrenmek istiyordu.
El konulan bütün evlerin, bahçelerin, tarlaların ve diğer mal ve mülkün Ermenilere geri verilmesi gerekmiyor muydu? "Türkiye'dekiler devletlerinin yarım ağızla özür dilemesi halinde, bizim bununla yetineceğimizi mi sanıyorlar yoksa? Sen ne diyorsun bakalım?".
Ertesi gün Vahak'la yeniden Baron Oteli'nde buluştuk. Babasıyla konuşup karar verdiklerini söyledi, otelden ayrılıp onlarda kalacaktım. Kendinden bir kaç yaş küçük olan erkek kardeşi Erivan'da mimarlık okumaya başlamıştı ve annesi onu ziyarete gitmişti. "Babamla evde yalnız kaldık. Sen gelirsen çok seviniriz. Böylece babamla karşılıklı surat asıp hırlaşmaya da son veririz".
Odama çıkıp bavulumu topladım, resepsiyona gidip hesabımı ödedim ve Lucia'ya veda ettim.
Kıyamet başlıyor
Onları iki gruba ayırdılar, diyor tarihçi ve arşivci Mihran Minasian.
O akşam Vahak ve babası Mano'nun (Manuel) evinde buluşmayı kararlaştırmıştık. Evet, bundan 95 yıl önce Haydarpaşa'da trene binmeye zorlananların yolculuğu uzun sürmemişti. Anadolu yaylalarının orta yerinde trenden inmeleri emredildi onlara. Politik açıdan tehlikeli görülenler, oradan Ankara'nın güney batısındaki Ayaş kasabasına gönderildiler. Sanatçı ve aydınlardan oluşan diğerleri ise Ankara'nın kuzey batısındaki Çankırı'ya.
Yaklaşık 140 kişi olan "politik açıdan tehlikeli" görülenler, izleri bugün dahi bulunamamak üzere "kayboldular". Ötekiler ise bir hafta geçmeden imha edildiler. Sonraki bir kaç hafta içinde İstanbul'da seçilen iki bin kişiden fazla Ermeni daha tevkif edildi ve bunlardan yaklaşık 800 kadarı meydanlarda idam edildi.
Böylece Ermeniler için kıyamet başladı, dedi Minasian. Ona göre Ermeni kıyımı iki etapta yapıldı. İlkin 1915'de sonra 1920'de.
Ermeni kıyımı iki etapta yapıldı
Ermeni milletvekil Krikor Zohrab'ın 1910'da verdiği kanun teklifine bağlı olarak, Türk kardeşleriyle birlikte ülke topraklarını korumak üzere 300 bin Ermeni genci, askere alındı. Dört yıl sonra Birinci Dünya Savaşı başladığında, Almanya'yla müttefik olan Osmanlı devleti doğuda Rusya ve batıda İngiltere, Fransa ve İtalya'yla savaşa girdi. Ermeni askerler hem batıda hem doğuda cephelerin en ön saflarına yerleştirildiler.
Böylece ölüme gönderildiler ya da düşmanla işbirliği yapacakları kuşkusuyla Türk askerlerince öldürüldüler. Hayatta kalanların silâhları ellerinden alındı ve çalışma taburlarıyla sevk edildikleri çalışma kamplarında öldürüldüler. Minasian'a göre kıyımın ilk etabı işte böyle başlamıştı.
Ancak ilk kıyım aslında 1915'den çok önce, daha kesin bir ifadeyle 1894'te gerçekleştirildi, diye bir düzeltme yapıyor Minasian. O tarihte Ermeniler Osmanlı yönetimine baş kaldırmışlardı. Çarpışmalar, ülkenin doğu ve güneydoğu bölgelerindeki bir çok yerde üç yıl boyunca sürdü. Osmanlı ordusu, ayaklanmaları çok kanlı bir biçimde bastırdı. Minasian'a göre bu çarpışmalarda 300.000 Ermeni öldürüldü.
Buna karşılık sivil Ermeni nüfusuna yönelik kıyım, önce de söylendiği gibi nisan-mayıs 1915'de başlatıldı. Halklarını bağımsızlığa ulaştırabileceği düşünülebilen bütün Ermeni aydınlarının öldürülmesinden sonra artık etnik temizliğe sıra gelmişti. Bütün Ermeniler yok edilecekti. Osmanlı hükümetince kıyımın en vahşi etabı başlatılmıştı şimdi.
Ermeni erkekleri, kaymakamlıklarda, valiliklerde toplantıya çağrıldıkları bahanesiyle evlerinden alındılar ve hapishanelere götürülerek oralarda kurşuna dizildiler. Ya da köylerde bir kaç yüz metre ötedeki dere ve ırmak kenarlarına götürüldüler. Buralarda başları kesilip cesetleri suya atıldı.
1915 ve 1916 yılları boyunca ülkenin her köşesinde, yüzbinlerce kadın, çocuk ve yaşlı Ermeni yerlerini, yurtlarını terk edip sürgüne yollandılar. Yani son durağı Suriye çölleri olan o ünlü ölüm marşlarına zorlandılar.
Osmanlı yönetimi, bu sürgün emirlerinin gerekçesini "güvenlik nedeniyle savaş bölgelerinde zorunlu yer değiştirme" olarak açıklamıştı. Ne de olsa savaşın içindeydiler.
"Ancak gerçek niyet, bazı yerlerdeki Ermeni nüfusu başka yere aktarmak değil, onları öldürmekti. Osmanlılar, imparatorluk içindeki Arap bölgelerini kaybedeceklerini anlamıştı. Mısır, Balkan Yarımadası ve Kuzey Afrika zaten kaybedilmişti. Kala kala yalnızca Anadolu ve Arap Yarımadası'nın bazı kısımları kalmıştı ellerinde. Halep ve Suriye'de ise az bir Türk nüfusu vardı" diye sözlerini sürdürüyor Minasian.
Güneye doğru ölüm marşları
Sürgünler iki yönde yürütüldü: Halep üzerinden Şam ve Beyrut yönüne ve çöl şehri Der Zor üzerinden Musul ve Bağdat yönüne. Ermeni konvoyları dağları, vadileri aşıyor ve mola verilen her yerde sayıları biraz daha azalarak yeniden yola koyuluyorlardı.
Konvoyları koruması gereken Osmanlı jandarmaları, haydut çetelerinin ve asker kaçaklarının konvoylara saldırmalarına ve yağmalamalarına göz yumuyordu. Binlerce kadının ırzına geçiliyor, genç kızlar ve çocuklar kaçırılıyordu. Kaçırılan Ermeniler, Müslüman olmaya, "sahipleriyle" evlenmeye ve uşak olarak onlara hizmet etmeye zorlanıyordu.
Konvoylar ölüm yürüyüşlerine aylarca devam ettiler. Yürüyecek gücü kalmayan, konvoyun sonuna kalan, biraz dinlenmek için yere oturan ya da halsizlikten baygınlık geçirenler, anında ateş edilerek öldürüldüler. Birçoğu, açlık, susuzluk ve salgın hastalıklar yüzünden yollarda öldüler.
Sağ kalmayı başarıp Halep'e ulaşanlar, bir süre sonra güneye doğru ya da doğudaki çöllere, Der Zor'a doğru gönderilmek üzere toplama kamplarında tutuldular. Daha doğudaki şehirlerden, Diyarbakır, Malatya, Siirt, Van'dan sürülen Ermeniler de Der Zor'a gönderilmişlerdi. Burada ot kaynatıp ölü kuşları yiyerek yaşamaya çalıştılar. Çoğu, bu sonu gelmez yürüyüşü canlı olarak bitiremeyeceğini anlamıştı muhakkak.
"Der Zor'a gelenler zaten yarı ölü durumdaydılar" diyor Minasian ve devam ediyor: "En büyük kıyım Der Zor'da yapıldı. İnsanlar dışarıda, taşın toprağın üzerinde yatıyordu ve bunlardan bir çoğu daha ilk günlerde son nefeslerini verdiler orada. Der Zor'da 200 bin Ermeni öldü. Bugün bile Der Zor çevresinde çölün kumunu hafifçe eşeleyince elinize insan kemikleri geliyor".
İkinci etap
Ermeni kıyımının ikinci etabı 1920 ve 1921 yıllarında gerçekleştirildi. Birinci Dünya Savaşı'nın sonunda Osmanlı devletinin yıkılmasıyla birlikte Halep'teki bir kısım Ermeni, 1918'de Anadolu'daki evlerine döndüler. Ancak, çok geçmeden Türkler tarafından yeniden sürgüne zorlandılar.
Bir zamanlar (1199-1375) Ermeni krallığının bulunduğu Adana (Klikya) bölgesinde Ekim 1921'de meydana gelen çatışmalarda 8 bin Ermeni öldürüldü.
1921'de bu kez Maraş'ta bir Ermeni kıyımı yapıldı. Güneydoğu ve Doğu Anadolu'daki diğer başka şehirler gibi bu şehirler de o zaman bölgeyi işgal eden Fransa yönetiminin altındaydı. Türk ordusunun ilerlemesiyle geri çekilmek zorunda kalan Fransızlar, Antep'te Ermenilere ihanet ettiler. Bir gece yarısı, Ermeniler duyup uyanmasın, diye atlarının nallarına bez bağlayarak şehri sessizce terk ettiler.
Bu olayı izleyen sekiz ay içinde 8 bin Ermeni katledildi, diyor Minasian burukça ve ekliyor: 1920 ve 1921 yıllarında bu şekilde toplam 30 bin Ermeni öldürüldü.
Ermenistan devletinin uluslar arası platformlarda ileri sürdüğü gibi Minasian da yaklaşık 1,5 milyon Ermeninin bu kıyımın kurbanı olduğunu söylüyor. Ancak elde kesin rakamların bulunmadığını da vurguluyor:
"O zamanlar ölen kişilerin sayısı tutulmadı. Öldürülenlerin arasında vergi ödememek ya da askere gitmemek için nüfusa kayıt olmamış birçok Ermeni vardı. İlerde Ermenistan ile Türkiye arasında görüşmeler başlarsa elbette ki ortaya somut rakamlar koymak gerekecektir. Bu yüzden dünyanın her yanından belge topluyoruz. Rakamlar, en önemli tartışma konularından biri olacaktır".
Rakamlar konusunda olası bir anlaşmadan sonra ne olacak peki? Minasian, Türklerin Ermenilere el koyulan mal ve mülklerini geri vereceğine inanmıyor:
"Türkler Kıbrısı işgal ettiler ve bu adayı asla terk etmezler. Şimdi gözlerini Kerkük'e ve hatta Nagorno-Karabaş'a diktiler. Türklerin bu tutumu karşısında umutlu olmak mümkün değil. Toprakla ilgili tartışmalar olmayacaksa Türklerle bir diyaloğun hiç anlamı yok. Ermenileri tatmin edecek olan şey, Türkiye'deki mülklerini geri almalarıdır".
Minasian yine de Türklere karşı tümden uzlaşmaz değil:
"Kıyım yapıldığında savaş sürüyordu. O savaş ortamında nerede ne olduğunu bilmek zordu. Şimdi, o zamanki koşulları dikkate alarak Türkleri affedebilirim. Ne ki, kıyımı reddeden bir tutumu asla affedemeyiz. Yalnızca iki halkın da adaletin yerine geldiği duygusunu ta içlerinde duymalarıyla birlikte barışık olunabilinir. Ermenilere görüşmeler sonrasında tazminat, diyelim ki elli milyar dolar ödenebilir, ama biz bir kültürü kaybettik. Biz bin yıllık günlük hayatımızı yitirdik. Birden bire köklerimizden olduk, birden bire diasporaya dönüştük." (TK/BB)