Yaşadığı dönemde anlaşılamayan “mistik” ve “ultra modern” şairimiz Asaf Halet Çelebi, 110 yıl önce, 27 Aralık 1907’de doğdu. Şiir dünyasında masallar, tekerlemeler, efsaneler, kadim Çin, eski Mısır, Budizm, dinler tarihi ve İslam tasavvufu yer alıyordu. Bilinçaltını olumlu bir şekilde bilince çıkarmanın önemine inanan şair, dış dünyanın acımasızlığına karşı çocukluğuna ve rüyalara sığınmıştı, lakin ben onu bugünün şartlarında en çok, demokrasi için mücadelesi için hatırlıyorum..[1]
Sahneye çıkan yazarlar, şairler
İnanmak belki zor ama, 1950’de Türkiye’de edebiyat matineleri çok gözdeydi. Yazarlar, şairler her hafta tiyatrolarda, okul salonları veya halk evlerinde sahneye çıkar, büyük ilgi görürlerdi. Dinleyicilerden ayakta kalanların bile olduğu bu matinelere dair Behçet Necatigil "Yahu her gün sahnelere çıkıp okuyoruz. Müzeyyen Senar'ı bile geçtik" demişti.
O günleri yaşayarak yazan Ülkü Tamer, Asaf Halet Çelebi’nin sahneden, "Kendimi sirkte vahşi hayvan gibi hissediyorum," dediğine tanık olmuş.[2] Marmara lokalindeki bir matinede, bugün 100 yaşında olan Asaf Halet Çelebi’yi hayal etmek heyecan verici...
Matine, halk arasında popüler olan Garipçiler ile başlamıştır, derken lokalin ışıkları söner. Orta boylu, tombul ve göbekli şair, elinde bir şamdanla, parmaklarının ucuna basarak usulca gelir sahneye. Mumun titreyen alevi, şairin tok ve boğuk sesiyle dalgalanır:
“Niyagrod-hâaa/ Koskoca bir ağaç görüyorum/ ufacık bir tohumda”.
“O” ve “a”ları alabildiğince uzatan Asaf Halet, sonra şamdanı bir davul yapar. Diğer elindeki hayali tokmakla her hecede davula vurarak üç kez tekrarlar:
“om mani padme hum”.
Seyirciler arasında gülüşmeler başlasa da hiç oralı olmaz. Şiirini bitirince birkaç saniye bekler. Şamdanı yere koyar ve eline görünmez bir kazma alır. Kalın bedeniyle eğilerek haykırır:
“vurma kazmayı ferhâaad/ he’nin iki gözü iki çeşme/ âaahhh”.
Salonda çıt çıkmaz; “dağın içinde ne var ki/ güm güm öter/ ya senin içinde ne var/ ferhâaad”.
Asaf Halet’in sesi alçalır, sakince devam eder:
“Ejderha bakışlı he’nin/ iki gözü iki çeşme/ ve ayaklar altında yamyassı”.
Biraz bekler ve sessizliği gür sesiyle bozarak bitirir şiirini: “kasrında şirin de böyle ağlıyor/ ferhâaad”
Kütüphane onun için cennetti
Asaf Halet Çelebi, 15 Ekim 1958’de doğdu, Beylerbeyi’nde, boğaza nazır bir tepede, 22 dönümlük bir arazide bulunan babadan kalma konağında yaşadı. Bilince çıkarmak için çabaladığı, şiirin ana kaynaklarından biri olarak gördüğü bilinçaltına dair nice hazineyi içeren çocukluğu, Cihangir’de geçti.
Sekiz yıl okuduğu Galatasaray Lisesi’nden son sınıfta ayrıldı, bir süre Fransa’ya gitti. Döndüğünde Güzel Sanatlar Akademisi’ne girdi, ancak orada da yapamayıp öğrenimini Adliye Meslek Mektebi'nde bitirdi.
Üsküdar Asliye Ceza Mahkemesi’nde zabıt katipliği, Osmanlı Bankası ve Devlet Deniz Yolları’nda memurluktan sonra İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümünün kütüphane memurluğunda karar kıldı.
Aldığı maaş geçim sıkıntısına çare olmasa da, kütüphane onun için cennetti. Ailesinden miras aldığı kültürü burada derinleştirdi, derinleştikte mistisizme eğildi. Onun için Doğu ve Batı, İslam tasavvufu, üç büyük din, Budizm, kadim Çin, eski Mısır, efsaneler, masallar ve tekerlemeler ayrılmaz bir bütündü. Zaten şiir de “kelimelerin bir araya gelmesinden hasıl olan bir büyük kelimeden başka bir şey değildi”.
Masaldan ibaret bir hayat
Şiirinin yapı taşlarından birini oluşturan “karmakarışık” rüyalarına, eminim, çocukluğunda ona masallar anlatan dört kadın, Hacı Teyze, Burunsuz Ziyneti Hanım, Sudanlı Mehveş Kalfa ve Çerkes Servet Hanım’ın masalları giriyordu:
“zamanlar içinde/ kuşlar uçuyor/ kervanlar göçüyor/ bir iğne deliğinden/ çarşılar kuruluyor/ saraylar oyuncak/ insanları karınca şehirler/ zamanları gördün mü/ bir iğne deliğinden”.
Asaf Halet onların masallarını bir maya gibi ömür boyu ruhunda taşıdı. Kendi köşesinde, “bir masaldan ibaret olan hayatı”nı sessizce yaşıyordu.
Masallar önemliydi, “insanoğlu düşündüğü ve düşündüğünü sezdiği andan itibaren masal söylemeye başlamış, tarihin kayıt ettiği ve etmediği zamandan bugüne kadar da söylemeye devam etmiş”ti. Olağanüstüler dünyasında gezindiği için, kimilerine göre gerçeküstücüydü. Sadece olağanüstü değil, Âdem Peygamber’den öncesine ve sonrasına tüm dinler, Asur, Eski Mısır, Çin gibi kültürler, “Cübbemin altında Allah’tan başkası yok” diyen Cüneyd-i Bağdadî ve “Ene’l Hakk”, yani “Ben Tanrı’yım” dediği için tüm vücudu parçalara ayrılarak yakılan Hallac-ı Mansur gibi tasavvuf büyükleri içinde yaşıyor, hepsini yeniden yaratıyordu. “..hiç korkmadan ve çekinmeden şiirlerinde mistisizmin büyük bir rol aldığını itiraf” ediyordu.
"Nirvana'ya erdiğim anda bile içim rahat değildir"
Şiirlerinin bir çoğu “Nirvana’ya davet, yahut Nirvana’ya nasıl erilebileceğinin hikayesi”ydi. Ama Nirvana’sının Budistlerinkinden ve ünlü şair Tagore’unkinden farkını “Nirvana’ya erdiğim anda bile içim rahat değildir. Orada vardığım muvazene istikrarsızdır ve ruhun en gizli yerinde bile bir endişe kalmıştır” sözleriyle anlatmıştı. Yine de Budizm onun için önemliydi. Buddha’nın hayatını anlattığı, bir kez basıldığı için pek bilinmeyen bir kitap bile yazmıştı. Ayrıca Mevlâna, Molla Câmi, Naima, Ömer Hayyam üzerine de kitaplar yazmış, Eşrefoğlu Divanı'nı bastırmış, “Divan Şiirinde İstanbul” adında bir antoloji yayımlamış, birçok makale kaleme almıştı.
Onu anlayan pek azdı
Ama esas olarak bir şairdi, üstelik bir hayal ve duygu şairi değil, bir “sezgi” şairiydi her zaman.
İlk şiirleri Ses, Küllük, Hamle, Sokak, Uyanış, Servet-i Fünun, Türk Sanatı dergileri ile Gün gazetesinde çıktı. “He” ve “Lamelif” adında iki şiir kitabında çıkan şiirlerini, 1953’te yenilerini de ekleyerek “Om Mani Padme Hum” adlı kitabında topladı. Dönemin önde gelen dini şahsiyetlerinden[3] ve sanat çevresinden dostları vardı.
Şiir kitapları Bedri Rahmi Eyüboğlu, Fahrünnisa Zeid, Selim Turan, Arif Kaptan gibi ünlü ressamlar tarafından resimlenmişti. Edebiyat çevrelerinde “ultra modern” ya da “bobstil” şair olarak anılırdı. Çünkü geleneksel içerikli şiirlerinde, modern bir dil kullanıyordu. “Şiirinin yapıtaşı olan sözcükleri, etraflarındaki kültürel toz ve çamurdan arındırıp, kabuklarından çıkaran, kelimeyi neredeyse saf sese, bir ateş topuna dönüştüren” bir şairdi. Ama onu anlayan pek azdı, yalnızdı. Oysa gündelik hayatta dikkat çekiyordu.
Dar ve paçası kısa pantolonlar, rengarenk gömlekler giyer, farklı kumaşlardan kendisinin yaptığı kravatlar takardı. Aşırı kibarlığı ve Osmanlıca deyimler kullanması da dikkat çekerdi. Bir nargile tiryakisiydi. Dostlarıyla Küllük kahvesinde sohbet ederdi. Cebinde, içinde kakule, nemse kimyonu, kaya tuzu, safran veya frambuaz şekerlerinin olduğu antika kutular taşırdı. Haldun Taner için “yolunu ve asrını şaşırmış bir derviş” idi:
"Yakasına çiçek takıp kökünü mendil cebine yerleştirdiği küçük bir şişenin suyu ile beslemesi, kocaman bir gülsüz gezmeyen Oscar Wilde'in dandiliğini anımsatıyordu. Şiirlerini okuyuşundaki –için için belki kendinin de alayını çıkardığı- aşırı önem ve her şiirin havasına göre ayrı bir kişiliğe bürünüş yeteneği, çoğu kimsede bir hafiflik etkisi bırakıyordu. Asaf Halet, böylece, ciddiye alınmaktan çok, insanı bohem renkliliği ile gülümseten bir çağrışım oluyordu," demişti.
Poetikasını açıklayan şair
Şiirlerinde Sanskritçe, eski Mısırca, Rumca kelimeler kullanması özellikle eleştirildi.
Onu eleştirenlere cevabı, 1954’te İstanbul dergisinde yayınlayacağı “Benim Gözümle Şiir Davası” adlı makalede verecek ve poetikasını açıklayan ilk şairlerden biri olacaktı. Yabancı kelimeleri “ritm itibariyle”, atmosfer yaratmak için kullandığını, bu kelimelerin anlamlarını bilmeye gerek olmadığını söyledi. Kaldı ki “hakikî şiir kelimelerin lûgat mânalarından ziyade onların tılsım formülleriyle açılır sihir kâr bir bahçe”ydi. Zaten şiirlerini “anlaşılırlığın, açıklığın göreli olduğunu düşünüp kimse için değil, kendi iç dünyasını incelemek, ‘içindeki mağaradakiler’e ‘ayna tutmak’ amacıyla” yazıyordu.
Dönemin gazete ve dergilerinde, ünlü şairler ve yazarların dış görünüşlerini, yapıtlarını ve yaşam tarzlarını ti’ye alan karikatürleri yayınlanırdı. Kendisi de dönemin karikatüristleri için zengin bir kaynaktı. Karikatür dergisinde milletvekili adaylığı ile ilgi Râmiz'in çizdiği karikatürde, "Neden milletvekili olmak istiyorsunuz?" sorusuna, "Şiirlerim, inşadlarım, kıyafetimle senelerden beri milletin yüzünü güldürmüş bir şairim. Meclis'te de neşe ve şetaret havası yaratmak ülkümdür!" cevabını vermişti.
1946’da ilk kez aday olduğunda yayımladığı seçim bildirisinde, demokrasiyi Roosevelt'in dört şartıyla açıklamıştı: 1. Sefalet ve açlık korkusu duymadan yaşamak, 2. Korkudan emin olmak, 3. Düşünce hürriyeti, 4. İnanç hürriyeti.
Seçilemeyeceğini bile bile, meydanlarda yüksekçe bir yere, mesela bir taşın üzerine çıkıp uzun nutuklar atardı. Ama bu yönünü şiirine asla yansıtmamıştı; “şiiri sıkılmış yumruklara ve makine gürültülerine boğmak gibi siyasî bir amacın hizmetine verenler şair değil, kötü propagandistlerdi”; “şiir her şeyden evvel ferdî”ydi.
Ben, içinden geçtiğimiz bu dönemde onu şairliğinin yanında, demokrasi hayaliyle hatırlıyorum. 1946 seçimlerinde aday olduğunda yayımladığı seçim bildirisindeki şu sözleri memleketin hala yerinde saydığının göstergesi çünkü:
“Size parlak ve süslü vaatlerde bulunmak değil, ancak haksızlıklarla mücadele edeceğimi söylemek isterim. Bu mücadelem memlekette yerleşmiş zorbalık ve derebeylik zihniyetinin kat’i surette silinmesi ve hür, iradeli bir demokrasi havasının yerleşmesi için olacaktır.”[4]
(GBD/HK)
[1] Bu yazının ilk nüshası, K Edebiyat Dergisi’nde 11 Nisan 2008’de yayımlanmıştır.
[2] Ülkü Tamer, “İnce alayla örülmüş yoğun şiirler”, Sabah Gazetesi, 15 Temmuz 2006.
[3] İsmail Kara, E. Nedret İşli, Yusuf Çağlar, Asaf Halet Çelebi’nin Defter-i Meşahir’i, Zaman Kitap 2006.
[4] Asaf Halet Çelebi, Bütün Yazıları, Yapı Kredi Yayınları 2004, s. 520.