Kadınların kürtaj hakkını ortadan kaldırarak yeni dünya düzenine iş gücü sağlama çabası, etnik kimlik üzerinden giderek güçlenerek yapılan siyaset, kadınların ancak ve ancak bedenlerini erk'eklerin istediği gibi kullanabildiği takdirde yaşama hakkı olması, erkeklerin kadın bedeni üzerinde tahakküm kurmaya çalıştığını gözler önüne apaçık seriyor.
Kadına karşı gelişen bu düşmanlığın ne bilimsel ne de tıbbi bir açıklaması var. Fakat tarih gösteriyor ki ataerkil ve tek tanrılı dinlerden önce anaerkil düzende yaşayan insanlar aşk, cinsellik ve haz konusunda şimdiki kadar sıkıntılı süreçler geçirmiyordu.
Manastır, anaerkil zamanlarda hem bakire kadınların hem de fahişelerin birlikte yaşadığı yerdi. Bu yüzden Hamlet, Ophelia'ya "manastıra git" dediğinde aslında çift anlamlı bir gönderme yapar.
İngilizce'de tarih kelimesi "history", aynı zamanda erkeğin yazdığı tarih olarak, erkeğin tarihi olarak yani "his story" olarak okunduğundan feminist tarihçilerin bazıları bu kelimeyi "her story" olarak değiştirip, kadınların yazdıkları, yazabilecekleri bir tarih olarak yeni bir bakış açısı önermişlerdir. Tarih, erk sahibi olanlar tarafından yazılıyor görünse de yalnızca kadın değil, erk sahibi olmayanların hatta bunu reddedenlerin de bir tarihi vardır.
Uzun vadede insanlık, bu insanların insanlığa kattığı değerlere, erk peşinde koşan insanlarınkinden daha fazla gereksinim duyacaktır çünkü kendinden başka bir insanı sevmenin güç ya da zayıflık ile ilgisi yoktur. Güç ve zayıflık eril bakışın insanlığa ne yazık ki "kaybettirdiği" kelimelerdir.
Hayatı sürekli olarak erk'in çevresinde dolanarak yaşayan, sorularını bu minvalde ortaya koyan özne, başka bir dünyanın mümkün olma olasılığını hayal bile edemeden, gücü elden gidiyor mu gitmiyor mu diye düşünerek hep diken üzerinde yaşayıp gidecektir (Türkçe'nin fallik değinmeleri sizi şaşırtıyorsa, çevrenizdeki mimariye bir bakınız).
Kadın doğurduğu ve doğurabildiği için mi bu kadar kısıtlanmaya çalışılır? Erkekler doğuramadığı için mi kadının doğurabilmesi en iyi ihtimalle araçsallaştırılır ve geleceğin askeri, polisi yetiştirilmeye çalışılır? Ne de olsa kız verirken aileler öncelikle erkeğin erk'ine bakarlar. Bu yüzden de ta Platon'dan beri "Şaire kız verilmez."
Virginia Woolf, Kendine Ait Bir Oda adlı eserinde kadınların üniversite öğrenimi konusunda yaşadığı zorlukların ve aile yaşamının getirdiği kısıtlamaların kadınların toplumda silikleşmesine neden olduğunu yazmıştı. Aynı kitapta yazar, Shakespeare'in Judith adında bir kız kardeşi olsa talihi ne olurdu sorusunu da cevaplar. Elbette Judith, ataerkil bir toplumda Shakespeare kadar şanslı olamaz ve çözümü intiharda bulur.
Yirminci yüzyılda bile ünlü Fransız feminist felsefecilerden Luce Irigaray, ikinci doktora tezinde Freud'un ve Lacan'ın psikanalizine yönelik getirdiği sert eleştiriler yüzünden Vincennes Üniversitesi'ndeki ve Ecole Freudienne'deki öğretim görevinden atılmıştır.
Luce Irigaray, ayrıca Batı felsefesinde "akıl" kavramının cinsiyetsiz değil, tam tersine eril bir söylem olduğunun altını çizmiş ve kadının felsefe tarihinden, psikanaliz teorisinden ve yapısalcı dilbilimden dışlanması üzerine çalışmıştır. Kadının, ancak ve ancak eril olana boyun eğerse var olabildiğini ve aslında kadının doğa ile ilişkilendirilmesi dışında bir özne olarak konumu olmadığını söyleyen Irigaray, kadının Batı dünyasındaki durumunu değiştirmeye yönelik öneriler getirmiştir.
Irigaray'a göre bazı felsefeciler de dişil bir kimliğe sahiptir. I Love to You (Seni seviyorum) kitabında da özne ve nesne arasındaki dilsel ilişkiyi "I love to you" yani sana seviyorum, sana yöneliyorum düzleminde ele almış, dilin erilliğini sürekli olarak sorgulamıştır.
Kadının, kendi bedeni üzerindeki tasarrufunun elinden alınmaya çalışıldığı şu günlerde eril dilin daha da bilincine varıyorum. Türkçe'de birinin hakkına tecavüz etmek deriz. Eril dille ifade etmem gerekirse şu günlerde kadın olarak haklarıma tecavüz edildiğini hissediyorum. Ve karanlık ve pis kokulu bir odada birtakım adamların hamile olsam da olmasam da bedenimi bıçak altına yatırdıklarını görür gibi oluyorum. (İS/HK)