Haberin İngilizcesi için tıklayın
Dr. Ömer Faruk Gergerlioğlu, dün gece yarısı evinden -tıpkı Meclis’ten götürülürken yapıldığı gibi- ayakkabısını giymesine fırsat verilmeden yaka paça, hırpalanarak çıkarıldı. Aldığı darbeler ve uğradığı hakaretlerin yol açtığı kalp ve tansiyon sorunları yüzünden derhal cezaevine de götürülemedi. Yoğun bakıma alınmak zorunda kalındı. Hastaneden de ailesinden habersiz kaçırılarak cezaevine atıldı. Orada neler olacak, kimse güvence veremez. Çıplak aramayı gündeme getirerek mağdurların onurunu savunan vekilimize o canavarlar neler yapabilirler; düşünmesi bile tahammül ötesi.
Bütün bunlar, kağıt üstünde, hakkında verilmiş ve Yargıtayca onaylanmış bir mahkeme kararına dayanıyor. O karar TBMM’ye geldiğinde pekala bekletilebilirdi. Ama TBMM Başkanı Şentop büyük bir acullukla kararı okuttu ve Dr. Gergerlioğlu’nun vekilliğini düşürtttü. Dr. Gergerlioğlu vekil iken yargılanamayacağı halde davanın sürdürüldüğünü; Dr. Gergerlioğlu’nun hükmün kesinleşmesinin ardından bireysel hak ihlali gerekçesiyle Anayasa mahkemesine -Enis Berberoğlu gibi- başvuruda bulunduğunu bildiği halde kararı okuttu. Çünkü emir büyük yerdendi.
Neden Gergerlioğlu?
Üstelik Dr. Gergerlioğlu’nun Twitter hesabından yeniden tweet ettiği için “PKK propagandası yapıyor” diye mahkûm edilmesine yol açan T24 sitesindeki “PKK: Devlet adım atarsa barış 1 ayda gelir” başlıklı haber hala sayfasında durmaya devam ediyor, ne yayıncısı, ne habercisi hakkında bir kovuşturma var. Her gün gürül gürül “PKK propagandası” (!) akıyor sayfadan, ama Dr. Gergerlioğlu, dövüle dövüle Meclisten hapishaneye gönderiliyor. Bunun ilk nedeni onun HDP vekili olması, ama tek nedeni değil. Gergerlioğlu Müslüman ve AKP’nin bahçesindekiler onun sesini işitiyor ve o, herkesin duymazdan geldiği zulme uğrayan “cemaatçi”nin de çığlığını duyuyor ve yansıtıyordu. Kitapta yazmayabilirdi, ama “Kurt Kanunu”nda düşeni yememek suçtu. Dr. Gergerlioğlu’nun vekilliği düşürüldüğü gün Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının uyduruk bir iddianameyle HDP’ye açtığı kapatma davasının bir yazılı olmayan gerekçesi de elbette, dünyanın lanetlilerini TBMM’ye taşımasıydı.
Bunlar olurken, AKP Cumhurbaşkanı’nın 2 Mart’ta böbürlenerek yürürlüğe soktuğunu ilan ettiği “insan hakları eylem planı”nın mürekkebi kurumamıştı bile. Gerçi Erdoğan ilgililerin yanlış anlamasına meydan vermemek üzere “plan”ın yanında bir de kullanma kılavuzu sunmuştu: “[…] Öyle her gördüğümüz çiçeğe su vermeyeceğiz. Susuzluktan boynu bükülmüş bir çiçeğe su vermek adaleti yerine getirmek olurken, dikene su vermek zulüm anlamına gelebiliyor.”
Hokkabazlık
Nitekim AKP Grup Başkan Vekili Cahit Özkan, mesajı alır almaz, TBMM’de düzenlediği basın toplantısında Cumhurbaşkanının eylem planını doğru anladığından şüphesi kalmaması için “HDP’yi kapatacağız” diye ilan etti. AKP Grup Başkan Vekili’nin “biz” derken partisinden başka bir şeyi ima ettiğini düşünmek için çok saf olmak gerekir.
Ancak “insan hakları” ile kurumsal düzeyde ve ihtisas konusu olarak ilgilenenler, kokuyu almakta gecikmediler. Uluslararası Af Örgütü’nün Avrupa Müdürü -eski Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiseri- Nils Muižnieks 12 Mart’ta yaptığı açıklamada Erdoğan’ın planını “hokkabazlık” olarak niteledi. AİHM kararlarına rağmen Osman Kavala ve Selahattin Demirtaş’ın hala serbest bırakılmamış olmalarını hatırlatan Muižnieks rejimi suçladı: “Erdoğan hükümeti geçtiğimiz hafta açıkladığı manasız İnsan Hakları Eylem Planı’yla sistemli insan hakları ihlallerini aklama peşinde.”
Erdoğan'ın planı
Gerçekten de Erdoğan’ın bir “plan”ı var ama, HDP’ye yönelik çökertme harekatının da gösterdiği gibi “iç piyasa” için değil. Rejimin “iç piyasa”da her tür demokratik koalisyonun kilit taşı olan HDP’yi çökertme planı partiyi yüzde 10 ulusal seçim barajının altına iterek, Erdoğan’ın önünü bir dönem daha açmayı gözetiyor. Öyleyse, "insan hakları planı" Erdoğan'ın neyine lazım? Erdoğan, muhataplarını satır aralarını okuma zahmetinden kurtarmak için hiçbir masraftan kaçınmamış, plan sunumunda diyor ki: “Böylece Avrupa Birliği ile bilhassa Vize Serbestisi Diyaloğu’nda karşılanması beklenen hususlara yönelik çalışmalara da hız veriyoruz […] Avrupa Birliği’nin 'Doğrudan Yabancı Yatırımların İzlenmesi Hakkında Çerçeve Kararı' ile uyumlu hukuki düzenlemeler yapıyoruz […] Kişisel Verileri Koruma Kanunu’nu Avrupa Birliği standartları ile uyumlu hale getiriyoruz."
Açıkça görüleceği gibi, Erdoğan’ın “plan”ı esasen AB ve ABD ile limonileşen ilişkileri düzeltmekte bir kaldıraç olsun diye tasarlanmış. Gerçi ABD ve AB’nin Türkiye’yle ilişkilerinde öncelikleri “insan hakları” değil askeri-stratejik ve ekonomik konular: Onlar Erdoğan’ın Doğu Akdeniz’in ihtilaflı sularında doğalgaz ve petrol arama faaliyetlerine son vermesini, “iki devletli” Kıbrıs planını rafa kaldırmasını, Rusya’dan aldığı S-400 savunma sistemlerini devreden çıkarmasını ve Suriye ve Ortadoğu'dan Avrupa’ya yönelen göçü durdurma anlaşmasına bağlı kalmasını bekliyorlar. "İnsan hakları" onların değil, Avrupa kamuoyunun sorunu.
Stratejik değer
İşte Erdoğan’ın “plan”ı bu noktada stratejik değere kavuşuyor. Plan, belli başlı Avrupa ülkeleri ve kurumlarının -Avrupa Parlamentosu, Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi, Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı vb.- liderlerine ihlaller dolayısıyla Türkiye’ye derhal yaptırım uygulanmasında ısrarlı insan hakları savunucuları gözünde Erdoğan rejimiyle ilişkilerini mazur göstermek üzere keşide edebilecekleri Türk devleti tarafından imzalanmış bir “açık çek” defteri sunuyor.
Böylece örneğin Avrupa Birliği Dışişleri ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi ve Avrupa Komisyonu Başkan Yardımcısı Josep Borrell gibileri, Dr. Gergerlioğlu dövüle dövüle meclisten çıkarılır ve hapse atılırken yüzleri kızarmadan şunları diyebilirler: “[…] AB gerekli çabalara yatırım yapmaya hazır. Türkiye de aynı derecede istekliyse ve ilgili eylemlerle daha olumlu söylemlerinin altını çizerse, gerginliğin azaltılmasından karşılıklı yarar sağlayan bir gündem oluşturmaya geçmeye devam edebiliriz.”
Erdoğan benzer manevralarla 2016’da AB ile bir göç anlaşması yapmayı da başarmıştı. Ara sıra yükselen bağırış çağırışlara karşın anlaşma halen iki tarafa da hizmete devam ediyor. Ama, Akdeniz’deki mağdur göçmenlerin haklarını gözeten Uluslararası Kurtarma Komitesi’nden (IRC) Imogen Sudbury bu anlaşma için “Avrupa Birliği’nin insan hakları karnesinde bir leke” diyor. “Bunun pahasını korunmaya muhtaç olanlar ödüyor.”
Diğer "leke"
Bu açıdan bir başka “leke” örneği de 2017’de kurulan OHAL Araştırma Komisyonu’ydu. KHK’ler ile görevlerinden atılan on binlerce kamu emekçisinin durumlarının araştırılması gerekçesiyle Avrupa Konseyi’nin desteğiyle, güçlü itirazlara karşın oluşturulan, bu hiçbir adli hüviyeti olmayan yapı pratikte, 130 bin KHK’li emekçiyi Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi önünde doğrudan hak aramaktan alıkoyan bir engel olmanın ötesine geçemedi. KHK’lilerin bu aygıt dolayısıyla uğradıkları ihlaller Türkiye İnsan Hakları Dava Desteği Projesi’nin (Turkey Human Rights Litigation Support Project -TLSP) 2019 raporunda ayrıntılı olarak anlatılıyor.
Erdoğan’ın sonuncu planının da benzer bir arka plana dayandığını anlamak zor değil. Daha şimdiden ortaya çıktığına göre bu müthiş “cumhurbaşkanlığı planı" meğerse yüzde 85’i Avrupa Birliği’nden ve yüzde 15’i Avrupa Konseyi’nden sağlanan 1 milyon 200 bin Avroluk bir fonla desteklenen “Adalet Bakanlığı İnsan Hakları Dairesi”nin “İnsan Hakları Eylem Planı’nın Uygulanmasını ve Raporlamasını Destekleme Projesi”nin bir parçasıymış.
Avrupa Konseyi'nin "not ettiği"
Nils Muižnieks istediği kadar Erdoğan’ın “Eylem Planı”nı “hokkabazlık” olarak çöpe atsın, Avrupa Konseyi, planın fonlanmasındaki yüzde 15’lik payının hakkını veriyor. 9-11 Mart günlerinde bir araya gelen Avrupa Konseyi Bakan Yardımcıları Osman Kavala’nın AİHM kararına rağmen serbest bırakılmamasından yakındıktan sonra “Türkiye’nin İnsan Hakları Eylem Planı’nın benimsenmiş olmasını not etmiş” ve “Türkiye makamlarını söz edilen reformların icrası yönünde ilerlemeye yüreklendirmeyi ve Avrupa Konseyi’nin bu maksatla her türlü yardıma hazır olduğunu bildirmeyi” vazife bildiklerini kayıt altına almışlardı.
"Win-win"
Avrupa Birliği zirvesi de 25-26 Mart’taki toplantıdan benzer sonuçlarla çıktı. Herhangi bir yaptırım yok, “yüreklendirme” vardı. Erdoğan’ın ihtilaflı sularda başı boş dolaşan araştırma gemisini kıyıya çekip, 1,2 milyon Avro karşılığında bir açık çek imzalaması yetmişti.
Borrell 30 Mart’ta kurum blogunda yayınlanan yazısında konunun iyice anlaşılması için paradan konuşmayı ihmal etmedi: “[…] AB’nin Türkiye ile iş birliğine dayalı ve karşılıklı yarar sağlayan bir ilişkinin geliştirilmesinde stratejik bir çıkarı var. […] Pandemi öncesi son rakamlara baktığımızda Türkiye’nin ihracatının 69,8 milyar Avro’sunun AB’ye yöneltildiğini ve 58,5 milyar Avroluk doğrudan yabancı yatırımının (DYY) AB’den geldiğini görüyoruz. […] Güvenliği ve savunması NATO’ya bağlı olduğu için Türkiye’nin Avrupa yolunu takip etmekten daha iyi seçenekleri öngörebileceğine inanmak zor.”
TIKLAYINIZ- AB-Türkiye ilişkileri: Köprüleri inşa etme ihtiyacı / Josep Borrell
Görüldüğü gibi, her şey “win-win” esasına dayanıyor. Erdoğan’ın 1.2 milyon Avroya Anayasadan “kes-yapıştır”la imal ettiği “plan”ı fonlayanlar “Ankara’yla ne işler çeviriyorsunuz” diye soracak olanlara “hiçbir şey yapmıyoruz, insan haklarından konuşuyoruz” diyebilecekleri TC mühürlü bir kağıt, Ankara’dakiler de Dr. Gergerlioğlu’nu sürükleyerek hapse götürürken, Almanya Dışişleri Bakanı Haas’ın dişlerinin arasından “Onlar da terörle aralarına mesafe koysunlar” diye tıslayışını sağlıyorlar. Az şey mi? Ya “insan hakları?” O, “dengeli”, “karşılıklı”, “sürdürülebilir” ilişkilerle “orantılı” ve elbette daima bir sonraki planın konusu olarak kalmaya devam edecek.
Halkların gücü gerek
Haklar, tarihte pazarlıklardan değil, pazarlıkları bitiren tarihsel eylemlerden güç aldı ve yasa gücü kazandı. 1793 İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi, “hükümet halkın haklarını ihlal ettiğinde başkaldırmanın, en kutsal hak ve en vazgeçilmez görev” olduğunu kayıt altına alıyordu. İnsan hakları bir devrimden doğmuştu; sefil bir pazarlık düzeninde ölüyor. Onu ne bir devletlerarası kuruluşun kudreti ne bir uluslararası şirketin serveti hayata döndürebilir: Bunun için sadece bir tek şeye -yurtta ve dünyada- halkların gücüne ve soluğuna gerek var.
(EK/NÖ)