1.
Dönüp dolaştılar ve soluğu yine kayyımda aldılar.
Kendini mahkeme yerine koyarak hüküm veren İçişleri Bakanlığı’nın uzaklaştırmaya dair yayınladığı metni görmüşsünüzdür.
Ne varsa yazmışlar ne varsa iştahla tüm klavye tuşlarına basmışlar. Okuyunca Sıddık Akış’ın insanüstü özelliklere sahip, Ortadoğu’nun tüm kaosundan sorumlu, Meksika’nın tüm açmazlarının müsebbibi, tüm dünyanın aradığı, milattan önce hayat bulan kuraklıklardan günümüzdeki iklim değişikliğine ve Türkiye’de işlenen tüm siyasal suçların tek nedeni diyorsunuz. Yetmemiş Hakkari’yi mesken tutmuş ve uçan kuştan, hareket eden canlıdan sorumlu olmuş. Cilo Sıra Dağları karşısında sıraya geçmiş, Sümbül’de karargâh kurmuş, Reşko Tepesine günlük uçak indirmiş falan. Hunharca yazılan suçlamaların sonuna geldiğinizde Sıddık Ateş için ‘Yerkürede açan suç tanesi’ diyorsunuz rahatlıkla.
Ama işte nasıl olmuşsa belediye başkanı olmuş. Herhalde boş kalan bir iki dakikasını değerlendirmek üzere belediye çalışmalarına da el atmış.
Bu işin absürt tarafı bir kenarda dursun.
İkinci ve esas kısım: İçişleri Bakanlığı’nın uzaklaştırmaya dair yayınladığı metin, Sıddık Ateş ile ilgili değil, kayyım meselesine karşı gelecek olan diğer herkese dair bir çerçevedir. Mesela CHP’ye göre düzenlenmiş diyebilirim. Ya da ses edecek vicdanlı her kesime göre. Hikâye basit, öyle şeyler yazalım öyle bir tablo çizelim ki okuyan dehşete düşsün ve biri de çıkıp kayyım yanlıştır dediğinde iki kelimesinden üçü terör olan bu iddiaları karşısına koyalım ve “Nee yani devlet yalan mı söylüyor, baksana” desin. Bunu demese bile bu kadar şey yazıldığına göre “vardır kesin bir şey” deyip susmayı tercih etsin. Öyle ya, Cumhuriyetin yazılmamış bir tarihi de “baksana böyle deniyor, kesin vardır bir şey” deyip kenara çekilen ve susanların tarihidir. Kürtler söz konusu ise ‘bekle gör’ pozisyonu devreye giriyor.
Kürt cephesi ile de bir ilişkisi var. Kürtlerden ya da DEM Parti’ye laf etmek için sağda solda bekleyen herkese de ekmek çıksın diye “ama o kadar dosyası olan, durumu olan birini neden aday yaptınız” diyerek çatıştırıyor. Devlet de biliyor, kimsenin durup 35 saniye düşünmeye vakti yok bu devirde. Ki öyle de oldu.
Bu açıklama metni de böylesi bir arka plan hafızaya sahip.
Ki çok geçmeden anında öyle oldu. TV’ler başladılar madde madde bunu demeye. Çünkü aranan hikâye onlara verilmişti. Mesela içinde o kadar terör geçen şeye CHP nasıl karşı gelir, oradan vururuz. “DEM-CHP” deriz, “terör destek” deriz. Salyası ağzında bekleyen aç çetelerin ve yeminli kalemşorların de elini güçlendirmiş oluruz. Bir taşla beş altı kuş hesabı!
Toparlarsak, yıllar önce bir davanın iddianamesine polislerin yazışması da yanlışlıkla girmişti. Orada polisin biri “ne yazalım hakkında” falan diye sorunca “orası kolay sallarız bir şeyler” diyordu. Demem o ki, Hakkâri belediyesi eş başkanı hakkındaki açıklama, ‘sallama’ ligine en üstten giriyor.
2.
Yukarıda kısaca belirttiğim ‘ama dosyası var’ argümanına geri döneyim.
Bir de harlanan sine-i millet tartışması var.
Dün bir Kürt yazar-aydını “Şu andan itibaren milletvekilliği, belediye eş-başkanlığı, encümenlik, muhtarlık ve hatta azalık gibi herhangi bir konumda kalmaya devam eden her Kürt, bu devletin kayyımlarıyla eşdeğerdir” demiş. Hızını alamayıp “bu zulüm düzeni içinde muhalefet etmek bile onu meşru kılar… Seçimle oturulan makamlardan ayaklar altına alınarak bu zulüm rejiminin hapishanelerine tıkılmaktansa evinde oturup onun "demokratik mizansenini ‘kaçak çay’ içerek seyretmek daha doğru ve devrimci bir tavırdır” diye de eklemiş. Açıkçası çok ağır sözler. Keşke böyle kolay ve toz pembe olsaydı her şey.
Aklıma 1925’lerde Fas’taki bir savaş geldi. İspanyol işgalciler ve dönemin sultanına karşı direnişleri ile çeşitli mevziler, politik halklar elde eden bazı aşiretler, isyan grupları sömürgecileri korkutmuş olacak ki, Fransa da topa girer. Askerlerini yığar direnişçilerin üzerine. Fransa’nın bu emperyalist tutumunu deşifre etmek için bir grup aydın bir bildiri yayınlar. “Askerlere ve Denizcilere” başlıklı bu çağrı Fas Savaşı’nın durdurulmasını talep eder. Askerlere “oraya gönderilme sebebiniz onurlu bir ulusallık ile ilgili değil, ölüme gönderilme sebebiniz bir avuç kapitalistin çıkarlarıdır, cebi dolsun diyedir” diyerek seslenirler. Oradaki göreviniz “isyancılarla dayanışmaktır” diye de özellikle belirtirler.
Sen misin bunu diyen!
Hükümet hemen “bu vatan hainlerine” savaş açar. Sindirme, korkutma girişimleri başlar.
Yasal kovuşturma gecikmez.
Devletin bu yöneliminden güç alan ve “Devletin yanındayız, savaşı destekliyoruz” diyen onlarca aydın başka bir bildiri yayınlar. Dönemin savaş karşıtı aydınları nicelik olarak az da olsa sinip geri adım atmazlar, teslim olmazlar. Bu vatan güzellemecisi, savaş kaçkını aydınların bildirisine daha kalabalık bir grup olarak yeni bir bildiri hazırlarlar. İşin ucunda aydının şerefini de kurtarmak vardır artık. Bildirinin başlığı “Önce ve Daima Devrim”dir. 52 kişinin imzasını attığı bu metin L’ Humanitê ‘de yayımlanır. 21 Eylül 1925 tarihli bu bildiri, topu taca atmadan, atağa yavaş yavaş kalkan takım gibi kurşuni sözlerini bir bir sıralar. Dönemine göre hayli cesur ve radikal olan bu metinle “savaş açtığımız ve yargılama tehdidi ile karşı karşıya bıraktığımız o ilk bildiriyi açık açık destekliyoruz” ile güce tapan aydınlara ve hükümete girişirler.
Aydınlar, devam eden haksız savaşı, gidişatı dehşet verici bularak; böyle bir gidişatta ezilen halkların sözüne söz olmak, mücadelesine destek olmakla görevli olduklarını belirtirler. Ve sonuç kısmında “Bizim için Fransa yoktur” derler.
Burada değinmek istediğim bir iki bağlam var.
Birincisi, meseleleri bir sonuç üzerinden değil de tarihsel süreç üzerinden ve hakikatine uygun okumakla mükellefiz. Kendimize ve anlık duygumuza göre eğip bükemeyiz. Bir aydının görevi ezileni, mücadele halinde olan bir halkı, partiyi geri durmaya çağırmak olmamalıdır. Sine-i millet şu şartlarda en rahat, en konforlu şey. Daha da ilginci şu, her şeyi bırakıp kabuğa çekilince devlet de “tamam” deyip yoluna devam edecek, bize bir şey olmayacak yani değil mi? Anında çözüm gelecek! Demek ki böyle bir algı var. Sine-i milletin stratejik bir hata olmadığına dair tarihsel, aktüel mantıklı iki argüman söylemeliler. Anlık öfke halinin böyle çıkışlarla tatmini anlaşılabilir ama çıkış olmadığı kesindir. Bizim boşluk yaratmaya değil, boşlukları doldurmaya ihtiyacımız var.
İkinci ve daha önemli bir şey şu: Milliyetçilik kapanına girmemek gerekiyor. Kapan diyorum çünkü kurulan bir tuzaktır.
Devletin siyasal alanda Kürtlere dair bir yöntemi de uzun süredir şu: Ortamı uçlaştırarak karşı ucu yaratmak, orada konsolide olmalarını sağlamak. Yani milliyetçilik dalgasını yoğunca körükleyerek Kürtleri karşı uca daha hızlı gitmelerini, duygu ve düşünce olarak orada siyaset yapmalarını sağlama çabası var. Yani AKP-MHP, milliyetçi ve ırkçı baskıları, Kürtleri ve demokratik kamuoyunu da benzer bir çizgiye çekiyor. Bunu görmek lazım.
3.
Kayyım artık siparişle de oluşturulan bir şey. Van süreci öyleydi. Ankara’ya çıkarma yapıp ikna etmen ya da yerelde, varsa dolap çevireceğin birileri, kararlar çıkarmak, soruşturmalar açmak vs. hiç sorun değil. Gelinen aşamada kayyım rejimi; içerdiği militarist, faşist, kırımcı tüm özelliklerini de aşarak artık neden-sonuç ilişkisine de ihtiyaç duymadan yürürlüğe konuluyor. Birinci kayyım süreci (2016), ikinci kayyım süreci (2019) ve üçüncü kayyım süreci (2024) devletin güvenlik, iktisadi ölçeğinde birbirinden ‘kısmen’ farklı veçhelerdir. Örneğin ilk dönem öne sürülen argümanların hepsi ikinci dönemin ilk gününde çöktü. Üçüncü süreçte artık Kürtler söz konusu değil, diğer herkesi daha çok ilgilendirecek bir yaklaşım var.
Erdoğan son açıklamasında “Türkiye’nin geleceği de daha fazla demokrasi, daha fazla özgürlüktedir” dedi, üçüncü dönemin de rengi bu olacak gibi.(ÖA/AÖ)