Burası bir travma müzesi. Burası Hakkari.
Evlerin çatılarında, okul kapılarında, ağaç dallarında, ayak izlerinde, aşırı tüm duygularda, arta kalan sevinçlerde, yanılgıyla dolu ümitlerde çokça bulacağınız travmalar var.
Bu müzede insanlar yaşıyor. Bu insanlardan biriyim ben.
Protestolarda ölen genç insanlar, gaz fişeğiyle öldürülen çocuklar, evi yakılmış ailesi katledilmiş yaşlılar var bu müzede...Sürekli öldürülme tehdidiyle yaşanan ömürler var bu müzede. “Konuşma! Gülme! Bilme! Duyma! Söyleme! Yaşama!” komutlarıyla yok edilmeye çalışıldıkça komutların isyana dönüştüğü yaşamlar var bu müzede.
Her an ortaya çıkabilen, ansızın yapışıp kalan korkunç anılardan arta kalan imgelerin yarattığı travmalar var bir de...
“Yolcu minibüsüyle Hakkari’den Van’a gidiyordum. Şoför tahta bir kasanın içine yüklüce bir balık yüklemiş, minübüsün tepesine bağlamıştı. Bir yol kontrolünde balık kasasına el konuldu. Minübüs hareket ettiğinde pencereden gördüğüm şey ayağıyla kasaya tekme atan bir polisti. Balıklar uçurumdan aşağı zap suyuna düşüyordu. Çok ağladım, korktum.” (Yıl 1999)
Balık, müzedeki eserlerden biri....
“Adamın parmakları yoktu. Şu iş eldivenleri var ya, hep ondan takıyordu. Adama işkence ettiklerini, bu yüzden parmaklarının olmadığını öğrendim” (Yıl 1995)
İş eldiveni, yine bu eserlerden biri ve bunlar gibi yüzbinlerce eser var bu müzede. Bu müzede dokunduğunuz her yerde sancı var. Bu müzeyi gezmek bile başlı başına bir travma. Bu müzeden travma geçirmeden çıkmak ve normale dönmek mümkün değil.
Bu müzede çocuklar var bir de. Barikatları dolduran tiz sesleri son on yıldır özgürlük mücadelesinin ilk notası. Herhangi birinin kolunu çevirip “Ama sen daha çocuksun...Sen çocuksun...Ama sen çocuksun...” diye kekeleyecek olsanız, geniz-gırtlak tonunda bir yükseltiyle burunları alna yakın diklikte “Ne diyor bu” dercesine buz gibi bakışlarıyla da karşılaşabilirsiniz.
Bu bakışlar bir anda sizi çocuk onları yetişkin yapabiliyor. Yine de onların çocuk olduğunu bilmek ne kadar acı ah ne kadar acı. Keşke bir bilseniz. İşte tam o anda bir çocuğa uzattığınız mikrofona yabancılaşabilirsiniz.
Mikrofon, travma müzesinin eserlerinden biri. Benim için...
Her an her saniye dalıp gidebilir burada gözleriniz. Uzaklara bakan bakışlarla değil ama. Çünkü bir film değil bu, gerçek. İsteseniz de uzağa dalamaz bakışlarınız, çünkü her şey çok yakınınızda olur. Burnunuzun dibinde. Her an her saniye bu müzede travma geçirirsiniz ve bitmez bu travmalar.
Dinlediğiniz hikayeler bitmez çünkü, cenazeler bitmez çünkü, dolayısıyla yürüyüşler bitmez, gaz fişekleri silah sesleri, tankı toması panzeri bitmez, mezarlık ziyaretleri bitmez, cezaevi öyküleri bitmez, köyü evi hayvanı yakılmış insanların hikayesi bitmez, göç edip yerinden edilen insanların hikayeleri bitmez. Çocuk mahkumların hikayeleri bitmez, karanlık bitmez, gece bitmez, köpek sesleri bitmez.
Bugün Hakkari’de yürüyüş yapıldı. Kobanê direnişi için.
Son on gündür barikatlar, ateşler, silah sesleri var burada. Gün boyunca her yerde her kapı önünde konuşulan direniş gündemde. İki cümleden biri “yeter artık”. Kim “yeter artık” dese diğerleri susuyor. Sessizliğin içinden mutlaka bir travma gelip buluyor hepimizi.
Ya yapılan işkenceler hatırlanıyor, ya 90'lı yıllar, ya tanıdık gerilla ailelerinden bahsediliyor, ya bir protestoda öldürülen erkek/kadın dan. Gündelik hayatın bir parçası bu hatıralar, öyküler. Yaşanan süreci herkes bir çırpıda özetliyor. Herkes birbirine Rojava’yı anlatıyor. Aynı cümleler otuz kere konuşulacak olsa gene de ilk kez duyuluyormuşcasına kulak kabartılıyor.
Birlikte televizyon seyrediliyor; İMC, Denge, Jiyan, Azadi gibi televizyon kanallarının haberleri takip ediliyor. İnternetten herkes birbirine haberleri aktarıyor, fotoğraflar gösteriliyor. Süreç özetleniyor saatte bir kere. Lafa sık sık çocuklar karışıyor, yetişkinlerin yanlış söyledikleri kısaltmaları düzeltiyorlar.
Yine çocuklar, orta yerde slogan atıyorlar -ne bileyim salonda mutfakta- bu da absürd bulunmuyor. Ve bu insanlar her gece sokakta. Barikatlarda ateşler yakılıyor, şehir her gece saat sekizde ve gece bir sularında şaha kalkıyor. Yani politikanın kelime anlamı sınırsızca genişliyor.
Tabii bu arada müzeye her gün yeni eserler katılıyor. Müze dolup taşıyor.
İp, iş eldiveni, tabut, mermer taş, çikolata, televizyon kumandası, gazete, ayna, anahtarlık vs vs vs. Yüzlerce öyküden geriye kalan yüzlerce travmatik cansız imge. Hepsi bu müzedeki eserler. Hepsinin bir hikayesi var. Şimdilerde insanlardan duyduğum bu travmatik nesnelerin hikayelerini yazıyorum. Yazdıkça travma geçiriyorum.
Fakat bu müzenin bir şaheseri var ki, bahsetmeden geçemeyeceğim:Kamera.
Bugün elimde bir fotoğraf makinesi, bir de kamerayla Kobanê için destek yürüyüşüne katılmak için çıktım evden. Geciktim ama. Ki bu müzenin en önemli özelliklerinden biri de hareketi “kendi anında” gerçekleştirmek. Yoksa bir travma ensenize yapışabilir her an.
Yanlış yaptım, geç kaldım. Dolayısıyla ne benim tanıdığım insanlar vardı toplulukta ne de beni tanıyanlar ki bu iyi bir şey değil eğer elinizde kamera da varsa. Yine de açtım kameramı, yürüyüş kortejinin son bir kaç adımını bile olsa çekmek istedim. Bir ay önce Hakkari’ye henüz yapılan kavşak noktasına dikilen çam ağacının yanında duruyordum. Birdenbire bakışların bana saplandığını hissetim. Kameramın ekranından gözümü ayırmazken bir kaç delikanlı benim kim olduğumu anlamaya çalışıyordu. Beni tanımıyorlardı ve ben bu travmanın adını biliyordum.
Eğer topluluğun güvendiği bir medya örgütünün basın kartlı muhabiri değilseniz ya da çevrenizde size referans olacak güvenilir kişiler yoksa işiniz zor demektir. Bu bir paranoya değil üstelik, bu bir hayal değil. Bu sık sık yaşanmış ve etkileri travma yaratmış, travma müzesinde baş köşeye oturmuş eserlerden biri.
Çekimlerimi gerçekleştiremedim. Gazetecilik yapıyorum desem “Kartın nerede, neden, nasıl bir haber hazırlıyorsun, bu haberi kim için yapıyorsun” denilecekti. Ki hiç de haksız bulmuyorum. Neyse ki tanıdık birkaç kişinin yardımı zamanında yardımıma yetişti. Fakat fotoğraf makinemi de düşürdüm, kırıldı. Fotoğraf çekemedim. Bu da tamamen şansızlıktı.
Yüzbinlerce fotoğraf, binlerce video çoğu kez telefon kameralarıyla çekiliyor. Hiç kimse elindeki telefonla fotoğraf ya da video çeken kimselere itiraz etmiyor. Peki nereden geliyor cep telefonu kameralarının meşruiyeti? Çünkü “mağduriyet”i teşhir eden “zulmü ispat eden” bir yenilik olarak da kullanılmasından ileri geliyor bu meşruiyet.
Ama el kameraları hala şüpheli. Hala en büyük şaibelerin ortağıymış gibi duruyor. Eline cep telefonu değil de küçük bir video kamera yada fotoğraf makinesi aldığınız anda bile herkes aynı anda aynı travmayı geçiriyor. “Polis bizi kameraya alıyor!”
Kamera, travma müzesinin baş aktörü. Kamera ortaya çıktığı an tıpkı bir silah patlamış gibi herkes duyarlı hale geliyor. Oysa artık her türlü izleme ve bilişim yöntemiyle insanların yedi ceddinin anatomisi bile çıkarılabiliyor.
“Newroz günleriydi. Herkes kaçıyor, koşuyor, düşüyordu. Ben ve arkadaşım, evimizin civarında olan biteni izliyor yaralılara yardım ediyorduk. Bir de baktık, o karmaşanın içinde, elinde mikrofonu yanında kameramanıyla bir haber muhabiri dolaşıyor. Bizi yanına çağırdı kadın muhabir. “Kızlar hadi konuşun bakalım, size para vereceğim” dedi. Ben kadının saçından tuttum, kameraman kadını zor aldı elimizden, koşarak kaçtılar.(Yıl 2003) “
“Bizim bir kiracımız vardı. Alt katımızda oturuyordu. Öğretmen bir kadındı. Annesiyle yaşıyordu. Bir gün bir erkek geldi, kardeşim dedi bize. Gazeteci dedi. Elinde kamera bize sorunlarımızı sıkıntılarımızı sorup duruyor, fotoğraflarımızı çekiyordu. Bir ay kadar kalıp gittiler. Bir yıl sonra oğlum tutuklandı. Kanıtlar arasında bu adamın çektiği görüntüler ve röportajlar vardı” (Yıl 2006)
Kamera bu müzenin baş köşesinde oturuyor.
“İki yıl önce bir öğretmen arkadaşım evinin penceresinden mini dv kamerasıyla bir sokak çatışmasını kayda alıyormuş. Çok kısa bir süre sonra eylemci çocuklardan iki kişi kapıyı kırıp içeri girmiş ve arkadaşımı tokatlamışlar. Kamerasını da kırıp evden ayrılmışlar. Arkadaşım o kadar çok korkmuş ki bir daha hayatım boyunca elime kamera almayacağım dedi” (Yıl 2012)
Kamera bir travma nesnesi. Ve Hakkari: Travma Müzesinin en önemli eserlerinden biri video kamera ve fotoğraf makinesi.
Barıştan uzak, uzlaştırıcı dilden yoksun, gerilimi artıran, intikam duygularını güçlendiren, savaşı körükleyen kameralar buradaki herkes için bir travma ve bu müzenin en büyük şaheseri.
Bu yazıyı noktalarken yine biber gazıyla doluyor evlerimiz. Kobenê Direnişi için herkes hala sokakta. Geride kalacak travmaları birlikte göreceğiz... Yine...(DÖ/NV)