“…Geçmiş, zihnin hakimiyet alanının, kavrayış gücünün dışında bir yerde,
hiç ihtimal vermediğimiz bir nesnenin (bu nesnenin bize yaşatacağı duygunun) içinde gizlidir.”
Marcel Proust (Kayıp Zamanın İzinde- Swann’ların Tarafı)
Geçmişle kurduğumuz bağ, yaşadıklarımızdan ziyade unuttuklarımızdan sorumludur. Hatırlamakla unutmak, yaşamın üzerindeki gölgelerini kimseye hissettirmeden takip ettiğimiz ve fakat hiç yenişemediğimiz boşluğumuzdur. Cılız anımsamalara yaslandıkça, geçmiş dediğimiz tuhaf mekan sırlarla kaplanır. Oysa ki ne kadar inkar etsek de sırlar, herkesin en çok bildikleridir. Akışkanlığından ürktüğümüz zaman, bizim durduğumuz yerden olan bitene dahil olur aslında. Varoluşumuzun utkusu, zamanla kurduğumuz ilişkinin ortasında yer aldıkça “şimdi” dediğimiz yaşanan an ile geçmiş iç içe geçer. Dışlayan değil tüm köşeleriyle bizi kendi hakikatine dolayımlayan zaman, hatırlamayı yeniden betimler ve avuçlarımızın arasına belleğin görmeyi inkar ettiklerini bırakır.
Bellek zamanın kabuk bağlattığı bir yaradır. İzi taşınan bir yara, hatırlattıklarıyla geçmişe geri dönüşünüzü imleyen bir tanıtıcı. Yarımdır. Kanın sızısı yaşadıklarınıza kapansa da kendinizi bağışlamanın yolu kabuğu kaldırmanızdan geçer. Yaşam, zamanı mekan kılarken, yazgısını geçmişten devşirdikleriniz ortasına bırakıverir. Anlamını yitirdiğini düşündüğümüz her şey, belleğin kırık parçalarını topladığımız karanlık bir bataklığın ortasında pişmanlık duyduklarımız olarak keskinleşir. Yaranın kabuğunu kaldıran, zamanı varoluşumuza katan ve yok saydıklarımızı kabullenişlerimizden koparıp hatırlatan bu keskinliktir. Geçmişin borcu, kötülüğün sebep olduğu acıların suskunluğuna yılların tortusunu bırakır. Ve bazı hikayeler böyle başlar, sessizlik sözle parçalanır.
İnsanın boşluğunu ne doldurur?
Kimi kitapların sadece yazılmadığını, esasen yaşandığını söylemek anlatının varlığına katmanlı bir derinlik katar. Tanıklık, bir sorumluluktan ziyade öfkenin, bekleyişin, yorgunluğun ve hiç bitmeyen inatçı bir umudun direnişi olur. Toplumsal hafızanın kayıtsızlığı hesap sormaz. Hep üstü kalandır kayıt tutmadıklarının suç ortaklığı. Bu yüzden adı her geçtiğinde tuhaf bir irkilmeye sebep olan 1990’lı yıllara dair anlatılanlar duymadım, görmedim, bilmiyorum dediklerinize cevaptır.
Mehtap Ceyran, ilk romanı Mevsim Yas’la yıllar boyunca tanık olduğumuz ve fakat uzun bir koridorun nefessiz bırakan duvarları arasında anımsamayı hatrımıza bile düşürmediklerimizin kapısını cümleleriyle açıyor. 1990’larda Batman’da yaşananları ve yaşayanları bizlerle tekrar tanıştırırken, Diyarbakır cezaevini, Hizbullah cinayetlerini, mezar evleri, çaresizliği, terk edilmişliği, kadın intiharlarını, erkeklerin bitmeyen iktidar mücadelesini, eril şiddeti, ıstıraplı yalnızlıkları, tamamlanamamış sevgileri, arkadaşlığı, özlemleri anlatıyor. Anlatırken yazarın kullandığı dilin kurduğu dünya, mektupların ince bir sızı gibi ruhunuza dokunduğu yer, Taha’nın günlüğünde paylaştıklarının kırılgan yorgunluğu yılların kesif sessizliğine has pusu dağıtıyor. Ceyran, ruhumuzu arındıramadığımızdan görmemek için kör ettiğiniz gözlerimize sarı ve keskin bir ışık tutuyor. Şehir, zamana dönüşüyor; zaman şehrin belleğine… Sıradan gündelik hayatlarımızın olağan akışkanlığında geçmiş zamanın hatırlattıklarının eşiğine, hiç geçmeyen bir mevsimin bilmediğiniz şehrinde saklananlar, unutulanlar, yalnızlıklar, ölümler ve acılar yığılıyor. Hakikatin tuttuğu bitmeyen yas, romanın sayfaları arasındaki zamanın içinde kalabalık suçluluğumuza derin bir yara açıyor. Hiç kapanmayan. Oysa ki “herkes her şeyi önceden biliyor gibiydi. Tarih yaşandıkça yazılmıyor, yazıldıktan sonra yaşanıyordu.”
Hakikatin bileği bükülmez. Tahayyülüne kara çalınmaz. Mevsim Yas, geçmişi hatırlamanın ve hatırlarken hesaplaşmanın romanı. Faili bizden meçhul ruhumuza, yabancı gördüklerimize, kaderleridir deyip değersizleştirdiklerimize bakmamız için ayna. Sustuklarımıza yenilmişliğimiz, görmemek için uzak şehirlerden kafamızı çevirdiğimiz utancımız yerli yerinde dururken, kimi şehirlerde mevsimlerin bilindik sırasında yaşamı muştulamadığını, sadece ölüm ve acıdan yoğrulan yasa doğan günleri kuşattığını satır satır okumak kolektif insanlık suçumuzu bir kez daha hatırlatıyor. Mehtap Ceyran, romanına bizi dahil ederken bu suçtan duvara açtığımız ufacık bir delikten bakarak kurtulamayacağımızı, kadim çaresizliklerin ve yalnızlıkların anlatısının sadece görünenden ibaret olmadığını dört kelimelik bir soruyla önümüze koyuyor: “İnsanın boşluğunu ne doldurur?” Tıpkı Zehra’nın gecenin karanlığında içinden geçtiği sokakların ıssızlığı gibi tıpkı Fesla’nın babasının parçaladığı çocukluğunun hüznü gibi tıpkı Hicran’nın bir ipin ucunda asılı kalan gençliğinin umutsuzluğu gibi tıpkı Medet’in öldürülüşü gibi… Romanı bitirdiğinizde kuracağınız ilk cümle, hatırladığınız o uzak şehrin sokaklarına daha önce yazılmış olacak.
“Cam bir fanusa hapsedilmiş gibi hissediyorum. Oradan seyrediyorum dünyayı. Sıkıştırıldığım yerde hareket edemiyorum. Benim dışımda fakat beni de arkasında sürükleyerek devamlılığını sağlıyor hayat. Hiçbir şeye müdahale edemiyorum. Hayat diye algıladığımız şey, en çok insan ruhundaki boşluğa karşılık geliyor. Zamanla genişliyor bu boşluk. Dolduramıyoruz. Ömrümü, tanıklıklarımı kendime açıklamakla geçirdim. Fakat yoruldum artık, insan olmaktan gelen sınırlı gücümün tükendiğini hissediyorum. Sıyrılmalıyım bu fanusun içinden. Çatlayıp kurtulmalıyım.” (FD/HK)
Mehtap Ceyran hakkında1979 yılında Batman’da doğdu. Politik nedenlerle 1994 yılında tutuklanarak on yıl hapis yattı. Eskişehir Anadolu Üniversitesi Adalet Bölümü’nde okudu. Halen Batman’da yaşıyor. Mevsim Yas, ilk romanı. (Kaynak: Sel Yayıncılık) |
Künye: