İktidar, sorumluluk “Cemaatçi yargı”nın üstüne yıkılarak Ergenekon, Odatv, Devrimci Karargah ve diğer büyük siyasi davaların üstüne sünger çektikten sonra, hemen ardından da İnternet Kanunu ve Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) Kanunu değişiklikleriyle özgürlük-güvenlik dengesini özgürlükler aleyhine iyiden iyiye bozmayı tercih etti.
Kağıt üstündeydiler, elden gittiler
“İnternetin polisi” Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı’na (TİB) dokunulmazlık getirilmesinden kısa süre sonra MİT’e hukuku hiçe sayan ölçüsüzlükte bir izleme ve veri toplama yetkisi tanındı.
Özel yaşamın gizliliğinden haber kaynaklarının gizliliğine kadar temel demokratik standartların bugüne kadar “kağıt üstünde” kaldığından şikayet edilirdi. Şimdiyse, kağıt üstünde kalmalarına bile gerek kalmadı.
Twitter’in 20 Mart’ta, YouTube’un da 27 Mart’ta tümden kapatılması, yurttaş şikayetleri gibi tekil gerekçeler öne sürüldüyse de, temelinde güvenlikçi mantığa hizmet eden ilk uygulamaların olduğu pekala biliniyor.
Çözümün, tüm Twitter’i, tüm YouTube’u kapatmak olmadığı, sorunun “orantısızlık” olduğu bilindiği halde, milyonlarca kullanıcının hakları sıradan işlemlerle çiğneniyor.
Gel de MİT’i eleştir
Hükümet, özellikle Gezi eylemleri, Başbakan ile bazı kabine üyelerini hedef alan 17 Aralık yolsuzluk operasyonları ve Türkiye’nin bölgesel gerginliğe çare olarak bu güvenlikçi politikaları hissedilir şekilde öne çıkardı.
Geçen ay kabul edilen MİT Kanunu’nda MİT ile ilgili bilgi ve belgeleri, yetkisiz olarak temin edenlere 10 yıla kadar hapis, MİT’liler ve ailelerinin kimliklerini 7 yıla kadar hapis, bilgi-belgeleri herhangi bir medya aracıyla yayanlara 9 yıla kadar hapis öngörülüyor. Cezalara bakılırsa, devletin gizli suçlarını araştırmak için çok fazla gönüllü çıkmayacağını tahmin etmek zor değil.
Seçimle gazeteciliği unuttuk
Türkiye’deki politik karşıtlıklar, nadir şekilde aynı medya programında buluşan farklı siyasi yelpazeden gazetecileri gerdi; “hükümet”, “Cemaat”, “CHP” tarafgirlik suçlamaları doruktaydı. Bir taraf, “komplo işbirlikçiliği” ile, karşı taraf da “hükümetin anti-demokratik uygulamalara prim vermek” ile suçluyor.
Keza seçim haberciliği de, hükümete yakın medya organları için, 17 Aralık 2013 yolsuzluk operasyonuyla kendisi ve kabinesi zan altında kalan bir Başbakanı koruma, temiz tutma ve “yükselişi” önündeki taşları temizlemek anlamındaydı. Başbakanı bu “büyük komplo”dan kurtarma için çaba gösterenler için, şeffaf ve temiz toplum ideali tali kaldı.
AİHM “hakaret” ve TMK ile meşgul
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) önünde toplum olarak, hala Terörle Mücadele Kanunu’nun yarattığı eski tahribatların yükünü sırtımızda taşıyoruz. Türkiye'nin AİHM önündeki şöhreti dergilerin hukuka aykırı şekilde yasaklanması, gazetecilerin aşırı tazminat cezaları altında ezilmesi veya PKK açıklamalarına yasak getirilmesiyle taçlanıyor.
Politik müdahaleye son
Anayasa Mahkemesi (AYM) ve yerel mahkeme kararlarıyla, son dönemde “seçilme hakkının ihali”nden Mustafa Balbay, geciken gerekçeli karardan veya beş yılı aşan tutukluluklardan 20’yi aşkın gazeteci tahliye edildi.
Ancak yargı, gizli tanık, ortam dinleme, telefon tapeleri ve yorum-fiil ayırımı gibi temel soruşturma ve kovuşturma ölçütleri esaslı bir biçimde tartmadıkça yargı bağımsızlığı ve hukuk devleti normları daima tartışma götürecektir.
Bu şartlar gerçek anlamda sağlanmadıkça ve bu camia üzerinde yürütmenin hakimiyeti son bulmadıkça, “adil yargılama” arayışları ne yazık ki son bulmayacak. Örneğin, yaklaşık sekiz yıldır tutuklu bulunan radyocu Füsun Erdoğan gibi halen tutuklu olan gazetecilere yönelik haksızlık son bulmayacaktır.
10 yılda “en mağdur Başbakan” oldu
Güçlü “herkesin Başbakanı” olarak, iktidarının daha ilk yılında “ayıplı” ifade özgürlüğü maddelerini değiştirerek işe koyulan Recep Tayyip Erdoğan, 10 yıl sonra yargı önünde kendisini “medya önünde en mağdur Başbakan” olarak tescil ettirdi. Bu, çağdaş siyaset ve politik figürlerden beklenen hoşgörü anlayışı bakımından Türkiye tarihinin en olumsuz örneklerinden birini oluşturdu.
BİA Medya Gözlem Raporu’nun birçok noktasında bunun işaretleri görüldü: “Sözlü saldırılar”, “Başbakan’dan açıklamalar”, Tazminat davaları bölümünde “Başbakanın sıkıntısı” ve son olarak da “Ses kayıtları” başlıklarında da, daima bir kısım medyayı dilinden düşürmeyen, kimi zaman ironi kimi zaman sözlü saldırıda bulunan, eleştirilince de mahkemeleri boş bırakmayan bir Erdoğan’ı gördük.
Sanıklığı tatmayan yok
Erdoğan bakımından Raporda belki bir yeni unsur olarak, haber, yazı, köşe yorumları, karikatürden sonra Başbakan Erdoğan’ın ilk kez Twitter gibi yeni bir medya aracını hedef alması, kullanıcılarını da mahkemeye vermesi gösterilebilir.
Bu dönem, Haziran 2013’te başlayan Gezi direnişlerinden Başbakanın, attıkları slogan, taşıdıkları pankart, yazdıkları yazılama veya astıkları afişten çocuk, genç, yaşlı neredeyse toplumsal katmandan eylemcileri “hakaret” iddiasıyla mahkemeye verirken sonuç almaya başladığı bir süreç de...
Politik cinayetler özenle saklanır
Türkiye, gazetecilere karşı işlenen suçlarda cezasızlık anlamında hayli ilginç bir ülke: Suçlar kamu makamlarının dahliyle gerçekleştikleri dönem içerisinde değil, 20 yıllık zamanaşımına girildiği sönük dönemde “devletin bekası”nı etkilemeyeceği düşünülen tetikçi veya arazideki görevliler mahkemeye çıkarılıyor; suikastları azmettirenler özenle saklanıyor.
70’lerden bu yana Çetin Emeç, Abdi İpekçi, 90’larda beri Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı ve peşinde 2000’lerde Hrant Dink cinayetleri vicdanlarda çoktan mahkum edildiği halde, iktidarların “kara lekesi” olarak yıllardır anılıyor. Türkiye’de sadece yerel gazeteciler siyasi müdahalenin sınırlı olduğu “normal” yargı üzerinden haklarını aradıklarından görece olarak daha kolay sonuç alabiliyorlar.
Gerginlik, nereye kadar?
Bugünkü ortam, iktidar-muhalefet gerginliği, yolsuzluk iddiaları ve buna karşı hükümetin geliştirdiği tavır, son olarak da güvenliği özgürlüklerin üstünde tutan düzenlemeler, Avrupa Birliği (AB) projesini zora sokuyor.
Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) iktidarı, AB’nin demokratik standartlarını benimseme ve toplumda benimsetme konusunda 15 yılda yetersiz kaldı. Son dönemde hükümetin, AB değerlerini kendi gücünü pekiştirmek için kullandıkça, toplumun her alanında muhaliflere karşı daha hoşgörüsüz yaklaştığı inancı yaygınlık kazanıyor.
Mecliste ve toplumda uzlaşmaya bakmayan bu siyasetin ne kadar kendi gücüyle yol alabileceği, gerginliği daha ne oranda kendi dinamiğine dönüştürebileceği meçhul.
Baskı varsa mücadele de var
İktidar için, uluslararası ve lokal siyasetinin bütünlüklü görünümü ve ekonomideki hakimiyeti için, medyanın sıkı denetim altında tutulması önemli; bu nedenle de medya ve iletişim özgürlüğünü ihlal eden uygulamalarından (akreditasyon ve medya kayırmacılığı, gazetecileri uçağa almama, reklam vermeme, işten çıkarmalar vs) ne geri duruluyor ne de çekiniliyor.
Ancak baskılar kadar, bu ülkedeki gazetecilerin, hak savunucularının, özgürlüklerden yana herkesin yıllardır vermekte olduğu süren mücadeleyi unutmamalı.
Hakikaten hem etkili şekilde gazetecilik yapma, hem de iletişim özgürlüğüne hararetle sahip çıkmanın tam zamanı şimdi. (EÖ/HK)