Sevgili Hakan Bianet’teki bu haftaki yazımı sana ayırarak, sana bir mektup yazarak aynı zamanda beslenme ve gıdalarla ilgili konuları da içine katmak mümkün mü? diye düşündüm bu yazıya başlarken. Gıdalardan söz ettiğimizde de insan, doğa, yeryüzü, zaman ve mekân içiçe geçer aslında. Ama yazı bittiğinde bağlam o kadar genişlemişti ki; bunu yapıp yapamadığıma okuduğunda sen karar ver. Gıdalardan çok dolaylı yollardan söz eden daha çok hayattan söz eden bir yazı oldu…
Doğal hayatta her şey birbirine bağlı ve birbiri ile ilişki içinde. Bizi çepeçevre saran ve biz insanların da ayrıcalıksız bir üyesi olduğu doğal hayat hakkındaki bilgilerimiz arttıkça ve bakış açılarımız çeşitlendikçe mevcut ilişkiler ağının karmaşıklığı karşısında şaşkınlık duymamak, büyülenmemek imkânsız. Ve o ilişkiler ağını bütünüyle anlayabilmek de imkânsız görünüyor.
Bütünüyle anlamak şöyle dursun bildiklerimiz o kadar az ki… O azlığı bir yetersizlik değil de mütevazı olmaya bir davet olarak görebilsek keşke. İnsanın doğal hayata ve birbirine karşı yönelttiği bunca baskı, şiddet ve yıkımda o görememe halinin de bir payı vardır elbet.
Ama görememekten değil de bakış açımızı zenginleştiren, içimizi cesaret, neşe ve huşu duygularıyla dolduran şeylerden söz etmek istiyorum sevgili Hakan.
İnsanın yeryüzüne bakışını derinden etkileyen, zenginleştiren en önemli olaylardan biri de Dünya’nın ilk kez uzaydan görülmesi değil mi? Buna herhalde hiç itirazın olmaz.
Uzayın engin ve dipsiz karanlığında parıldayan, içinde gezinmenin serbest ama dışarısının yani uzayın imkânsız olduğunu imleyen yeryüzünün o soluk mavi fotoğrafı ile üzerinde yaşadığımız gezegenin sınırları olduğunu ilk kez ve çok çarpıcı bir şekilde fark ettik. Geçmişten günümüze uzanan süreçte yeryüzünde yaşama doğma ve soluk alma imkânı bulmuş ve hiçbir şeye sahip olamadan dünyadan geçip gitmiş on milyarlarca insana yuva olan o soluk mavi gezegenin üzerinde şimdi biz vardık. Gördük.
İnsanın yeryüzündeki canlılığa, hayata ve hiç şüphe yok kendi hayatına da bakışını hiçbir olay bu kadar etkilememiştir sanırım. Astrofiziği çok sevdiğim ve senin gibi seven biri ile de hasbıhal ettiğim için abartıyor da olabilirim tabi.
1960’lı yıllarda uzaya gönderilen astronotlar dünyanın sayısız fotoğrafını çektiler. O fotoğraflar bize çok şey anlatsa da yıllar sonra Uluslararası Uzay İstasyonu’nda uzun süreler, bazen aylar boyunca kalan astronotların gözlemleri sayesinde ancak yeryüzündeki hayatın sürekliliğine, fiziki varlıklar ve canlılar arasındaki ilişkilerin doğasına dair inanılmaz güzellikte bilgileri edinme şansı bulduk. Biliyorsun fiziki varlıklar ve canlılar arasındaki ilişkileri resmetmek bir noktadan sonra giderek imkânsızlaşır. Derine daldıkça ilişkilerdeki karmaşıklık işin içinden çıkılmaz bir nitelik kazanır. Kanımca bu konuda bilgi edinmek hemen her zaman aşılamaz bir duvara çarpacak, üzerine konuşamayacağımız ya da betimleyemeyeceğimiz bir şeyler hemen her zaman olacaktır. Belki de temel mesele her şeyi bilmekten, her şeyi açıklama gücüne sahip teorik formülasyonlar inşa etmekten ziyade bildiğimiz şeylerle ne yaptığımızdır.
Belki de aslolan çok bilmek değil; edindiğimiz bilgilerle ne yaptığımız ve nelere yol açtığımız konusunda daha çok muhakeme yapmaktır.
Etik bir çerçeve bilgi edinme faaliyetlerimizin sınırlarını çizmedikçe başımız her zaman belada olacak gibi geliyor bana. Yani kadim “kendini bil” ifadesinde zaten örtük olarak bulunan “ne yaptığını, neye yol açtığını biliyor musun?” sorusunu daha çok öne çıkarmaktan, odağa koymaktan söz ediyorum. Gerçi insanlar çok düşünerek de kötü şeyler yapabiliyor ya…
Bunları niye yazıyorum biliyor musun? Geçen hafta yeryüzündeki böcek türlerinin hızla yok olduğuna dair bir araştırma okudum. Haliyle böcek türlerinin büyük bir kısmına ev sahipliği yapan Amazon yağmur ormanları aklıma geldi.
Yüzyılın sonuna gelmeden yeryüzündeki böcek türlerinin büyük bir kısmı yok olabilirmiş. Böceklerin dünyasını biraz bilene öyle inanılmaz gelecek bir tespit ki bu. Doğa tarihinde hayatta kalma konusundaki en başarılı canlı türlerinden, yüz milyonlarca yıl boyunca süper volkan patlamalarından, göktaşı çarpmalarına kadar pek çok badireyi atlatmış, hayatta kalma konusunda insan türünün eline su dökemeyeceği böceklerden söz ediyoruz yani ve onların bile soyu tükenecekse...
Başta deniz kaplumbağaları olmak üzere türlerin kaybını önlemek için yıllardır canla başla çabalayan gazetecilerden biri olduğun için bunun nasıl bir felaket anlamına geldiğini çok iyi bildiğine şüphem yok. Keşke cezaevinde olmasan ve yüz yüz konuşma fırsatımız olsaydı yine.
Geçen yıl Mayıs ayında henüz çalışmakta olduğun Cumhuriyet gazetesindeki odana gelmiştim. Cezaevinden bir süre önce çıkmıştın. İlk karşılaşmamızdı ama neredeyse bütün bir öğleden sonraya yayılan ve astronomiden çevre sorunlarına, insanlığın geleceğinden ülkemizin içinde olduğu berbat hale varana dek pek çok konuda ne uzun bir sohbet yapmıştık.
Birkaç ay sonra gazete yönetimi değişti ve ayrılanlardan biri de sendin.
Ama yok senin de çok iyi bildiğine emin olduğum o tatsız, kötü süreçlerden söz etmeyeceğim. Yüz yüze konuşuyor olabilseydik, eminim hararetle konuşacağımız böcek türlerindeki soy tükenişi sorununa dönelim yine. Gerçi o da tatsız bir konu ama sonunu iyi bir yere bağlayacağım…
Kanaatimce böceklere yine bir şey olmayacak; ya da bir kısmı bu “Altıncı Kitlesel Yok Oluş” olarak adlandırılan içinde olduğumuz yıkım dönemini atlatarak hayatta kalacak. Olan insan türüne olacak o kesin. Hani o sabahtan akşama yazılı ve görsel medyadan nefret saçan bir dille bekadan, sonsuza kadar var kalmaktan söz edenler var ya en çok da o inançta olanlara yazık olacak. Hiçbir şey anlamadan öylece geçip gitmiş olacaklar bu dünyadan. Sonsuza dek. Böcekler kalacak ama onlar gidecek. İktidar geçici çünkü ve hele de astrofizik söz konusu ise epeyce geçici. Arada biz de gideceğiz tabi... Bilmiyorum ama belki de hayatta kalırız; yersiz yurtsuzluğa, işbirliği yapmaya ve mülkiyetsiz yaşamaya epeyce alışığız ne de olsa…
Yine tatsız konulara döndük yalnız farkında mısın? Karşımda sen varmışsın ve yanıt verecekmişsin hissine kapıldığım için oluyor bu. Yok, bu sefer konuyu değiştireceğim. Hazır böceklerden de söz açmışken. Dünyadaki böcek türlerinin çeşitliliğinin ve sayısının en fazla olduğu Amazon yağmur ormanlarındaki gökyüzü nehrinden söz edeyim. Göremediğimiz o nehir olmasa nefes almamız imkânsız.
İşte bu sana anlatmaya değer, şahane bir hikâye.
Ama öncelikle bu yazıyı okuyan insanlara öncelikle senin ve senin gibi cezaevinde olan diğer arkadaşların hikâyesini anlatmalı. Cezaevindesiniz şimdi ve haksız, hukuksuz yere neden orada olduğunuzu hatırlatmak bir gereklilik. Olduğunuzu dedim, çünkü sadece sen değilsin cezaevine tekrar hapsedilen. Diğer insanları da anmalı. Ve sizlerin nezdinde haksız hukuksuz yere hapsedilen diğer gazetecileri de.
Kısa bir hatırlatma
Cumhuriyet gazetesi davasında ‘terör örgütlerine üye olmamakla birlikte örgüt propagandası yapmak’ suçlamasından Hakan Kara, Güray Öz, Musa Kart, Önder Çelik, Emre İper ve avukat Mustafa Kemal Güngör yeniden cezaevine girdi iki hafta önce. Aldıkları cezaya yapılan itiraz istinaf mahkemesinde reddedildiği için. Son birkaç yılda neler yaşandığına dair kısa bir hatırlatma yapmak gerekli görünüyor. Cumhuriyet gazetesi davası yaşanan pek çok soruna ışık tutacak nüveleri bünyesinde barındırıyor çünkü.
Gazetenin eski yöneticilerinin Cumhurbaşkanı Erdoğan’a gönderdiği ihbar mektubu ve gazetede görev yapan bazı gazetecilerin savcılıkta verdiği ifadelere dayalı olarak savcılık bir soruşturma açmıştı. 31 Ekim 2016’daki gözaltı süreci ile başlayan Cumhuriyet Gazetesi Davası, gazetede görev yapan çok sayıda gazeteci, gazete çalışanı ve gazete yöneticilerinin tutuklanması ile devam etmişti. Açılan davada 25 Nisan 2018’de karar açıklanmış ve “Örgüte üye olmamakla birlikte örgüt adına ve anayasal düzene karşı suç işlemek” iddiasıyla yargılanan Cumhuriyet’in yazarları, yöneticileri, çizer ve muhabirlerine ceza yağmıştı.
Suçlamaların detaylarına, yersizliğine girmek bu yazıda olanaksız. Sadece Hakan Kara’ya verilen cezaya gerekçe oluşturan suçlamalardan birini anayım: Hakan Kara ETS Tur olarak bilinen turizm şirketinden bir tatil programı hakkında bilgi almak için yaptığı telefon görüşmeleri nedeniyle FETÖ terör örgütü ile bağlantılı olmakla suçlandı. Televizyonlardan 24 saat reklamı yapılan ETS Tur şirketinin sahibi ise şimdiki Turizm Bakanı. Nokta. İşte böyle suçlamalarla insanlar cezaevinde.
Davanın karara bağlanmasından birkaç ay sonra da Cumhuriyet gazetesi yönetimi el değiştirdi.
7 Eylül 2018 tarihinde yaşanan ve dava sürecinden ayrı düşünülemeyecek gazete yönetimindeki bu değişiklik sonrası çok sayıda yazar ve gazeteci Cumhuriyet gazetesinden ayrıldı. Yerine yenileri geldi.
Yeni yönetimin şekillenmesinde Cumhuriyet gazetesi davasında savcılık makamının tanığı konumundaki isimler belirleyici oldu.
Ne yazık ki öyle oldu…
Neler yaşandığını burada özetlemek olanaksız. Bazı linkler verebilirim sadece.
Dava sürecinde yaşananlara dair Doğan Akın’ın yazısını (Link 1), yönetim değişikliği sonrasında gazeteden ayrılma kararını veren Çiğdem Toker’in yazısını (Link 2) ve gazete çalışanlarından bazılarının yeniden cezaevine girmesinin kimlerin ayıbı olduğunu dile getiren davanın avukatlarından Fikret İlkiz’in yazısını (Link 3) okumak neler yaşandığına dair epeyce fikir verecektir.
Tam olarak ne olduğunu anlamak isteyenler ise davanın duruşma tutanaklarını okumalı. Birgün o tutanakları okuma zahmetine giren birileri gerçekleri detaylarıyla yazar elbet.
Ama merak etmeden de duramıyorum: Hakan Kara’nın yıllarca oturduğu odasında şimdi kim oturuyor? Yazılarını hazırladığı masasında şimdi kim çalışıyor? Hala orada oturmayı içine nasıl sindiriyor?
Kötülüğün banalliğinden sadece yargı mensupları mı sorumlu?
Bu tatsız konulara girerek karamsarlığı çoğaltmak istemiyorum. Bunları yazmak tarzım olan şeyler de değil gerçekten. Bu mektup kötülüğe sessizce göz yumanlara ya da bir ikbal duygusu ile ortak olanlara dair de değil zaten.
Derin bir nefes alıp asıl söz etmek istediğim konulara dönmeli o halde.
Sevgili Hakan Afrika kıtasında muazzam genişlikte kum çölleri var biliyorsun. Ve çölleri kasıp kavuran kum fırtınalarını da biliyorsundur.
Nefes almanın gittikçe zorlaştığı bir siyasal ortamda Afrika’dan kopup Amazonlara dökülen o kum fırtınalarının nefes alıp vermemizi fiziken nasıl mümkün kıldığını anlatmak istiyorum sana. Cezaevi koğuşundan havalandırmaya çıktığınızda baktığınız gökyüzüne başka bir gözle de bakabilmenizi sağlamak istiyorum.
Gökyüzündeki nehirler
Afrika çöllerindeki kum fırtınaları Atlas okyanusuna kadar taşınıyor. Ama kum ya da toz taneleri bizim gibi Afrika kıtasının kıyısına gelip Atlas Okyanusu’nu aşmak için gemi aramıyor. Bu tanelerin havadaki yolculukları okyanus kıyısından daha ötelere uzanıyor. Hava hareketleri ile yollarına devam eden toz tanelerinin okyanus üzerinde aylar süren yolculuklarının son duraklarından biri Güney Amerika kıtasındaki Amazon yağmur ormanları. Bu devasa yağmur ormanlarının üzerini bütünüyle kaplayan toz taneleri zamanla yavaş yavaş ormanın tabanına dökülüyor.
Her yıl Afrika kıtasındaki çöllerden kum fırtınaları ile Atlas Okyanusu boyunca taşınarak Amazon yağmur ormanlarına dökülen toz miktarının 28 milyon ton olduğu tahmin ediliyor. Bir nevi gübre işlevi gören bu toz tanecikleri bitkisel hayatın sürekliliğini sağlamak için vazgeçilmez bir önem taşıyor. Ormandaki bitki örtüsünden yere dökülen tohumların filizlenmesi üzerlerine yağan tozdaki besin öğeleri sayesinde çok kolaylaşıyor çünkü.
Bitkisel hayatın devamlılığı bizim de dâhil olduğumuz hayvansal hayatın devamlılığı için çok gerekli olan oksijeni sağlıyor. Yeryüzündeki insanların 20 katına yetecek kadar oksijen üreten Amazon yağmur ormanlarının dünyanın akciğerleri olduğu sıklıkla dile getirilir biliyorsun. Ama bu ifade doğru değil. Amazonlar inanılmaz miktarda oksijen üretiyor olabilir ama üretilen oksijen yağmur ormanları dışına çıkamıyor. Tamamı oradaki oksijenle solunum yapan canlılar tarafından tüketiliyor. İşte o renkli kurbağaları, sayısız böcek türünü, memelileri, kuşları getir aklına. Oksijen yine Amazonlardan ama bambaşka bir yolla geliyor bize.
Hikâyenin düğüm noktası da burada zaten.
Amazon yağmur ormanındaki bitkiler kökleri vasıtasıyla topraktan suyu alarak, gövdeleri boyunca taşıyor ve o suyu nihayetinde yapraklarına kadar ulaştırıyorlar. Yapraklara ulaşan su buharlaşarak havaya karışıyor.
Havaya karışan su miktarı öylesine fazla ki bütün bir Amazon havzasını bir sis bulutu gibi kaplıyor. Dünya yörüngesindeki Uluslararası Uzay İstasyonu’ndan Amazon havzasına bakan astronotların gördüğü manzara genellikle o kalın sis tabakası oluyor. Ve dünyanın hemen her yeri net bir şekilde görülüyorken o sis tabakasının altındaki Amazonları gözlemekse olanaksız.
Gökyüzünde oluşan sis tabakası öyle çok su içeriyor ki dünyadaki en büyük nehir olduğu rahatlıkla söylenebilir.
Muazzam miktarda su içeren bu sis tabakası bir nehir gibi hareketli ve yağmur ormanları boyunca kıtayı kat ederek And Dağlarına kadar geliyor. Tabiri caizse duvara tosluyor. Dokuz bin kilometre boyunca uzanan ve 6000 metre yüksekliğindeki bu kayalık duvar sis nehrinin önünü kesiyor. Sis tabakasındaki su burada yağmura dönüşerek aşağı akıyor ve temas ettiği kayalardaki silisi ve besleyici mineralleri çözerek dereler ve nehirler boyunca akıp Pasifik Okyanusuna dökülüyor.
Suyun kayalardan çözerek taşıdığı silis ve besleyici mineraller okyanusta bulunan mikroskobik büyüklükteki Diyatome adı verilen canlıların temel besinlerini oluşturuyor. Diyatomeler fotosentezle muazzam miktarlarda oksijen üreten, silisli sert kabuklara sahip ve fosilleri kalın yer katmanları oluşturan bir alg familyası.
Diyatomeler gezegenimizdeki oksijeni üreten en önemli canlılar. Aldığımız her iki nefesten birini diyatomelere borçluyuz.
Ama diyatomeler de her canlı gibi zamanla ölür. Ölen diyatomeler okyanus dibine çöker. Üstüste çöken diyatomeler zamanla okyanus dibinde yüzlerce metre kalınlığında kalın bir diyatome katmanı oluşturur.
Ama hikâyemiz diyatomelerin ölümü ile son bulmuyor.
Yeryüzü çok hareketli. Kıtalar birbirine sokulur, uzaklaşır ya da bazı kıtalar zamanla diğer kıtalar ile çarpışarak yeryüzünün derinlerine doğru batar. Çarpışan kıtalardan biri batarken diğeri yükselir ve zamanla dağları ya da yeni kıtasal alanları oluşturur. Milyonlarca yıla yayılan yavaş bir süreçtir bu. Ve bu süreç esnasında bir zamanlar okyanusların dibinde yer alan tabakaların yükselerek yer yüzeyinde yer alan yeni coğrafi bölgeleri örneğin çölleri oluşturması da mümkündür.
Günümüzde Afrika çöllerinin yer aldığı coğrafi bölgeler milyonlarca yıl önce deniz veya okyanus diplerine çökerek oluşan diyatome katmanlarıdır örneğin. Afrika çöllerinden koparak Amazon yağmur ormanlarına dökülen toz bulutları ise milyonlarca yıl önce okyanuslara çöken sonra yerkabuğunun hareketleri ile yüzeye taşınarak yeni karasal alanları oluşturan diyatomelerin minerallerce zengin sert kabuklarıdır.
İçinde sadece bitkiler ve hayvanların yer almadığı, yeryüzünün bütününe yayılmış bir hareketliliğin ağır işleyen bir döngüsüdür söz konusu olan. Afrika çöllerinden kopan toz milyonlarca yıl sonra yine bir başka çöle döner. Arada çok sayıda canlıyı var ederek. Canlı türlerinin, mekân ve zamanın içiçe geçtiği bir döngü bu.
Dışarıda olsan seni arar ve bu anlattıklarımdan söz eden “Sıra Dışı Bir Kaya” belgeselini mutlaka izle derdim. Çok kolay olurdu bana. Olağanüstü görsellikteki o belgeseli böyle yazarak anlatmayı ne kadar becerebildim bilemiyorum çünkü.
Yeryüzündeki hayattan söz ederken milyonlarca, hatta yüz milyonlarca yılı dikkate almak zorunda olmak insanı afallatıyor. Ama zaman söz konusu olduğunda yaşadığımız gezegeni terk ederek konuya bakabilmek de gerekiyor ve öyle bir durumda hissedeceğimiz şeyleri şaşırma ya da afallama olarak nitelemek bile yetersiz kalacak.
Yeryüzünden 400 kilometre yukarıda Uluslararası Uzay İstasyonu’nda olsak ve yeryüzüne değil de aksi yöne, dipsiz uzaya, uzayın o ürpertici karanlığa baksak ne hissederdik acaba. İçinde yaşadığımız hayata, geçmişimize ve geleceğimize başka bir açıdan bakabilme imkânı sağlayacağı kesin bence.
Gerçi o imkânı yakalamak için ille de uzaya çıkmak gerekmiyor. Geçen gün yaşadığımız evrenin ömrünün ne kadar olduğunu anlatan bir yazı okudum. Uzaya çıkmadan, oturduğum yerden okumak bile aklımı başımdan almaya yetti. Kısaca anlatmalıyım, çünkü hoşuna gideceğine eminim.
Bazı kozmik varoluş gerekçeleri
Yaklaşık 5 milyar yıl sonra güneşin ışıması son bulacağı için Dünya’nın da hayata elverişsiz bir hale geleceğini biliyoruz. Güneş içinde yüz milyarlarca yıldız barındıran Samanyolu galaksisinde yer alan mütevazı yıldızlardan biri. Evrendeki galaksi sayısı ile 200 milyar ile birkaç trilyon arasında değişiyor. Güneş sisteminin, Dünyanın, Samanyolu galaksisinin bir sonu olduğu gibi evrenin de bir sonu var mı acaba? Eğer varsa yaşadığımız evrenin ne kadar ömrü kaldı?
Evrenin akıbetinin tam olarak ne olacağını öngörmek imkânsız olsa da ömrünün ne kadar olacağına dair bazı tahminler var.
Evrenin başlangıcından günümüze kadar yaklaşık 14 milyar yıl geçmiş. Ne kadar ömrü kaldığını bulmak için 14 milyar sayısını on sayısının yanına 90 tane sıfır eklediğimiz bir sayı ile çarpmak gerekiyor. Ortaya telaffuzu imkânsız öyle büyük bir sayı çıkıyor ki anlayabildiğim tek şey anlamanın imkânsız olduğu bir zaman diliminden söz edildiği. Toprağı bol olsun Carl Sagan’ın zamanında dediği gibi “milyarlarca ve milyarlarca ve milyarlarca…”
Kavramanın olanaksız olduğu, insan ömrünü kısacık bir ana, neredeyse hiçlik mertebesine indirgeyen bir zaman süreci içinde yeryüzü adı verdiğimiz bir gezegende geçici, sonlu hayatlara doğmuş canlılarız.
Olağanüstü genişlikteki bu zaman dilimi içinde mademki var olduk, dünyaya doğduk öyleyse biraz cesur davranmak, bu kısacık ömrümüzü ezmeden, ezilmeden, sinmeden, başkalarının acılarına gözünü yummadan, kötülüğün gözünün içine bakarak yaşayabilmek de mümkündür.
Mümkün ve yürünesi yollardan biri de budur. Cesaret bir erdemdir.
Gazeteci, akademisyen, yazar, çizer, öğrenci… çok sayıda insan mevcut kötülük halini görmezlikten gelemediği için cezaevinde. Ama bu zaten senin de iyi bildiğin bir şey. İnandığımız değerlere, kendimizle tutarlı kalmaya dayalı hayatlarımıza kozmik bir gerekçe bulmak gibi bir derdim yok kesinlikle. Ama meseleye ara sıra bir de bu çerçeveden bakalım istedim sadece. İnsanın içini genişleten, sorumluluk almaya davet eden bir şey yok mu bunda; ne dersin?
Dışarıda neler oluyor diye sorarsan?
Dışarıda neler oluyor diye merak ediyorsundur belki.
Açlık grevleri ölüm orucuna dönüştü. Çözüm ne yazık ki ortada yok. Bu konularda sağduyu ile konuşulamıyor bile artık. Ekranlardan, gazetelerden üzerimize çatışma, savaş ve ölümden başka hiçbir şey vadetmeyen bir nefret söylemi dökülüyor sürekli.
Hayattan, yaşamaktan ve yaşatmaktan söz etmek neden bu kadar zor bu ülkede?
Okumuşsundur mutlaka, Türk Tabipler Birliği yöneticileri savaşın bir halk sağlığı sorunu olduğunu söyledikleri için ceza aldılar geçen hafta. Güneş bir yıldızdır, su hayattır ve savaş da bir halk sağlığı sorunudur. Bu kadar net aslında.
Yaşadıkları onca sıkıntıya rağmen her duruşmada barışı sağlamanın ne kadar hayati olduğunu savunan Barış Akademisyeni arkadaşlarımıza da cezalar yağıyor her hafta.
Sözünü dile getirme, inançlarından ve doğru bildiğinden vazgeçmeme tavrı kimilerine cesaret gibi görünse de bizlerin yapmaya çalıştığı şeyin tutarlılığımızı korumak, tutarlı bir hayat sürdürmeye çabalamak olduğuna inanıyorum. Ve bunu yeterince uzun yaparsan yaptığın şeyler bir cesaret olarak görülüyor bu toplumda.
Herkes aynada kendi yüzüne bakar.
Daha önceki tutukluluğunda sana Cumhuriyet gazetesinden seslenmiştim. Şimdi buradan yazmak zorundayım. Anında okuyamayacaksın, senden önce başkaları okuyacak üstelik. Bu mektup her ne kadar sana yazılmış olsa da cezaevindeki diğer arkadaşlara da sesleniyor elbette. O nedenle çoğul bir dille seslenerek bitireceğim.
Havalandırmaya çıkıp gökyüzüne baktığınızda, baktığınız o mavi gökyüzünden sadece bulutların değil göze görünmeyen nehirlerin de aktığını hayal edin. Derin bir nefes alın. İçinize çektiğiniz her iki nefesten birini nelere borçlu olduğunuzu anımsayın. Hayallerimiz içerde de olsak dışarıda da çok zengin. Ve her ne yaparlarsa yapsınlar hayal kurmamızı engelleyemezler.
Umarım kısa sürede özgür kalırsınız yine. Haksız, hukuksuz yere tutuklananlar ve mahkûmiyet cezası alanların tümünün tez zamanda özgürlüğüne kavuşmasını diliyorum.
Sevgi ve dostlukla. (BŞ/HK)