Ayşe Sargın'ın üniversitede başörtüsü serbestliği tartışmasına katıldığı üç bölümlük yazısının ikinci bölümünü yayınlıyoruz. Birinci bölümü okumak için tıklayın. İkinci bölümü okumak için tıklayın.
Başörtülü kadınların üniversitede öğrenim görme hakkını savunanların bir kısmı bir yandan da bu kadınları “Peki sen benim Ramazanda oruç tutmama hakkımı savunacak mısın?” diye sorguluyor; onlara kendisinin koşulsuz kullandığı bir hakkı bahşetmek için kendisinin hakkına saygı duyulacağının garantisini istiyor. (Aslında verilecek yanıtın önemi var mı bilinmez; zira hemen “takiyye” olarak adlandırılabilir.)
Aynı koşul koyma hali kültürel hak talebinde bulunan/inancını yaymak isteyen etnik/dini azınlıklar için de geçerli: “Tamam istediğin gibi dilini konuş, kültürünü/dinini yay ama ya bölücülük yapıp benim varlığımı tehlikeye atarsan?”
Farklı dinsel, etnik ve cinsel grupların kendi kimliklerini özgürce yaşamaya ilişkin taleplerinin dar ve bir diğer grubu dışlayıcı kimlik politikalarına sıkıştırılması ve herkesin sadece kendi kuyruğuna basılınca “demokrasi” diye tutturması sorunlu. Ama bir kimlik grubu bir hak talebinde bulununca, onlardan bu tip garantiler istemek ya da “Sen niye benim hakkımı savunmuyorsun” diye onları samimiyet testine tabi tutmak da abes (özellikle de bu gruplar homojen değilken.)
Zira, farklı kimlik gruplarına farklı ama ilintili hak ihlalleri yaşadıklarını ve benzer ezilme ilişkilerinin mağduru olduklarını göstermek, demokratikleşmenin hepimizin sorunu olduğunu anlatmak ve bir arada yaşamanın olanaklarını yaratmak tam da sol politikanın işi.
Başörtüsü ve siyasal İslam
Kenan Kalyon’a göre, “‘türban’ basit bir giyim-kuşam özgürlüğü konusu değil, mevcut konjonktürde bir ‘siyasal simge’” ve Türkiye’de “siyasal İslam’ın mevzi savaşının kilit konusu”. Kalyon yazısında “feministlere duyurulur” diyerek şunları söylüyor:
“Günümüzde türban veya ‘tesettür’, kendi halinde, geleneksel ve otantik bir halk İslam’ını yaşayan kitlelerin ve kadınların bir sorunu olmaktan esas itibarıyla çıkmıştır...bu haliyle türban sorununun çözümü kadınların özgürleşmesine hizmet etmeyecek, oturduğu genel bağlam itibarıyla siyasal İslam’a yeni bir ivme ve enerji katacaktır”.
Yazar bu “geleneksel ve otantik halk İslamı”ndan tam olarak neyi kastediyor bilmiyorum. Ancak şunu sormak lazım: Başörtülü kadınlar örtülerini üniversite kapısında çıkarmayı kabullenseler ya da hiç üniversiteye gitme talebinde bulunmasalar bu kadınlar “geleneksel ve otantik bir halk İslamı”nı mı yaşıyor olacaklar?
Benzer bir ayrım, kendilerine tahsis edilmiş özel alanda kalmayı reddederek cinsel, etnik vb. kimlikleriyle kamusal alanda varolmayı talep eden diğer gruplar için de yapılabilir mi? Örneğin cumhuriyetin ilk yıllarında verilmiş haklarıyla hoşnut, evde hanım hanımcık oturmayı reddeden feministler; evde kendi aralarında Kürtçe konuşan, “kendi halinde” Kürtler olmak yerine, dillerini kamusal alanda da kullanmayı talep eden Kürtler için?
Ayrıca, başörtüsüne ilişkin yasaklar başörtülü kadınların örtüleriyle üniversitede öğrenim görmesini, çalışma hayatında öğretmen, akademisyen, doktor, avukat, vb. olarak yer almasını, siyasete atılmasını engellerken; yasağın dayandırıldığı “başörtüsü, kadınlar için esaret ve ikinci sınıf olma simgesi” söylemi, başörtülü kadınların kamusal hayatın her alanında varoluşunu cendereye alırken, konu nasıl olur da bir erkek tarafından bu kadar kesin bir dille “kadınların sorunu olmaktan esas itibariyla” çıkarılır?
Yaklaşık 20 senedir sıradan, apolitik başörtülü kadınların kamusal alandaki varoluşlarının sınırlarını belirleyen bir yasak, sırf siyasal İslam’ın rejimle "mevzi savaşında" kilit konu haline geldi diye savunulabilir mi?
Bu, sıradan, apolitik “kendi halinde” Kürtlerin yaşam alanlarını daraltan uygulamalara karşı hak taleplerinin, sırf bu talepler ayrılıkçı olduğu düşünülen bir hareket tarafından savunuluyor diye reddedilmesiyle eşdeğer değil mi?
Başörtüsünün İslamcılar tarafından siyasal simge olarak bayraklaştırılmasında ve mevcut konjonktürde mevzi savaşlarında önemli bir eşik haline gelmesinde, temel bir insan hakkı ihlaline ve daha da önemlisi başörtülü kadınların sırf kadın oldukları için maruz kaldıkları bir ayrımcılığa feministlerin ve solun -kendilerini laikçi cepheden net bir biçimde ayrıştırarak- yüksek sesle karşı çıkmamış olmasının hiç mi etkisi yok?
Oysa, aynı suskunluğun ve tarafsız olma halinin devamı, bizi kutuplaşmanın taraflarından biri haline getireceği gibi, o kulağımıza pek hoş gelen “özgürlükçü laikliği” sadece solun geleneksel bağının olduğu Alevilerle değil, varolan laiklik anlayışıyla sorunu olan dindar Sünni kadınlarla da beraber -onları da dinleyerek, onlarla da tartışarak- inşa etme olanağımızı da ortadan kaldıracak.
Başörtüsü tartışmalarında sol ve feminist alternatif
Toplumsal ilişkiler ve değerlerin dini öğretilere göre şekillendiği bir toplumda yaşamak istemiyoruz. Böyle bir düzenin yerleşmesi için uğraşan dini/siyasi örgütlenmeler tehlikeli ve bunlarla mücadele etmeliyiz. (Sadece basın açıklamalarıyla değil, küreselleşmenin yarattığı yoksulluğun ve toplumsal çözülmenin cemaatlere ittiği insanların gündelik sorunlarına çözüm bulmayı amaçlayan örgütlerle.) Ama bu mücadelede başarı, başörtülü kadınların kamusal yaşamdan dışlanmasıyla elde edilemeyeceği gibi, bu, başörtülü kadınları hedef haline getirmekten ve onlara yönelik ayrımcılığı olumlamaktan başka bir işe yaramaz.
Bir grup kadının –aynı görüşte oldukları varsayılan erkekler için böyle bir engel yokken– giyimleri nedeniyle eğitim ve çalışma haklarının ellerinden alınmasına kayıtsız şartsız karşı çıkmak için erkekegemenliğin kadınları farklı biçimlerde ezdiğinin farkında olan bir feminist, temel insan haklarından yana olan bir solcu olmak yeterli.
Kuşkusuz, başörtüsü yasağı, başörtülü kadınların ailede, iş hayatında, sokakta, siyasette kadın olmaktan dolayı maruz kaldıkları tek ayrımcılık ve hak ihlali değil. Ama, örtülü ve örtüsüz kadınlar olarak çok defa aynı, bazen farklı ama ilintili biçimlerde ezildiğimizi ve emeğimiz, bedenimiz üzerinde iktidar kurulduğunu, kadınları örtülü ve örtüsüz olarak karşı karşıya getiren erkek siyasetine karşı, başörtülü kadınların eğitim ve çalışma haklarını yüksek sesle savunan bir feminizm ortaya koyabilir.
Üstelik Zeynep Direk’in, Amargi Feminist derginin Haziran 2006 tarihli sayısında yayınlanan “Başörtüsü Yasağı Üzerine” başlıklı yazısında ifade ettiği gibi “Ataerkillik yalnızca profan alemin tarihsel bir sorunu değildir, kutsalın tarihini de belirlemiştir” ve “Eleştirel feminist arayış, her iki alanda da özgürlüğün imkanını üstlenmenin olanağını yaratmaya çalışır.”
Kutsal alanla profan (dünyevi, din-dışı) alanın kadını cinsel nesne olarak görmekte ortaklaşıp birinin kadını örtüp ötekinin soymaya çalışmasının aynı erkekegemenliğin sonucu olduğunu görmeden özgürlükçü laikliği nasıl kurabiliriz?
Ertuğrul Kürkçü yazısında, başörtüsüne çözüm arayan AKP-MHP bloğunun ne kadın özgürleşmesi ne de genel anlamda demokratikleşme gibi bir derdi olmadığını vurguluyor ve soruyor: “AKP ve MHP'nin, Genelkurmay'ın da pasif onayıyla oluşturduğu yeni blok, bir özgürlük eşiğini mi temsil ediyor?”
AKP ve MHP’nin 301, sosyal-ekonomik haklar vb. konusundaki tutumları düşünüldüğünde solda yer alan hiçbirimizin AKP-MHP bloğunu özgürlük havarisi addettiğini sanmıyorum. Burada bizim açımızdan sorulması daha anlamlı olan soru, AKP-MHP bloğunun ne kadar özgürlüklerden yana olduğu değil, bizim ne kadar özgürlüklerden yana olduğumuz; neoliberalizm ve dini gericilikle mücadeleyi özgürlük savunusuyla beraber götürüp götüremeyeceğimiz sorusu.
Bir arkadaşım, pazarda dolaşırken iki erkek satıcının son başörtüsü tartışmaları hakkında konuştuklarını duymuş. Biri, ötekine başörtüsü karşıtı bürokratları, CHP’lileri ve miting katılımcılarını kastederek “Yahu, ne kadar çok komünist varmış ülkede de haberimiz yokmuş” diyormuş. Ben o “komünist”lerden değilim. Ya siz? (AS/TK)