Osmanlı’nın dünyayla (Batı) rekabet edebilmek amacıyla arzu edilen yenilenme hareketi bir bakımdan III. Selim (1789 - 1807) ile başlar, II. Mahmut ile ivmelenir (1808 - 1839). Bu sürede Hanedan Topkapı’dan ayrılır, Dolmabahçe’ye yerleşir. II. Abdülhamit ile birlikte ilan edilen I. Meşrutiyet’in yine bizzat II. Abdülhamit tarafından askıya alınmasıyla Yıldız günleri başlar. Bu, aslına rücu da denilebilecek rejimle pekişir: istibdat.
Dolmabahçe yenilenmeye bir metafor olarak eşlik eder. II. Mahmut'un yazlık kasırları yerine Abdülmecid’in yaptırdığı Dolmabahçe için klasik Osmanlı denemez. Çağın ruhuna daha doğrusu Osmanlı’nın o dönemki halet-i ruhiyesine uygun biçimde eklektik denebilir. Bileşenler İngiliz Neoklasisizmi, Fransız baroğu ve Alman rokokosu… Bu kompozisyonda Osmanlı yoktur ya da Osmanlı bunların türevinden ziyade köpüğüdür. Zaten Sarayburnu ya da Byzantium bırakılmış, tebdili mekanda ferahlık vardır sözüne can verircesine lokasyon da, mimari plan da, üslup da değişmiştir.
“Biçim işlevi izler.”
İktidar pek çok bağlamda ya da noktada varlık kazanır ve belki de bunlardan en somut olanı biçim, yani formdur. Hafıza kendine can veren içeriğin biçimini alır. Bu, en somut olarak Mimarlık metaforunda dile gelir. Dışa biçimini, rengini, tadını veren kaçınılmaz biçimde içtir. Peki “iç” dediğimiz olgu ne anlama geliyor? Neyin içi ve dış/ıyla ilişkisi hangi biçimlerdedir? Bu yazılamada “iç”ten “hafıza”yı anlıyoruz.
Nedir hafıza? Hafızalaşma, hafızalaştırma, hafızasızlaştırma nedir? Bir olayın hafızada yer alması ne anlama gelir? Toplumsal bilinç de denebilecek ortak hafıza nasıl oluşur?
İdeoloji, hayata rağmen dışarıdan dölleme biçiminde hafızalaştırmanın mayası kılınabilir mi? İdeolojik boyama ile Egemen ya da İktidar, kendi Anlatısını tek tek kişileri ya da egemenin nesneleştirdiği kişi ya da grupları aşarak kitleselleştirebilir mi? İktidar, kendi Anlatısını ayrıkotlarını kürtaj ederek berkitebilirken, yerine ektiği harici bitki (ziraat) dışarıdan müdahale olmadıkça ne kadar yaşayabilir? Hafızanın varlık bulduğu / varlık kazandırdığı kimlik bir metaforla ifade etmek gerekirse o ayrıkotudur. Pek çok tarihte ve kültürde, özellikle modern zamanlarda aslına rücu ya da avdet etmek örnekleriyle karşılaşırız. Toplumsal hafızamızdaki bir söz bilincimize taşınır: “Küllü şey'in yerciu ilâ aslihi.”
Hafıza, Türkçesiyle “bellek” TDK’de şu şekilde yer alıyor: “Yaşananları, öğrenilen konuları, bunların geçmişle ilişkisini bilinçli olarak zihinde saklama gücü, dağarcık, akıl, hafıza, zihin.” Etimolojik olaraksa Arapça ḥfẓ kökünden gelen ḥāfiẓa(t) حافظة “saklayan, muhafaza eden (şey veya kadın)” sözcüğünden kökenlenir. Bu sözcük Arapça ḥafaẓa حفظ “sakladı, muhafaza etti” fiilinin fāˁila(t) vezninde etken fiil sıfatı dişilidir. Batı dillerine Latince “memoria”dan geçen bellek, "hafıza, hatırlama, hatırlama yetisi", ezberden gelen soyut isim "dikkatli, hatırlayan", kökünden gelir ve "hatırlamak" anlamındadır. Türkçe, Arapça, Latince ve Batı dillerindeki temsilinde kaydetmek, saklamak, yerleştirmek, saklamak, korumak anlamları önplana çıkıyor. Bunların belirmesiyle hayata bakışımızın formu da denebilecek dünya görüşümüz,ete kemiğe büründüğü kişi ve kişilerin yan yana gelişiyle de toplum/lar…
Hafızanın ya da belleğin İktidarlarca sorunsallaştırılması yeni değildir. İskenderiye’nin önce Hıristiyanlarca sonra da Müslümanlarca yakılması, İktidarın kendi Anlatısı için ilk başta Hafızayı sorunsallaştırdığını gösterir. AKP (Aşiretimsi Klik Politikasızlığı), 15 Temmuz’u sözcüsü Erdoğan’ın dilinden dökülen “Eninde sonunda şu anda bu hareket, Allah’ın bize büyük bir lütfudur. Çünkü bu silahlı kuvvetlerimizin temizlenmesine sebep olacak.” bir tür ikrar olan ifadeleriyle fikirsiz rejimsizliğin kurucu referansına dönüştürmek için altı yıldır canhıraş kanırtıyor.
Yukarıda anılan ayrıkotu metaforu, olup bitenleri şarkılar, deyimler, atasözleri, kişisel hatıralar yoluyla aktarılan organik anlatılar olarak temsil eder; egemenin kendi örtüsünü attığı iskelet göreli sürenin ardından ya o örtüyü üzerinden atıyor; ya bu duruma “Kral çıplak!” deniyor ya da bir başka egemen gelip örtüyü değiştiriyor.
Bunun belki de en karikatür örneklerinden biri, dünya dillerine deyimleşerek yerleşen “Potemkin Köyü” olsa gerek. Aynı zamanda Çariçe II. Katerina’nın sevgilisi de olan Rus general Grigori Potemkin’ çariçenin Kırım ziyareti öncesinde Dinyeper kıyısında sahte imari faaliyet olarak evlerin yalnızca dış cephelerini inşa ettirmiş, yapıların nehre bakan yüzlerini boyatarak da işlerin harikulade yolunda olduğunu göstermek istemiş.
Deyim ekonomik ve politik anlamda işlerin yolunda gitmediğini perdelemek, kötü gidişi saklamak, dışarıdan bakanları her şeyin yolunda olduğuna inandırmak amacıyla “dış cepheyi boyamak” anlamına gelir. En kısa ifadeyle göz boyama amacıyla yapılan işler için kullanılır.
İktidar tarihi hafızayla oynayarak yeniden yazar. Bu, Potemkin Köyü metaforunu referans alarak karşımıza iki şekilde çıkar: ilki, olmayan şeyler yaratılır: Çanakkale’nin evliyalarla, 15’liklerle kazanıldığı gibi, olan, metafizikleştirilir yani boyanır; ikincisi, mevcudun reddi ya da olmayan bir şeyin var gibi gösterilmesi: Sahte anlatılar.
Hafizasızlığa Bir İlgi adını verdiğimiz bu altıncı yazılamamızda, kronik bağlamda Gülhane’den bu yana tarihte yaşanan fakat toplumsal-kitlesel hafızada ya ol(a)mayan ya da eğilip bükülerek temsil edilegelenleri bir tür retrospektif kolajla bir araya getiriyoruz.
Tanzimat Fermanı
1839’da Mustafa Reşid Paşa tarafından Gülhane’de okunan ve Tanzimat devrini başlattığı için Tanzimat Fermanı da denilen Gülhane Hattı Hümayun, yani Sultan Abdülmecid’in yayımladığı mülkî ıslahat programı ve bunun uygulandığı dönem…
2022’yi teneffüs ettiğimiz bugünlerde Tanzimat’ın ilerlemeciliğe iman etmiş entelektüelleri 1839’un gerisine düşeceğimizi belki detahmin edemezlerdi.
Aşağıdaki maddelerin bugün cari olduğu iddia edilebilir mi?
- Tüm vatandaşların can, mal ve namus güvenliği sağlanacak.
- Yargılamada açıklık sağlanacak. Hiç kimse yargılanmadan idam edilemeyecek.
- Vergide adalet olacak.
- Rüşvet ortadan kaldırılacak.
- Herkes mal ve mülke sahip olabilecek, bunlar miras olarak bırakılabilecek.
Islahat Fermanı
I. Meşrutiyet'in ilanına kadar geçen süre Osmanlı tarihinde, Cumhuriyetin de temeli olan Tanzimat Dönemi (3 Kasım 1839 - 22 Kasım 1876) olarak adlandırılır. Bu dönem içerisinde Tanzimat'ın bir tür devamı olarak da adlandırılan, gayrimüslimlere yeni haklar (Hala tesis edemediğimiz “eşit yurttaşlık” olarak okunabilir.) tanıyan Islahat Fermanı ilan edilir.
Birinci Meşrutiyet
Tanzinatın Cumhuriyetin temeli olduğundan söz etmiştik. Cumhuriyete giden yolda iki majör adım var; bunlardan ilki 23 Aralık 1876’da II. Abdülhamit tarafından ilan edilen Birinci Meşrutiyet. Osmanlı İmparatorluğu, bununla pek çok başka imparatorluk gibi Anayasal Monarşiye geçer. Kanun-i Esasi, dönemin Anayasası, Meclis-i Umumi, yasama organı ve yürütmenin başı Padişah II. Abdülhamit. Koltuğa Meşrutiyet koşuluyla oturtulan II. Abdülhamit, 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşındaki yenilgi sonrası Anayasanın kendisine verdiği yetkiyi kullanarak Meclis-i Mebusan'ı kapatır. Yıldız’ın yolu jurnallerle döşenir, “istibdat dönemi” başlar.
Yıldız Notu
Dolmabahçe, devrimin, bir başka deyişle Osmanlı Modernleşmesinin hem metaforu hem de darbe mekanıdır. II. Abdülhamit, Abdülaziz'in tahttan indirildiği Dolmabahçe’de kalmaz, 1909’a değin görece mütevazı da denebilecek ve dahaönemlisigüvenli bulacağı Yıldız’da kalır. 1909 yılında 31 Mart Vak’ası'nın ardından tahttan indirilir. Tahta getirilme nedeni selefi V. Murad, halefi Mehmet Reşat, indirilme nedeni ise, ne tuhaftır ki Abdülaziz gibi olur. Bu istibdat ikliminde ise korku en çok istibdadın başını esirleştirir. Mehmet Akif’in Safahat’ının Asım bölümüne kulak verelim:
Oflu tedrîc ile bağdaş kurarak koltukta,
Dedi:
Çoktan beridir vardı benim bir derdim:
Gideyim, zâlimi îkâz edeyim, isterdim.
O, bizim câmi uzaktır, gelemez, mâni’ ne?
Giderim ben, diyerek, vardım onun câmi’ine.
Kafes ardında hanımlar gibi saklıydı Hamid,
Koca Şevketli! Hakîkat bunu etmezdim ümid.
Belki kırk elli bin askerle sarılmış Yıldız;
O silâhşörler; o fesli herifler sayısız.
Neye mâl olmada seyret, herifin bir namazı:
Sâde altmış bin adam kaldı namazsız en azı!
Hele tebzîri aşan masrafı, dersen, sorma.
Gördüğüm maskaralık gitti de artık zoruma,
Dedim ki: “Bunca zamandır nedir bu gizlenmek?
Biraz da meydana çıksan da hasbihâl etsek.
Adam mı, cin mi nesin? Yok ne bir gören; ne eden;
Ya çünkü saklanıyorsun bucak bucak bizden.
Değil mi saklanıyorsun, demek ki: Korkudasın;
Ya çünkü korkan adamlar gerek ki saklansın.
Değil mi korkudasın var kabâhatin mutlak!..”
II. Abdülhamid döneminde Tanzimat ile hükümetin ve siyasi yaşamın kalbine dönüşen Bab-ı Ali fiilen işlevini yitirmiş, Yıldız siyasi yönetimin merkezine dönüşmüştür. Aradan 140 yıl geçmesine karşın Meclis ile Beştepe arasındaki benzerlik bu coğrafyanın insanları için hiç de şaşırtıcı değildir.
İkinci Meşrutiyet
İkinci Meşrutiyet, II. Abdülhamid’in askıya aldığı Anayasal Monarşi, 29 yılın ardından 23 Temmuz 1908'de yeniden ilan edilir, Sultan Vahdettin tarafından 11 Nisan 1920'de tasfiye edilinceye değin sürer. Bu dönemde yeniden açılan Meclis-i Mebusan 23 Nisan 1920’de Ankara’da ilan edilen Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin de kaynağıdır. İşgal altındaki ülkenin parlamenter rejime olan inancı, Milli Mücadele diye adlandırılan sürecin Osmanlı ve Dünya kamuoyunda meşruiyet kazanmasının da en önemli araçlarından biri olur.
İkinci Meşrutiyet ile Osmanlı toplumu uzun istibdat döneminin ardından soluk alır ve dinamik bir süreç başlar. Bir yanda demokrasi, çok partili sistem, sendikalaşma, basın özgürlüğü, onlarca dilde basılan gazeteler; diğer yanda ise yine savaşlar, darbeler, diktatörlükler… Ardı ardına çıkan iki büyük Balkan Savaşı ve Cihan Harbi, görece kısa denebilecek 9 yıllık süreçte yaşanır. Belki de kaçınılmaz son gerçekleşir: Osmanlı İmparatorluğu resmen ve fiilen işgal edilir, kurumsal olarak çözülür, yargıya içkin bir ifadeyle, dağılır.
Ölü Doğan Diyalektik: İdeolojisiz Çatışmalar Başlıyor
İkinci Meşrutiyet'in ilanına müteakip ilan edilen seçimler İttihat ve Terakki Fırkası ile ademi merkeziyetçi (liberal) Ahrar Fırkası arasında geçer. Seçimleri ittihatçılar kazanır ve ardından oluşan yeni Meclis-i Mebusan 17 Aralık 1908'de çalışmalarına başlar.
Her ne kadar seçimler olsa da İttihat ve Terakki Fırkası bir tür tek parti devleti gibi tasarruf ederek diktatörlük kurar. Bir tür militer demokrasi de denebilecek yapı/sızlık, yumurtayı balyozla kırmaya kalkınca da etkileri hala devam eden sorunlar yumağı alev alır.
Militarist iklim, toplumsal alanı sis bulutu içinde bırakarak bilediği kılıcını sakınmadan, sorumluluğu talepleri çözmek olmasına rağmen cellat olur: 1909’da İstanbul’un fethini kutlar, 1909’da Kilikya İğtişaşı ya da Adana Katliamına yol verir ve 1915’teki Ermeni Tehcirini resmi politika olarak hayata geçirir. İktidarın sözleşmesi caridir.
Çünkü II. Abdülhamit’ten başlayıp İttihatçılara, oradan “Kemalistlere”, Kemalistlerden, Menderesçilere, Menderesçilerden Atatürkçülere, Atatürkçülerden Erdoğancılara: 1878’de ilk Ermeni Katliamı denebilecek Erzurum katliamından Roboski’ye tarihsel bir süreklilik söz konusudur. Bu, aslına rücu değilse nedir?
TBMM ve Sonrası
Yalnızca adlarını anarak hafıza(sızlık) kolajı iledüşünmemizi sürdürelim.
13 Ocak 1928 Vatandaş Türkçe Konuş Kampanyası, 21 Haziran ile 4 Temmuz 1934 tarihleri arasında Yahudilere yönelik Trakya Pogromu, 11 Kasım 1942 Varlık Vergisi, 6-7 Eylül 1955 Olayları, 16 Mart 1964, İstanbul Rumlarının Sürgün Edilmesi, 1990’lar ve Köy Yakmalar ve/veya Boşaltmalar, 2 Temmuz 1993 Sivas Madımak Katliamı, 5 Temmuz 1993 Başbağlar Katliamı, 2015’te 103 kişinin yaşamını yitirdiği 10 Ekim Ankara Gar Katliamı…
Bu yazılamadanın sınırlarını zorluyoruz çünkü öylesine ağır bir tarihsel bellek var ki bunları zikretmeden söz kurmanın imkanı yok.
“Hafıza-ı beşer nisyan ile maluldür.” İdeolojik tarih yazıcıları en çok buradan beslenir. Maziyi diledikleri gibi yazdıklarında şimdiye de renklerini verdiklerini sanırlar. Peki verebilirler mi?? Her zaman değil. Zira hayatın amorf yapısı hiç bir rasyonun kalıbına dökülemez. Dökülmeye çalışılsa dahi sağından solundan kesilerek yapılabilir bu döküm. Onun da hayatla özdeş olduğu ileri sürülemez. Yaşamaması bundandır. Biçimine, kalıba dökenin karar verdiği üretilmiş yapay bir varlıktır; doğduktan kısa süre sonra yeni doğan ünitesine alınması bundandır.
Milli Mücadele odağına işgali alır ve ilan ettiği Misak-i Milli’yi korumak saikiyle hareket ederek maziyle hesaplaşmayı parka alır, daha doğrusu derin dondurucuya atar ve hala orada bekletmektedir.
Cumhuriyetin kurucu iradeleri arasında olup mücadeleye omuz verenlersüreç içinde diskalifiye edilerek İttihat ve Terakki ile derinleşen homojonleştirme süreci kanırtılarak derinleştirilir. Bu yazılamanın sınırlarını aştığından burada bir tür hafıza tazelemek adına atıfta bulunmakla yetinilecektir. Bunlardan biri Koçgiri Ayaklanması ve takibinde gerçekleşen katliamdır. HDP Milletvekili Ali Kenanoğlu’nun konuyla ilgili verdiği meclis araştırma önergesi gündemdedir ama başka pek çok benzeri gibi reddedilecek, hakikatle kurmaya ihtiyacımız olan bağ belirsiz bir geleceğe ertelenecektir.
2,6 milyon metrekarelik bir alan, 25 bin ev, iş yeri, kilise, hastane, fabrika, depo, otel ve lokantanın yok olduğu İzmir Yangını 13-18 Eylül 1922 tarihleri arasında tam dört gün sürer. Bu esnada Büyük Millet Meclisi’nde “terk edilmiş mallara hazine adına el konulması” önergesi görüşülmektedir. Bu konu, ya da trajik olay hala sis bulutu içindedir.
Koçgiri İsyanı ile de ilişkilendirilen Dersim İsyanı / Sürgünü, toplumsal hafızalardaki yerini hala muhafaza etmektedir. Erdoğan, Dersim özelinde katıldığı bir toplantıda 13 bini aşkın kişinin öldürüldüğünü söylediği olaylar için "Devlet adına özür dilemek gerekiyorsa ve böyle bir literatür varsa ben özür dilerim ve diliyorum" diyerek Cumhuriyet tarihinde benzerine sık rastlanmayan bir yaklaşım sergiler. Sonradan üvertür olduğu anlaşılan bu tutumunu Ermeni Tehcirinin 100. yılına bir kala “ortak acı” deyimi ile olayı “tehcir” olarak anarken, 100. yılda tornistan yapıp “savaş şartları” diyerek Devleti-i Ali’nin kurucu kimliğine rücu eder. ‘Maneviyat’ımız rücu etmek; peki o sık sık rücu ettiğimiz ne ya da kim?
‘Çözüm’ün Metodolojisi
“Emval-i Metruke”ye Bir İlgi: yani “terk edilmiş mallar”a.
Hafızasızlığı ete kemiğe büründüren ve yerleşik nizamın metodolojisinin nasıl işlediğini görme imkanını veren “Emval-i Metruke”nin nasıl işletildiğini anmanın yazılamamızın altıncısına adını veren Hafızasızlaştırma metodolojisini somutlaştıracağı kanaatindeyiz:
27 Mayıs 1915’te çıkarılan Meclis-i Vükela Kararı”na istinaden “emval-i metruke komisyonları” kurulur. Yasa, 1918, 1922, 1923, 1926 ve 1934’te yapılan çeşitli ‘hukuksal’ hüllelerle meşrulaştırılır ve nihayet 1988’de kaldırılır. Arası mı? Osmanlı yurttaşları arasında “makbul olmayan” ya da “katli vacip”lerin mallarına el koyma, yağmalama ve son olarak gaspçılara tapulama süreci işler. 2020 yılına gelindiğinde ne oluyor? Konuya ekabirlerin nasıl yaklaştığını merak edenler için ‘akademik’ bir çalışmanın özet kısmına ÇŞB Milli Emlak Genel Müdürlüğü Daire Başkanı müellifi, şu cümlelerle başlıyor:
“Ermenilerin bir kısmı, I. Dünya Savaşı’nın Osmanlı Devleti için en sıkıntılı günlerinde Ruslarla işbirliği yapmış ve Osmanlı Ordusu’nu arkadan vurarak isyan etmişlerdir. Bunun üzerine yaşadıkları yerlerden çıkarılarak vatanın daha güvenli bölgelerine zorunlu göç ettirilmişlerdir. Güvenlik gerekçesiyle gerçekleşen bu zorunlu göç esnasında Ermeniler bazı eşyalarını yanlarında götürebilseler bile…”
Retorik, eylemle pekişmediği vakit murad edilen toplumsal-politik alan bir ide olarak orada durmaya devam ediyor. Ona yaklaşmak için hamleler silsilesidir tarihimiz… İdenin peşindekiler ise yorgun, yorgun ama umutlu; umudu romantikliğinden, romantikliği barışa, yaşama olan inancından…
(MVB/EMK)