"Ateş düştüğü yeri yakar" deyişi empati dediğimiz olgunun sınırlarını belirleyen durumları anlatır. Ne yazık ki bir "ateş düştüğü yeri yakar" toplumunda yaşıyoruz.
İnsan kendi hanesi dışına düşen her ateşle yansaydı, hayatı sürdürmek dayanılmaz olurdu. İnsan acının süreklilik kazanmış halini ve heryerdeliğini kaldıramazdı. İnsanı, cahilliği, zalimliği, duyarsızlığı en çok da unutkanlığı dayanıklı kıldı. Bir yaradılış yasası uyarınca, her harlı ve yoğun ateşte çatlamasın diye kısık ateşli bir dünya fırınına fırlatıldı.
Evet, ateş düştüğü yeri yakar, kavurur, kül eder. Ancak düştüğü yerde koşullar müsaitse, yangının büyüme olasılığı kaçınılmazdır. "Koşullar müsaitse", cümlesi, empatinin ve toplumsal duyarlılığın yüksek olduğu bir sosyallik için kullanılmış şart kipidir.
Siz dünyanın en iyi hukuk sistemini alsanız bile toplumda bunu yaşatacak bir karşılığı yoksa o sistem bir gecede kadük olur. Uygun sosyallikten kastım budur.
Türkiye toplumu bu sosyalliğin konforlu bir mesafeden, sadece söylemsel olarak mevcut olduğu bir toplum.
Belki anımsarsanız, 3 Mayıs 2014 Soma faciasının ardından henüz bir hafta geçmemişken, halaylı düğünler, eller havaya eğlenceler yeniden baş göstermişti. Sosyal medya hesaplarında yüzü kömür karası işçilerin fotoğrafları paylaşılıp altına ''içim parçalandı, çok kötü oldum, yutkunamadım'' yazıldıktan sonra halı sahaya maç yapmaya ya da bir restorana gidilmişti.
"Bunda ne var ölenle ölünmüyor" diyenleriniz olacaktır. Ben zaten işin halı saha ya da restoran kısmında değilim. Ben bu kadar ruhsuz, iki yüzlü olunmasına, bir "Janus toplumu" olunmasına taktım kafayı. Oturup evde ağlayıp yas tutmayacaksanız neden bu mesajlar paylaşırsınız, cephenin en önünde savaşıyormuşçasına, 'yakalım yıkalım edebiyatı' yaparsınız?
"Vuralım, yıkalımcı, taş üstünde taş koymayalımcı" tayfa, ülkedeki aymazlığın, ikiyüzlülüğün, vicdanı güvenli bir mesafeden rahatlatma yanılsamasının, konformizmin, sahteliğin, yapaylığın, toplumdaki masumiyet yitiminin yazıya, söze dökülmüş en güzel tasviridir.
Ateş düştüğü yeri yakar doğru, ancak sıcaklığının bile hissedilmediği bir toplumda yaşıyoruz.
Demokratik insanlar demokratik değerleri yaşarlar ve yaşatırlar. Demokratik bilinci değerlere inanmış insanlar inşa eder. İnsanlarda derinliği ve karşılığı olmayan hiçbir değer kalıcı değildir.
Sosyal merhaleleri ışık hızıyla atlayanlar Türkiye'de sosyalist bilinç kazanmış bir proletarya sınıfına ihtiyaç olduğunu iddia ediyorlar. Hayır, bence Türkiye'de otorite karşısında sesini yükseltecek, sesini yükseltmese bile en azından onu onaylamayacak bir sosyal sınıfa ihtiyaç var. Kısacası Türkiye'de her şeyden önce Batılı anlamda bir burjuva sınıfına ihtiyaç var.
İnsan iki tarafı bilenmiş bir kılıç, bir çelişkiler yumağı, zıtlıkların mahsulü bir varlık. Hem güçsüz, aciz ve kırılgan hem de dağların bile gücünün erişemediği bir emaneti sırtlanacak kadar dayanıklı, dağlardan, taşlardan bile daha metanetli. Anayı, babayı, belki evladı mezara koyacağının, vakti geldiğinde o mezara kendisinin gireceğinin bilinciyle yaşayacak kadar güçlü bir varlık.
Bir yandan başkasının hanesine düşen ateşten etkilenmeyecek kadar duyarsız, fakat yeri geldiğinde birini kurtarmak için kendi canını feda edecek kadar yüce gönüllü. Kapitalist aklın paradigmasına uygun olan profil, daha çok duyarsız, bencil, konformist ve empatiden yoksun olanına karşılık geliyor. Bu tipoloji bırakın ateşin yaydığı ısıdan etkilenmeyi, göçük altında canlar çekişirken kadeh tokuşturacak kadar duyarsız, öte yandan ateşin tam içindeymiş gibi şov yapan şizofren bir sosyal medya fenomenidir.
Zeki Tekiner, Cavit Orhan Tütengil, Abdi İpekçi...
Kısacası, "tarlada izi olmayanın sofrada sözünün olduğu" bu çağda, işin hamasetini yapanlardan ve mangalda kül bırakmayanlardan geçilmiyor.
Ateş demişken, Zeki Tekiner'in, Cavit Orhan Tütengil'in, Abdi İpekçi'nin çocukları, eşleri gibi bir ömür yanan insanlar geldi aklıma.
Bir de hayatını başka hayatların sonlandırılma hatıralarıyla doldurmuş, yıllar sonra toplumun onlara temiz biyografiler hediye edip yücelterek kahramanlık mertebesine yükselttiği katillerden söz ediyorum.
Ölüm fazlasıyla bireysel bir olgudur. Onu toplumsallaştıran, politikleştiren hayatta kalanlardır kuşkusuz. Öldürülen şahsiyetin politik olmasıyla ilgili olduğu kadar, katillerinin eylemi politik motivasyonlarla gerçekleştirmeleri ölüme politik bir boyut kazandırır. Burada bence fail önemsiz, durum ve olgu değerlidir sadece.
Derin akıl, katilin aklanması adına istediği kadar eyleme apolitik gömlekler giydirmeye çalışsın, eylem politik bir eylem olarak kalır. Katilin aklanması, eylemin arkasındaki politik motivasyon hiçe sayılarak, ölümün kutsiyeti üzerinden ahlaki, moral bir temelde insancıl mesajlar verilerek yapılmaya çalışılır.
Türkiye'nin siyasi cinayetler kronolojisinde, "Kel ölür sırma saçlı olur, kör ölür badem gözlü olur"a dair çokça örnek bulunuyor. Mesela bunlardan en çarpıcı olanları Yazıcıoğlu, Çatlı, Kırcı 'bademgözlülüğü'dür.
Türk-İslam sentezi, derin devlet aklının kontrollü kaos stratejileri uyarınca tetikçiler ve zaman zaman kontrolden çıkmış Frankeyştayn'lar yarattı. Bunların birçoğuna temiz biyografiler bahşedilerek kolektif hafızada aklanmaları sağlandı.
'Temiz' biyografiler
16 Mart 1987'de İstanbul Üniversitesi'nde, 17 Nisan 1999'da Sarıgazi'de, 10 Ocak 1991'de Ankara'da, 19 Haziran 1980'de Erzurum'da, 24 Mart 1978'de yine Ankara'da, 22 Temmuz 1980'de İstanbul Fatih'te, 13 Nisan 1970'te Ankara Tıp Fakültesinde, 1 Şubat 1979'da İstanbul'da, Maraş'ta, Çorum'da, Malatya'da, Bahçelievler'de, Susurluk'ta ve daha nice yerde rüştünü ispat etmiş cellatlara toplumun 'sağduyusu' temiz biyografiler sundu.
Bu örneklerden çoğu, 'Türkiye Sağı Cellatları Ansiklopedisi'nde mağduriyet edebiyatı üzerinden kahramanlaştırılmış figürler olarak çoktan yerlerini aldılar.
Toplumun zihin kodlarında mağduriyet çok prim yapan bir olgu. Fakat terazinin sağ kefesi mağduriyeti daha çok tartıyor. Örneğin hayatlarından umudunu kestikleri yavrularının bir mezarı olsun diye 25 yıldır evlatlarını arayan Cumartesi Anneleri'nin mağduriyeti toplumda Kırcıların, Çatlıların, Yazıcıoğluların sözde mağduriyeti kadar karşılık bulmuyor.
Türkiye siyasetinde "halk fetişizmi", demokratikleşmenin önünde bir engel olarak hep vardı. Ancak soyut sosyal bir varlık olarak halkta fena halde provokasyonlara yatkınlık ve galeyana gelme eğilimi bulunmaktadır. Madımak'ta, Maraş'ta ve Çorum'da ya da Kılıçdaroğlu'na linç girişiminde doğrulanan bu eğilimler halktaki önemli bir özelliği de açığa çıkarıyor:
Şiddetin kıvamı, kurban hedef kitlenin dini, mezhebi ve etnik kökeniyle doğru orantılı olarak yükselen bir grafik çiziyor. Başka bir deyişle, şiddetin hedefi kitle, seküler kadın, komünist, sosyalist, LGBT, Rum, Ermeni, Musevi, Alevi, Süryani ve Kürt olunca galeyana gelme eğilimi ve şiddetin dozu doğru orantılı olarak artıyor.
Katillerin korunması Türk siyasetinde hukuku, adalet, eşitlik ve hakkaniyet duygusunu yutan bir kara delik olmayı sürdürüyor. Devletin içindeki radikal grupları ve bunların yönettiği milisleri koruyanlar bugünkü hukuksuzluk, adaletsizlik, eşitsizlik ortamının mimarlarıdır.
Mesela Abdullah Çatlı "devlet için kurşun atan da yiyen de şereflidir" denilerek Türkiye'nin ilk kadın başbakanı tarafından kahraman mertebesine yükseltilmişti.
Anımsayın, yer, Ankara, Bahçelievler semti. Ülkücülerin "Reis"i Abdullah Çatlı'nın yaptığı plan akşam saatlerinde yürürlüktedir. Ülkücülerin "İdi Amin"i Haluk Kırcı, eylemden önce Bahçelievler'de keşif yaptı.
Dört kişi, ürkek adımlarla 56 numaralı apartmana girdiler. 2 numaralı dairenin önüne gelince, bellerindeki silahları çıkardılar. Ercüment Gedikli kapıyı zorladı, fakat açamadı. Sonra zile bastılar. Kapının açılmasıyla birlikte eve doluştular.
Evde Türkiye İşçi Partisi üyesi, ODTÜ Elektrikten, 23 yaşındaki Serdar Alten, Ankara Devlet Mimarlık Mühendislik Akademisinden, 26 yaşındaki Hürcan Gürses, Ankara Gazetecilikten, 23 yaşındaki Efraim Ezgin, Hacettepe İstatistikten, 20 yaşındaki Osman Nuri Uzunlar ve aynı okuldan, 20 yaşındaki Latif Can bulunuyordu.
Kapı kısa aralıklarla üç kez vuruldu. Gelenler Faruk Erzan ve Salih Gevence'ydi, arkadaşlarını ziyarete gelmişlerdi. Onlar da silah zoruyla içeri alındı. "2-3 komünist"i öldürmek için girdikleri evdeki öğrenci sayısı birden 7'ye çıkmıştı!
İki TİP'li genç, Kırcı ve Poyraz tarafından, yol kenarındaki tarlanın içine götürülüp orada öldürüldü.
Sonra adrese geri döndüler. Kırcı, bayıltılanlardan erken ayılan Osman Nuri Uzunlar'ı boğdu. Ardından da elleri arkadan bağlı dört öğrenciyi öldürdü.
Ancak, gençlerden Serdar Alten ölmemişti. Alten birkaç gün sonra savcıya ifade vermeyi başardı. İfadesinde ülkücülerin saldırdığını, "Reis" diye hitap edilen birinin olduğunu, katillerin "34 PD" plakalı bir aracı kullandıklarını anlattı.
İfadesinin ardından Serdar Alten ancak 8 gün dayanabildi. ve o da 17 Ekim 1978'de hayatını kaybetti.
Yukarıdaki ayrıntılardan bazıları Serdar Alten'in savcıya verdiği ifadeden alınmıştır.
Haluk Kırcı gıyabında idama mahkûm edildi, ancak firardayken bile Erzurum'da anlı şanlı bir düğün yapmayı başardı. Firari katilin nikâh tanığı, o sırada Erzurum Valisi olan Mehmet Ağar'dı.
Kısacası siyasi cinayetlere adı karışanların çoğu siyasi partilerden milletvekili oldu. Kara paraların bankalarda aklanması misali, cinayet sanıkları da siyasi partilerde aklandı.
Avukat Zeki Tekiner'in katillerini cinayete azmettiren ve bu suçtan hüküm giyen Ömer Ay, 40 yıl sonra, İYİ Parti'nin Nevşehir İl Başkanı seçildi.
Mesela Tütengil suikastına adı karışan iki eski ülkücü Celal Adan ve Ali Doğan politika sahnesinde boy gösterdi. Adan DYP İstanbul il başkanlığı, Doğan ise ANAP Kahramanmaraş milletvekilliği yaptı.
Celal Adan 12 Eylül 1980 darbesinden sonra açılan MHP ve Ülkücü Kuruluşlar Davası sanıklarındandı. Bu dosya içinde 'maktul' olarak adı geçen 600 kişi arasında Kemal Türkler'in de ismi bulunuyordu. Adan'ın hakkındaki suçlamalardan birisi de Alparslan Türkeş'in talimatıyla Kemal Türkler'in öldürülmesine azmettirmekti. Verdiği ifadede önce cinayetteki rolünü kabul etmiş, daha sonra bu ifadesini reddetmiştir.
MHP ve Ülkücü Kuruluşlar Davası'nda ülkücü bir itirafçının ifade tutanaklarından:
"Türkeş 1980 temmuz ayı içerisinde Yılma Durak ve Celal Adan ile konuşurken DİSK'in komünist hareketin kaynağı olduğunu belirtti. Konuşma bitip kalkarken elini yatay bir şekilde ot biçer gibi yaparak DİSK başkanı Kemal Türkler'in yok edilmesini emretti."
Kemal Türkler'in kızı Nilgün Türkler'e göre, Celal Adan babasının öldürülmesi olayında Ünal Osmanağaoğlu'na silahı temin eden kişiydi.
Başka bir ülkücü olan Yılma Durak'ın adı ise Cavit Orhan Tütengil ve Abdi İpekçi'nin öldürülmesinin yanı sıra Mehmet Ali Ağca'nın cezaevinden kaçırılması olayında da geçti.
"Doğunun Başbuğu" lakaplı Durak, bu cinayetlerle ilgili olarak kovuşturmaya uğradı. Durak ifadesinde, ÜGD (Ülkücü Gençlik Derneği) başkanı Recep Öztürk'e Tütengil'i öldürmesi için izin verdiğini söyledi.
Yılma Durak "vatansever faaliyetleri" nedeniyle ardından MHP genel idare kurulu üyeliğiyle ödüllendirildi.
Ökkeş Kenger'e Maraş olayları sırasında sinemaya bomba atarak halkı galeyana getirme suçu isnat edildi. Kenger, adı Maraş katliamıyla anılmasın diye daha sonra soyadını Şendiller olarak değiştirdi. Hollanda'da mobilyacılık yapan akrabalarının ticari işlerine olumsuz bir etkisi olmaması için de bu değişikliği yaptığını söyledi.
Şendiller bir ironi olarak 2009 yılında yapılan Alevi Çalıştayı'na bile davet edildi. Sonra on dokuzuncu dönem Maraş milletvekilliği yaptı.
MHP'li eski Sağlık Bakanı (bence bakmayanı demek daha doğru) Osman Durmuş'un adı Ankara Üniversitesinde bir doktorun öldürülmesi olayında anıldı. Her gün okula gitmesine rağmen bir türlü yakalanamadı. Sonra o zamanlar çıkan bir aftan faydalanarak hapis yatmaktan kurtuldu.
MHP milletvekili olan Ali Güngör, Doktor Necdet Güçlü'nün katledilmesi davasında yargılanıp 12 yıl ceza aldı, 2 yıl hapis yatıp daha sonra af ile salıverildi.
Ankara Cumhuriyet Savcı yardımcısı Doğan Öz ile Muzaffer Üstünel adlı gencin katili olan İbrahim Çiftçi 1997 MHP kurultayında genel başkan adayı oldu.
Çiftçi, Doğan Öz'ün cinayet davasıyla birlikte Bahçelievler katliamında 7 TİP üyesi genci öldürdüğü iddiasıyla da yargılandı.
Çiftçi askeri mahkeme tarafından dört kez idama mahkûm edildi. Askeri Yargıtay her seferinde "eksik soruşturma"dan kararları bozdu. Dördüncü kez verilen idam cezası, askeri Yargıtay tarafından onandı. Ancak bu sefer başsavcılık itiraz etti. İtiraz üzerine Daireler Kurulu tahliye kararı verdi. Çiftçi beraat etti. Beraat ettiğinde "beni öldürtmek için salıyorsunuz" diye bağırdı. Salıverildikten sonra iş hayatına atılan Çiftçi MHP Genel Başkanlığı'na adaylığını koydu.
Emniyet Müdürü Reşat Altay'ın, 16 Mart 1978 İstanbul Üniversitesi öğrenci katliamında, şüphelileri kovalayan polis memurlarına takibi bırakmaları yönünde emir verdiği iddia edildi. Yargılandığı sırada bile emniyet müdürü olarak görevine devam etti. Trabzon Emniyet Müdürüyken bu sefer de Hrant Dink suikastıyla ilgili ihmalden dolayı tutuklandı. Ardından eşinin telefonunda Bylock tespit edildi. Sonra 'FETÖ itirafçısı' olduğu söylendi.
Kısa ama dehşetli karşılaşma
İbrahim Dedeoğlu, meşhur Ankara Emniyeti "DAL" şubesinin emniyet müdürüydü. Üniversite öğrencisi Birtan Altunbaş'ın 1991 yılında gözaltındayken işkence ile öldürülmesi iddiasıyla açılan davada sanık olarak yargılandı. Ancak 13 yıl boyunca bir türlü bulunamadı.
Oysa devletin kendisini canhıraş bir şekilde aradığı dönemde MHP'li Bakan Koray Aydın'ın danışmanıydı. Bu sürede meclis personeli olarak maaş aldı. Ardından MHP milletvekili adayı oldu.
Bendeniz kendisi ile DAL'da (DAL, solcu gençlerin 'Derin Araştırma Laboratuvarı' dedikleri Ankara Emniyeti bodrum katındaki işkencehaneydi) tanıştıktan iki yıl sonra, Ankara sokaklarında, göz bağı, mazgal deliği, küfürler, bıyık yolma ve cop çağrışımları arasında, kısa ama dehşetli bir karşılaşma yaşadım.
O zamanlar Kızılay'ın, Sakarya Caddesinde sevgilimle yürüyoruz, birden tam karşımda belirdi. Birbirimizi neredeyse sıyırarak geçtik, elimi uzatsam dokunabilirdim. Aklımdan geçenlerin yüzüme yansımasından korktum. Sevgilimin eline yapıştım ve hızlı adımlarla uzaklaştık. Ardından tenha bir yerde duvara yaslanıp bir sigara yaktım. Sevgilime sımsıkı sarılıp ağladım. Sevgilim nedenini sordu, söyleyemedim.
Mesela MHP İstanbul Milletvekili Atilla Kaya 1980 yılında sosyalist Mithat Koçlu'yu bıçaklayarak öldürmüş ancak hapis yatmadan afla salıverilmiş eski bir hükümlüydü.
"Milli duygular koalisyonu"yla serbest bırakılan ya da ödüllendirilen faşist cellatların izini sürerseniz mesela yolunuz 6-7 Eylül olaylarına çıkabilir.
Özel Harp Dairesi'nin başarıyla yürüttüğü bir operasyon olarak 6-7 Eylül, Cumhuriyet'in vitrininde bir süre göz boyama amacıyla tutulmak istenen büyük şehirlerdeki, benim de ait olduğum gayrimüslim, etnik unsurların son bir hamleyle yok edilmesi girişimiydi.
Olaylar, Selanik'teki Atatürk'ün evinin bombalanması provokasyonuyla, kanlı boyutlar kazanmıştı.
Selanik'te Atatürk'ün evinin bombalanması olayının faili Batı Trakya Türk'ü Oktay Engin'di. Oktay Engin'in izini sürerseniz, adeta bir ödülmüş gibi onu Muğla ve Nevşehir valilikleri görevi yaparken görebilirsiniz.
Neyse uzun uzun anlatıp canınızı daha fazla sıkmak istemiyorum.
Uzun lafın kısası, Sabahattin Ali cinayetinden bu yana benzer siyasi cinayetlerde devlette devamlılık ilkesi hiç aksamadı.
Türkiye 'dilsiz şeytanlar'ın yoğun olarak yaşadığı bir ülke haline geldi. Gerçi, ülkemde suyun başını tutan ve kurban almadan su vermeyen ejderha misali bir intikam tanrısı her zaman ola geldi; Nemesis'e kurban vermeye hazır bir kitle de...
(JHK/AÖ)