Haberin Kürtçesi / İngilizcesi için tıklayın
Çocukluğumdan hatırladığım tüm şiddet vakaları ya anne terliği masumiyetinde, ya kardeşimi kurtarma kahramanlığında ya da “o öğretmenden herkes dayak yemişti zaten” avuntuluğunda.
Ama sonrasını, bir yanında testosteron saldırısının, bir yanında üniversiteye girme kaygısının nöbet tuttuğu liseli hayatımı iyi hatırlıyorum.
Liseli erkeklik hâli bir yandan “bir tane de ben çaktım”la, “tutmasalar ağzını burnunu kırardım!” arasında salınırken, diğer yandan “aha kadın!” diye bağıran bir iç ses üretir.
Şansım yaver gitmiş ki püriten öğretmen ailesinin ahlâki baskısı üniversite kaygısıyla karışarak durumu dengelemiş de iç sesimin beni ağır bir saldırgana dönüştürmesinden kurtulmuşum.
Zaten ben o liseli zamanlarımda hiç ezilmedim. Sokakta hiç dayak yemedim. Kim olduğunu bilmediğim adamların “ne bakıyon lan!” naralarını korkudan duymazdan gelmedim.
Cinlerden perilerden korkmadım, çarpılmamak için dua ezberlemedim. Hiç daha iri ya da daha cüretkâr birinin saldırısından ardıma bakmadan kaçmadım.
Kendimden küçüklere ya da güçsüzlere karşı büyüklenmedim. Kendimi daha zeki sandığım için diğerlerinden daha üstün olduğuma inanıp onları aşağılamadım. Basit ev işlerine yardım ettiğimde “evin kızı” diye alay eden akrabalarım olmadı.
Otomobilleri sevmedim, güçsüz bedenim yerine bir makinayı geçirerek güçlenmeyi ummadım. Zorbalarla pek karşılaşmadım, karşılaştığımdaysa ya eşek sudan gelene kadar dövdüm ya da korkudan ayakları kıçlarına vura vura kaçışlarını izledim.
Haliyle karşı cinsten hiç kimseye karşı tacizkâr olmadım. Eteği rüzgardan uçan kızların kalçalarına bakmadım. Perdenin ardına saklanıp yoldan geçen kadınları ıslıklamadım.
Sırf çıktığım kıza baktı diye adam toplayıp birinin gözünü korkutmadım. Komşunun kızının çükümü çok merak ettiğine, hatta anamlar gidince eve dalıp beni becer diye bağırmamak için kendini zor tuttuğuna inanmadım. Öğretmenimin dekoltesini düşünüp mastürbasyon yaptığını ballandırarak anlatan hayta arkadaşlarıma gıpta etmedim.
Mahallenin güzel kızı, şehre yeni tayin olan memurun oğluna bakıyor diye “dövelim lean bu oğlanı!” diye atarlananlara katılmadım. Dul kadınların isterik, bakire kızların azgın olduğuna hiç inanmadım.
Gece yarısını geçip el ayak çekilince kırmızı noktalı şifreli yayını izlemenin bir yolunu bulmaya çalışmadım.
Kadınların güçsüz ve erkeklere muhtaç olduğuna inandığım bir an bile olmadı.
Hiç küfür etmedim veya küfür etmeye özenmedim. Bizden biraz daha kırılgan ve narin yapılı olduğu için hemcinsim yaşıtlarım hakkında “ibne lean bu” diye düşünüp arkasından konuşmadım.
Abilerin anlattığı kerhane hikâyelerini heyecanla dinlemedim. Bilmem kim dayı komşunun karısını nasıl becerdiğini anlattığında heyecanla dinlemediğim için, tabii ki bir başka komşunun karısının üstünde yakalanan bir başka dayının bacağına saplanan bıçağı hak ettiğine de ikna olmadım.
Aynı sınıfta okuduğum köylü çocuklarından bir eşekle ya da bir köpekle nasıl halvet olduklarını dinlemedim. Hakemleri ibnelikle, sert karakterli kadınları lezbiyenlikle, uzun saçlı erkekleri karı gibi olmakla suçlamayı normal bulmadım. Silahlara merak salmadım, sevmediğim insanları ya da vatan düşmanlarını vurmayı kendimde hak bellemedim.
Askerden hiç dayak yemeden dönen abilerin, gece nöbetindeymiş gibi yaparken lojmanlardaki subay kızlarını nasıl becerdiklerini anlattığı anılara yabancıyım. Yıllar sonra yaptığım 28 günlük askerlik süresince de her sabah bağıra çağıra uyandırılıp, günde yedi kere sayılanların arasında değildim.
Kısa askerliğimde bile hiç aşağılanmadım ve elbette uzun dönem erlerin aşağılanmasına, küfürler yemesine ve dövülmesine filan tanıklık etmedim. Askerliğim boyunca o virgül niyetine kullanılan küfür ağzımdan bile çıkmadı.
Kısa askerlik tecrübemin ortasındaki yemin töreninde sabahın köründe kaldırılıp ortalıkta dolaşırken sadece sivil bir insan gördük diye sevinç çığlıkları atan o beş bin adamın arasında ben yoktum.
Üzerime üniforma giyip, beline bir kasatura takınca özgüveni artanlardan hiç korkmadım. Eğitim subaylarımız da “elinize silah vermedik, ama zaten savaş çıksa sizden önce hemşireleri askere alacağız” diye hem bizi hem kadınları aşağılayarak konuşmadılar zaten.
Yukarıda yapmadığımı söylediklerimin bir kısmını yaptım. Bir kısmına tanık oldum. Bir kısmı doğrudan benim deneyimlerim. Bir kısmını da ortak erkeklik hafızasından derledim.
Hiçbirini yapmamış bir erkek var mıdır emin değilim. Doğrusu yapmamış olmanın büyük bir fark yaratacağını da düşünmüyorum. Sonuçta hepsi bir ortak erkek aklı hâlinde toplanıp oradan zihinlerimize doluyor. Bu yüzden deneyimlemediğimiz erkeklik hâllerini bile bir tür hafıza protezi hâlinde zihnimizde taşıyoruz.
Söz konusu olan hafıza olduğunda, hakikat ile hikâye arasında her zaman bir açı oluyor. Hakiki hikâyeler ile anlatmaya değer bulunan hâller de çoğu zaman aynı değil. Kişisel anlatılar da bundan azade değil elbette. Bir erkek olarak yaşıyor, hakikate erkeklik penceresinden bakıyorum. Kayıtlarımı erkeklik hafızamdan derliyorsam hikâyeyi de erkeklik hâliyle anlatıyorum.
Resmi görüşümü sorarsanız, ben bu erkeklik meselesini çözdüm. Zaten okumuş bir adamım. Cinsiyet ayrımcılığı yapmıyorum. Toplumsal cinsiyet konusunda kafam açık. Eril dilden uzak durmak için samimi bir çaba içindeyim. Erkeklik hâllerimi dengeliyor, denetliyorum.
Ama işin aslı şu ki, dünyaya erkek olarak gelen ve zamanla bununla hesaplaşmayı tamamladığına inananlarda bulunabilecek bir tür hafıza kaybım var.
Böylece bugün geldiğim yerdeki erkekle, olduğum erkeğin arasını bulanıklaştıran bir tür protez bilinç yaratabiliyor, kendimi erkeklikle hesaplaşmamı tamamladığıma inandırabiliyorum.
Yekta Kopan, bu serideki yazısının bir yerinde “Bir erkeğin zihni, başka erkeklere ‘yenik düştüğü’ anları siliyordu demek ki” diye yazmıştı. Oradan ilhamla söylersem; Erkeklikle hesaplaşmasını tamamladığını düşünen bir erkeğin zihni, erkeklik hâllerine yenik düştüğü anları siliyor demek ki. (RK/HK/EMİN/
* Görseller: Kemal Gökhan Gürses