Saatler tam gece yarısını gösterdiği vakit Nesrin Topkapı çıkacak diye o saate kadar ayakta kalmamıza izin verilirdi.
En çok bu tarafını severdim yılbaşının. En az sevdiğim tarafı da tombala oynama kısmıydı. Bana sorarsanız tombala hâlâ dünyanın en sıkıcı oyunudur. Hindiyi pek hatırlayamasam da kızarmış tavuk, tane tane dökülen pilav ve krem şanti henüz yaygınlaşmadığından margarine benzer bir şeyle sıvanmış yaş pastaları iyi hatırlıyorum.
Nereden çıktı şimdi bu, daha bir hafta var demeyin. İki haftada bir yazdığım için bu yazı benim 2022 yılındaki son yazım olacak. Olanın kendisinden bağımsız olarak, bir şey biterken ve ardından yeni bir şey başlarken orada, o anda olmaya bayıldığımdan pek severim yılbaşını. O yüzden gürültüsüz patırtısız bir şekilde şimdiden kutlayayım dedim.
Öyle debdebeli, sazlı sözlü kutlayanlardan değilim. Kalabalığa genel olarak bayılsam da yeni yıla tek başıma sakince girmeyi tercih ederim. Her sene aşağı yukarı aynı rutin benimkisi.
Kadın olarak bu yaşa geldiğim için muzafferim
Sabahtan dünyada ne var ne yok diye gazetelere göz gezdirip okuduklarım yüzünden hiç uzatmadan “Yeni yıla dünyadan bihaber girme kararı” alırım. Gün içinde muhakkak e-posta hesabımı temizler, geceye de uhuletle ve suhuletle şarabımı açar, tatlı-tuzlu ne varsa silip süpürmek suretiyle yeni yıla mutluluk içinde girerim.
Bir yılı bitirirken gizlendiği yerden çıkıveren mazi ile hoşbeş etmek iyi gelir insana. Şimdi 50 yaşını devirmiş bir insan olarak, çıktığım bu dingin ve serin tepenin üzerinde elimi gözüme siper edip geçmişe baktığımda ne kadar çok yol gelmiş olduğumu görünce şaşırıyorum. Her şeyden önce bu ülkede, bu yaşa tek canımla -üstelik kadın olarak- gelebildiğim için bile muzaffer hissediyorum kendimi.
Neil Armstrong aya ayak basalı bir ay bile olmamış doğduğum tarihte. Düşünsenize ülkeye televizyon geleli daha birkaç yıl olmuş. Radyo tiyatrosunu çok iyi hatırlıyorum çocukluğumdan.
Kapı gıcırtılarını, fırtınalı havaların radyodaki sesini. Akşamları, hatta gece yarılarına kadar sokakta çoluk çocuk oynamaları. İlkokulumun yanında lise vardı. Bize o zamanlar dev gibi gelen lise çocuklarının o yaşta kavrayamadığım nedenlerle birbirine saldırmalarını, memleketin toz duman yıllarını. Annemle babamın yüzüne bir mimik gibi yapışan endişeli bakışları.
Ailecek tatil yapma hevesiyle Antalya’ya gittiğimiz bir Eylül sabahı yapılan 80 darbesini hatırlıyorum. Sonra yatılı okul maceramı -Yazar Flaubert, “Yatılı okulu tanıyan, 12 yaşında yaşama dair hemen her şeyi tanır” der- görüyorum uzaktan.
Bülent Ecevit’in Karaoğlan olduğu zamanları, Şenay’ın TRT’ye üzerinde sansür nedeniyle geri çevrilen şarkılarının kaset filmlerinden yapılmış bir elbiseyle çıktığı programı ve de sivil protestonun en şahane biçimlerinden biri olan “Honki ponki torino, çalona bimbo boriro, muşi muşi hubobo kozizo, çiki çiki şayne tikitaktok” şarkısını daha dün gibi hatırlıyorum.
Ne çok severdim dans etmeyi, her fırsatta dans ederdim. Yatılı okuldayken, herkes evine gittikten sonra boş sınıflara kaçak teypleri kurar, kızlı erkekli dans ederdik yakalanana kadar.
1983’te Michael Jackson “Billie Jean” şarkısını söylerken ilk kez “moonwalk” hareketini yaptığında dünya dans tarihinde daha iyi bir figür olmayacağı konusunda bahse girebilirdim hayatım üzerine. Bob Geldof’un düzenlediği “Live Aid” Konseri sırasında 16 yaşındaydım ve kesinlikle Afrika’daki açlığa son verdiğimizi düşünüyordum. Genç olmanın naifliği serin bir yaz gecesinde üzerimize örtülen pamuklu pike kadar şefkatliydi o yıllarda.
Irak Kuveyt’i işgal ettiğinde ve hayatımıza ‘konuşlanmak’, ‘scud füzesi’ gibi daha önce hiç duymadığımız kelimeler girdiğinde üniversitedeydim. Özel TV’ler ve özel radyolar yeni başlamıştı, spikerler habire para dağıtıyordu ekrandan. Demirel’in Tansu Çiller’i aradığı ilk cep telefonu görüşmesini hatırlıyorum yahu. Hafızasızın önde gideni olarak neleri unuttuğumdan çok ‘neleri hatırladığıma’ şaşırıyorum bazen.
Genco kucağımdayken ve babası eşzamanlı olarak askerdeyken kolaylıkla haberleşelim diye aldığımız bir cep telefonu vardı, Ericsson’du ya da Nokia, orası bulanık biraz. Şimdiki gençlere göstersen hayatta cep telefonu olduğuna inanmazlar. Sen de “Yarım kilo”, ben diyeyim “İki buçuk kilo” bir şeydi. Azametine bakılırsa Bingöl’le değil uzaylılarla bile kolaylıkla haberleşebilirdi insan.
Konu fezadan açılmışken, 2001’de ABD’de ikiz kuleler yerle bir olduğunda, şaşkınlıktan ve heyecandan iki lafı bir araya getiremeyip “İnanamayacaksınız, Amerika’da ne oldu inanamayacaksınız!” diye sayıklayan arkadaşıma “N’oldu, çabuk söyle, uzaylılar mı geldi yoksa” diye bağırmıştım. Hatırladıkça hâlâ utanırım.
Kalbi olan tüm insanlar için utanmak
2003 yılında bir arkadaşım telefon edip, ABD’nin Irak’a Türkiye toprakları üzerinden girmesine geçit verecek 1 Mart Tezkeresinin Meclis'te reddedildiğini haber verdiğinde, tam o esnada, Japonya’nın Ginza semtinde idim ve bir süre dizlerim tutmamıştı, en yakın banka oturup pek de kısa olmayan bir süre sevinçten ağladığımı hatırlıyorum.
Üzüntüden ağladığımı pek gören olmadı ama her Münevver Karabulut’a, her Özgecan Aslan’a ya da Şule Çet’e oturup hüngür hüngür ağladım tek başıma. Çaresizlik, üzüntü ve sinir içinde ağladığım her kadın cinayetini dün gibi hatırlıyorum mesela.
2005 yılında CHP Olağanüstü Kurultayı’nda yeniden genel başkan seçilen 67 yaşındaki Deniz Baykal hâlâ “genç umut” imajına tutunuyordu, hatırlıyorum. Siyasete giren kadınlar ise kadınlık emarelerini gizledikleri oranda kabul görüyordu, şimdiki gibi.
Sadece Ermenilerin değil ülkedeki herkesin barış içinde yaşaması fikrine ömrünü vermiş olan Hrant Dink 2007 yılında 17 yaşındaki Ogün Samast tarafından sokak ortasında öldürüldüğünde, haber fotoğrafındaki delik ayakkabı tabanı görüntüsünü bir kalbi olan bütün insanlar gibi hiç unutmuyorum.
2010 yılı artık giderek şiddeti artacak toplumsal kutuplaşmaların habercisiydi sanki. Entelektüel performansların havada uçuştuğu bu dönemde, henüz kurumları kontrol edemediği için çoğulculuk simülasyonuna abananlara destek vermediğimiz için kimi sevdiklerimiz tarafından aktif bilgisizlik ve zihinsel yetersizlikle suçlanmıştık.
Hayırlı sonuç alamasak da bir kalıp haline gelmiş şatafatlı haklılık duygusunun bitmek tükenmek bilmeyen salvolarından sağ çıkmayı başardık, unutmuyorum.
Ama size bir şey diyeyim mi, 2010 yılının bana göre en önemli haberi Güney Kore’den gelmişti. “Ebeveynleri online internet oyununda sanal bebeği büyütürken açlıktan ölen üç aylık Güney Koreli bebek” haberini okuduğumda bambaşka bir eşiğe geldiğimizi düşünmüştüm. Bu haber beni çok korkutmuştu, hatırlıyorum.
Artık başka bir dünyanın kapıları açılmıştı sanki. Önüm arkam, sağım solum algoritma olmaya başlamıştı. Sesli asistanlar daha çıkmamıştı ama her aletin akıllısı beğenilir olmuştu. İnsanlar veri setlerine indirgenirken yaşamın dijitalleşmesi bir an için bile olsa hız kesmedi zaten sonrasında. Hatırımızdaki dünya gözlerimizin önünde art arda parçalara ayrıldı sessizce.
2012’de bir doktora dersi için, “invisible boyfriend” (görünmez erkek arkadaş) ve “celeb4aday” (bir günlük ünlü) adında iki siteye ilişkin ödev hazırlamıştım. İlk sitede, her ay belirli bir ücret karşılığında size birkaç düzine aşk dolu SMS mesajı gönderen sanal bir sevgili sahibi oluyordunuz. İkincisinde verilen hizmet daha da acayipti; sunulan paketlerden birini seçerseniz bir günlüğüne gerçek bir ünlü gibi yaşıyordunuz.
Verdiğiniz paranın miktarına göre, peşinize üç beş paparazzi, bir düzine hayran takıyorlar, siz onlardan köşe bucak kaçıyordunuz mesela.
Eğer kesenin ağzını biraz daha açabilirseniz, kendinize bir basın sözcüsü ve bir bodyguard kiralıyor, flaşlar patlarken korumanız sizi arkasına alıyor, basın sözcünüz paparazzilerle sizin adınıza konuşuyordu falan. Tam not aldığım o ödevin üzerinden on yıl geçmiş, inanılır gibi değil.
2014 yılında Gabriel García Márquez, 2015 yılında da Yaşar Kemal ölünce birdenbire nasıl çoraklaşmıştı hayat, yalnız hissetmiştim onlar gidince.
Dünyanın büyülü gerçekliği sepya bir fotoğraf gibi solarken, hızla fragmanlaşan yeni vakitlerde sevda acısı çekmeye bile mecali kalmamıştı kimsenin.
Cambridge Analytica şirketi, enformasyon birimine indirgenen insanlardan müteşekkil ‘psikografik veri havuzunu’ tüm dünyaya anlatırken Donald Trump’un 2016 yılındaki seçim galibiyetinde belirleyici rol oynamalarını “kıvanç verici” bulduğunu söylemişti. Mikro hedefleme ile hangi seçmene hangi reklamın gönderileceğini belirleyen bu gelişme ile artık sadece telefonlar ve hizmetler değil hakikat de kişiselleştirilmiş oluyordu.
“İnandığın şey yalan değildir” zamanları gelmişti ve artık hepimiz tek başınaydık. Yazdıklarımın size distopik gelmesini istemem, işin aslı sadece başka bir eşikteyiz, öyle düşünüyorum. Toplumlar değişir. Zamanın ruhu değişir.
Yapay Zeka
Toplumların hayatı da tıpkı bir insanın hayatı gibi bu yüzden farklı ve biriciktir. Ve eğer bana sorarsanız, sırf bu yüzden bile olsa, artık gençlerin hayatına karışıp, gizli bir kibirle habire onlara neyin doğru neyin yanlış olduğunu dikte etmekten vazgeçmeliyiz.
Pandemi konusuna hiç giresim yok, çıkamam vakitlice. Ama şunu dememe izin verin; sanayi devrimi ile ev ve işyeri mekânını ayıralı iki-üç yüzyıl falan anca olmuştu, çıktığı deliğe geri dönme bahtsızlığı da pandemi nedeniyle bize nasip oldu. Gökten kasnak yağsa biri bile boynumuza geçmez deyip sineye çektik, mecbur.
Şimdilerde kimi zaman korku kimi zaman şaşkınlıkla da olsa yeni zamanları takip etmeye çalışıyorum. Geçenlerde OpenAI isimli araştırma şirketinin ürünü olan ChatGPT ismindeki yapay zekâ platformuna üye oldum mesela. Ücretsiz bir program bu, dilediğiniz soruyu soruyorsunuz, yapay zekâ size yanıt veriyor.
O kadar net, duru ve kapsamlı yanıtlar veriyor ki anlatamam. “Yaratıcı yıkım” diyorum, Schumpeter’i bir paragrafta anlatıyor, “Anomi” diyecek oluyorum kavramın şeceresini çıkarıyor. Aynı konuda sohbeti derinleştirebiliyorsunuz isterseniz. Benim bildiğim birkaç aylık bir ürün bu, birkaç yıl sonrasını düşünemiyorum bile.
Sırf gıcıklık olsun diye, “Uzayda hayat var mı?” diye sordum birkaç gün önce, ‘evrende dünya dışı bir yaşam olduğuna dair kesin bir kanıt yok henüz, ancak bunun kesinlikle ihtimal dışı olmadığını söyleyebilirim’ dedi. “Evlilik aşkı öldürür mü?” yazdım, “Hiç öyle bir kaide yok” diye başladı, “ama insanın eşine duyduğu ilginin ve özenin azlığı aşkı öldürür” diye bitirdi. En son hamle olarak “Nar ağacı narsız olur mu?” diye sordum türküsünü mırıldanarak, “Olabilir” dedi ve nar ağacında nar olmamasının olası nedenlerini sıralamaya başladı.
İtiraf ediyorum, gemi azıya alıp “Kızılay’dan geçer mi?” gibi saçma sapan sorular da sordum, kibarca soruyu anlayamadığını söyledi, kendimden utanıp yapay zekâ ile daha fazla muhatap olmadan sayfayı kapattım.
Yeni yılınızı tebrik edeceğim dedim, yine ifrata kaçıp sözü bitiremedim. Dilek ve temennilere geçeyim hızla. 2023’ten en çok “saçma sapan gülmeler” istiyorum. Hani böyle usul usul gülerken giderek şiddeti artan, bir noktadan sonra en başta neye güldüğümüzü unutturan delideppek gülmeler vardır ya, onlardan işte.
Sonra, sorumluluk sahibi her vatandaş gibi, 2023 yılında sona erecek Lozan Antlaşması’nın bütün gizli maddelerinin kamuoyuna sunulmasını, sondaj yapılmayan jelibon yatağı kalmamasını, bizi fezaya gönderecek uranyum ve toryum madenlerinin çıkarılmasını, yeryüzünde eğer hâlâ bulamadığımız bir doğalgaz yatağı kaldıysa onu bulmamızı, eski padişahların ismini verdiğimiz sondaj gemileriyle metreküp metreküp çıkarılmalarını diliyorum haliyle.
Anlamlı dileklerim de var, bıkmadan usanmadan çocukların yetersiz beslenmesinin ‘kamusal bir sorun’ olduğunu her platformda dillendiren, sanki bu durum sadece kendi sorumluluğu imiş gibi çözüm önerileri üreten Bülent Şık’ın çabalarının bir karşılık bulmasını diliyorum mesela. Sezgin Kaymaz’ın ‘Kün’ romanını daha çok insan okusun istiyorum. Ha bir de Sırrı Süreyya Önder en az ‘Beynelmilel’ kadar şahane yeni bir film yapsın, sinemada izleyeyim istiyorum.
Yeni yıl tebriğimi Bauman’la bitireyim izninizle, “Dünyamıza kusursuzluğu benimsetemeyiz. Ne erdem dayatabiliriz ne de erdemli davranmaya ikna edebiliriz. Bu dünyayı ne orada yaşayanlar için sevimli ve hoşgörülü kılabilir ne de idealde arzu edilen haysiyet düşleriyle uzlaştırabiliriz. Ama DENEMEMİZ GEREK.”
Hadi bakalım 2023, beri gel de endamını görelim annem!
(AA/EMK)