Kim ne dersin desin kendi adıma "eskiden" ya da "bir zamanlar" diye başlayan ve anılar, yaşanmışlıklar üzerine bina edilmiş metinler genellikle ilgimi çekiyor. Bu sebeple başlığa çektiğim ifadeyi Emek, Barış ve Demokrasi adaylarının 4 Haziran 2011 tarihli Diyarbakır mitinginde sarı-kırmızı-yeşilli puşileri satarken satıcının ağzından duydum. Tebessüm ettim. Kendimce de yorumunu yaptım. Eskiden olaydı bırakın "Kürt Bayrağı" diye hem de Kürtçe bağırarak satış yapmayı, üç rengin trafik lambalarında bile bir araya gelmesi, ziyadesiyle ağır bir suçtu.
Demokratik Blok Adaylarının Diyarbakır mitingini izlerken, kimi ayrıntıları yanımdaki diğer gazetecilerle de paylaşmadan edemedim. Daha birkaç gün önce yaygın medyanın namlı kalemşorları Diyarbakır'a huruç eylememişler miydi? Önce Kılıçdaroğlu'nu, ertesi gün de Erdoğan'ı tam kadro izlemiş ve dinlemişlerdi. Gün içinde alandan canlı yayın, sonra akşamından her biri kaptıkları bir gösterişli eski mekândan canlı televizyon yayını, ertesi gün de gazetelerinden gelsin yorumlar. Hem sadece siyasi haberler mi? Değil tabi! Adeta bir "yerel rehber" gibi kullandıkları muhabirlerinin kılavuzluğunda; kentin kahvaltıcılarını, ciğer kebapçılarını, kadayıfçılarını; sömürge aydınlarının "dünya görmemişliği" edasıyla ortaya boca etmemişler miydi? Doğaldı tabi, ülkenin başbakanı memlekete "sömürge valisi" havasında panzeri, polisi ve ağır kuvvetleri ile huruç eyler ve önüne çıkanı tehdit etmeyi görev sayarsa, yaygın medyasına da düşen benzeri olur.
Peki, ne değişmişti ki; adeta mutabık kaldıkları ifadeyle çentik atarsak, hemen iki gün sonra en az dört katı rakamla Başbakan'ın mitingini dörde katlayan muhalif "Kürtçü ve Demokratlar"ın mitingini izlemek görevini neden "yerel medya" mensuplarına ya da yaygın medyanın "gariban" muhabirlerine terk eylemişlerdi.
Kaba tabiriyle en hafifinden bu reel durumun adı "Görmemek" ya da "es geçmek"tir. Kürtleri görmeyeceksin. Varsay ki girmiyorlar seçime. Onca söyledikleri paylaştıkları da bir anlam ifade etmiyor. Peki, gerçekten öyle miydi? Söylenenler bir anlam ifade etmiyor muydu?
Mesela SDP Başkanı Filiz Koçali'nin, "Türkiye'nin 25 ilinde Özerk Bölgesel yönetimler oluşsun. Eğer bu olmuyorsa, iki bölgeli ve biri 'Özerk Kürdistan' olan bölgesel yönetim birimleri oluşsun" sözü...
Ve tabi bir başka önemli konuşmanın mimarı KADEP Başkanı ve Diyarbakır Bağımsız Milletvekili adayı, bütün blok adayları adına konuşan Şerafettin Elçi'nin şu sözlerine ne demeli: "Kürt Halkı adına, Birleşmiş Milletler'den temsiliyet anlamında Siyasal Statü talep etmek durumundayız. Siz, sevgili halkım bize vereceğiniz yetki ve temsil hakkı bu talebi dile getirmeyi haklı kılar."
Şimdi sizce de kimilerinin ağızlara pelesenk olmuşçasına dillendirdikleri "Sahi ya hu şu Kürtler ne istiyor?" sözlerine, Kürtlerin ve Demokrasi güçlerinin en üst perdeden "Ne istediklerinin" okkalı iki cevabı olmuyor mu?
Valla ne diyim, sizi bilmem amma! Ben ne istendiğini ve ne anlaşılması gerektiğini gayet açık anlamış ve fark etmiş bulunuyorum.
Dolayısıyla, erken bastırmış ve sıcağında yumurta pişen Mezopotamya güneşinin altında sahnedeki sunucunun; "Kîne em?" sorusuna bütün meydan "Kurdin em" diye yanıtı, ya da sahneden her defasında "Bijî" gür sesine karşılık, daha gür bir kitlesel sesle bütün meydanın "Serok Apo" diye tempo tutması sanki 12 Haziran sonrasının siyasal ipuçlarının okunması olarak anlaşılmalı diye düşünüyorum.
Yani seçime tam bir hafta kala Diyarbakır Mitingi üzerinden Kürdi bir okuma yapmaya kalktığımızda, meydanlarda "PKK halktır, halk burada" sloganı sanki seçimlerden sonra PKK'nin yasal alanda siyaset yapmasının önünü açmak için yürütülecek genel bir mücadelenin parlamentoya da yansıyacağının ipuçlarının ilk okumalarını sunuyor gibi...
* Haydi, Kürt Bayrağı
4 Haziran 2011, 23.30, Dîyarbekir (ŞD/ŞA)