Batı literatüründe adı Kongo Demokratik Cumhuriyeti olarak geçen ülkenin önceki adı Zaire'ydi; Zaire'nin önceki adı Belçika Kongosu'ydu. Belçika Kongosu olmadan önce de bu ülke Belçika Kralı II Leopold'un özel mülkiyetiydi: Congo Free State diye anılıyordu, biz Türkçede "Kongo Serbest Bölgesi" diyelim buna.
1885'te toplanan Berlin Konferansı'nda iki milyon kilometrekarelik (Türkiye'nin neredeyse 2,5 katı) bu ülke Kral II Leopold'a verilmişti.
II Leopold burada özel bir terör şirketi kurdu. Şirket Avrupa'ya bakır ve kauçuk taşıyordu, özellikle kauçuk. Kauçuk bahçelerinde Kongolu yerliler çalışıyordu. İşçilerin başında beyaz subayların ve misyoner din adamların tedrisatından geçmiş devşirme Kongolu askerler bekliyordu.
Günlük kotayı dolduramayan (yeterince kauçuk toplayamayan) Kongolu işçiler yine Kongolu olan devşirme askerler tarafından öldürülerek cezalandırılıyordu.
Kurşunun değerli olduğu zamanlardı. Askerlere günlük beş kurşun veriliyordu. Askerler eksik kurşunların yerine öldürdükleri yerlinin kesik sağ elini getirmek zorundaydı. Sabah ve akşam sayım yapılıyordu. Kampların girişinde sayımın yapıldığı yerlerde başında bir askerin beklediği sepetler vardı. Kesik eller bu sepetlerde toplanıyordu.
Bu dehşet rejiminin 1908'de kısmen bitmesinde etkili olan meşhur Casement Raporu'nda ve misyonerlerin tanıklıklarında anlatılanlara göre, bazen askerler eğlenmek için ya da avlanmak için de harcıyorlardı kurşunlarını. O zaman harcadıkları kurşunların yerine bir yerli bulup palayla öldürmeleri gerekiyordu: Sağ elini bilekten kesip efendilerine sunmak için.
Kendi hesabına kurşun biriktirmek isteyen askerler de oluyordu arada. O zaman da herhangi bir yerliyi yine palayla öldürüp sağ elini kesiyor, böylece kurşunu kendilerine saklıyorlardı. Döneme tanıklık eden bazı misyonerlerin anlattığına göre, askerler bazen sağ ellerini kesmeden önce yerlilerin ölüp ölmediğini kontrol etmeyi unutuyorlardı: Böyle durumlarda, yaşamak isteyen bu şanslı (!) kurbanlar askerler uzaklaşıncaya kadar ölü taklidi yapıyorlardı.
İspanyol yazar Santiago Alba Rico, tek bir kurşunun bile boşa harcanmasına izin vermeyen bu vahşet rejimindeki kurşun hesabının 'kaynakların verimli kullanımına mükemmel bir örnek olduğunu söylüyordu bir yazısında. Ve Nazi rejiminden ve Irak'taki Amerikan işgalinde ölüm tacirlerinin bu konudaki hassasiyetlerinden benzer örnekler veriyordu: Bunlar benim aklıma Habur Suyu kıyılarında yaşanan bir başka örneği getirdi.
İngiliz gazeteci Robert Fisk henüz Türkçeye çevrilmeyen The Great War for Civilisation: The Conquest of the Middle East isimli kitabında 1915 Ermeni Tehciri'nin son durağı olan Suriye çöllerinde, Habur Nehri kıyılarında kurulan kadın pazarlarını anlatır:
"...Margada Tepesi'nden çok da uzak olmayan Habur Nehri kıyılarında Ermeni kadınlar Araplara ve Kürtlere satıldı. Hayatta kalanlar, erkeklerin bakireler için 20 kuruş verdiğini ama çocuklar ve tecavüze uğrayıp bekaretini kaybedenler için yalnızca 5 kuruş verdiklerini anlatıyor. Çoğu çocuklu olan yaşça daha büyük kadınlar nehirde boğuldular."
Kitapta insanların Habur Nehri'nde nasıl boğulduğunu bize o zamanlar 15 yaşında bir kız çocuğu olan Tekirdağlı Serpuhi Papazyan anlatıyor. Papazyan kıyımdan müslüman bir Arap tarafından satın alındığı için kurtulmuştur. Müslüman olur, sahibiyle evlenir ve kalan hayatını Suriye'nin güneydoğusunda, Irak sınırına yakın sarı, kerpiç bir köyde geçirir.
Papazyan, Habur Nehri'nde boğulan babası ve kız kardeşleri Yeva ve Hartoui'nin akıbetini bizzat görmez. Ona daha sonra anlatırlar. Anlatılanlara göre babası ve kız kardeşlerini elleri ve ayakları bağlı diğer kurbanlarla beraber bir iple birbirlerine bağlamışlardır. Sonra hepsini Habur kıyısındaki Margada Tepesi'nden nehrin yanındaki çamurlara doğru sürüklerler.
Ardından nehir yatağının yamacındaki kurbanlardan birine tek bir kurşun sıkarlar. Ve kurşunu yiyen kurban devrilir, o devrilince yanındaki de devrilir ve... kurbanlar birbirlerini ölüme sürükleyerek boğulurlar Habur Suyu'nda. Kurşunun insan hayatından kat kat değerli olduğu, kat kat verimli kullanıldığı zamanlardır.
"Ey Habur Habur" diye seslenecekti yıllar sonra şair Cigerxwin Habur Suyu'na: "Hep çağıldar, haykırır, inildersin / kimseler bilmez, derdin nedir, ne istersin?"
Neredeyse bütün hayatı Habur Suyu'nun çevresinde geçen, çocukluğunda yaşanan vahşetlere içeriden tanıklık eden Kürt şair Cigerxwin, böyle dertleşir bu acılara şahit olan yoldaşı Habur'la.
Cigerxwin de çok iyi biliyordu insanların o korkunç hikayelerini. 1903 yılında doğduğu Gercüş'ün Hesar köyünden 11 yaşında ayrılmış, hayatının büyük bölümünü geçirdiği Suriye topraklarındaki Amuda'ya akın akın Suriye çöllerine inen bu tehcir kervanlarından birine katılarak gelmişti. Hayatı Habur'la dostluk ederek, söyleşerek geçmişti. Yıllarca Habur'un çevresinde gezgin imamlık, dervişlik, dengbejlik etmiş, pek çok hikayeler dinlemiş, duymuş, görmüştü.
'İkinci Habur travması' diye bir tuhaflığı duyunca geldi aklıma bunlar. 1915'te yaşanmış koca bir katliama 'Habur Travması' dahi diyemeyenler, bir halkın yıllar sonra onca bedelin ardından çocuklarının çok az bir kısmıyla buluşmasını, coşkusunu, mutluluğunu görüp 'Habur travması' geçirmişlerdi.
Şimdi ise 30 yıl sonra ülkesine dönebilen bir Kürt politikacı yüzünden (kimse utanmıyor; bir insanın ülkesine otuz yıl sonra dönebilmesi bir eza değil de sanki büyük bir lütufmuş gibi sunuluyor) ikinci bir 'Habur travması' geçirme endişesi içindeler.
Şu iki olay yüzünden travma geçiren insanlar sağlıklı değillerdir, bu kesin. Eğer aşırı milliyetçi küçük bir kesimde yaşansaydı bu durum, önemsenmez geçiştirilirdi. Ama yalnızca küçük bir milliyetçi kesimin söz konusu olmadığını, seçimlerin hemen ardından yaptığı analiz yazısıyla Sibel Özbudun belirtmişti:
"Unutulacak kadar mazi değil: 2009 yerel seçimleri, Adalet ve Kalkınma Partisi'nin (AKP) 'Kürt açılımı'na start verdiği günlerde gerçekleşmişti. Ve 'açılım'ın gölgesi dahi, partiyi ciddi bir oy kaybına uğratmaya yetti: yüzde 46.5'den yüzde 38.8'e..."
Özbudun, 'açılım'a girişenlerin Kürtlere saldırarak oylarını nasıl yüzde 50'lilere çıkardığını çok açık anlatıyor.
Kürtlerin hakları olan herhangi bir şeye kavuşmalarından, mutlu olmalarından, yüksek sesle gülmelerinden, yüksek sesle Kürtçe konuşmalarından rahatsız olan, korkan geniş bir kitle var Türkiye'de. Ve darbecilerin kulak memesi kıvamına getirdiği, bugünkü iktidarın da dilediğince şekil verdiği bu korkutulmuş kitle bize başka türlü bir eşitlik öneriyor: Acıda eşitlik bu, yoksullukta eşitlik, adaletsizlikte eşitlik.
İnsanlar ölmesin denildiğinde, bizim de askerlerimiz ölüyor, diyorlar ki doğru. Göçten, Kürtlerin yaşadığı yoksulluktan, sefaletten bahsedildiğinde, ne olmuş Karadeniz'de de, Batı'da da yoksulluk var diyorlar, ki var. KCK davasından, haksız mesnetsiz tutukluluk sürelerinden yakınıldığında Ergenekon'u işaret ediyorlar. Bakın onlar da Türk ama onlara da aynısını yapıyoruz, diyorlar. Evet, yapıyorlar.
Bir akıl tutulmasına, bir muhayyile kanserine karşılık gelen bu yanıtlar beni, 30 yıldır Türkiye halklarını uzak korkularla besleyerek konuşmalarına, düşünmelerine izin vermeyen, dillerini ve akıllarını manipüle eden, onların çocukları, acıları, sıkıntıları üzerinden kahramanlık yapan, çözümsüzlükten beslenen küstah bir statükocular güruhuyla, bir darbeci zihniyetle tekrar tekrar karşı karşıya getiriyor.
"(...) İletişimin engellendiği ülkelerde ve çağlarda tüm öteki özgürlükler de hemen canlılığını yitirir; uzun süre ara vermiş olmaktan dolayı tartışma yeteneği ortadan kalkar" diyordu, faşizmi çok içerilerden tanıyan Primo Levi. "Başkalarının görüşleri ile ilgili bilgisizliğimiz yaygınlık kazanır, zorla benimsetilmiş görüşler üste çıkar. (...) Hoşgörüsüzlük sansüre yol açar, sansür ise başkalarının aklı konusunda bilgisizliği getirir, dolayısıyla hoşgörüsüzlüğü arttırır: Kırılması güç, katı bir kısır döngüdür bu. (...)"(Çev. Kemal Atakay)
Türkiye şu anda bu kısırdöngünün en uç noktalarını yaşıyor. Dilimiz, zihnimiz hastalanmış. Türkçede aynı kelimeler artık aynı anlamlara gelmiyor. Özgürlük, demokrasi, eşitlik, adalet dediğimizde aynı şeyleri söylemiyoruz. Korku, konformizm, riyakarlık ya da her neyse bir şey Türkçe iletişimi ta köklerinden kemiriyor, işlevsiz hale getiriyor.
Şeylerin adlarıyla anıldığı kelimeleri kaldırdığımızda, altında aynı anlamları bulduğumuz yeni bir dile ihtiyacımız var. (BK/ŞA)