Uzun bir süre, hayatımın merkezinde Latince bir ifade yer aldı: “Festina lente.” Anlamı, “yavaşça acele et.”
Felsefi açıdan bakarsak, bu ifade derin bir mesaj içeriyor: “Hız, insanı kendinden uzaklaştırır; yavaşlık ise kendi özüne yaklaştırır.”
Ancak, günümüz dünyasında, özellikle herkesin bir yarış içinde olduğu, hızın öne çıktığı bu dönemde, bu felsefeyi uygulamak gerçekten zor.
Hele İstanbul’un göbeğinde gazetecilik yapıyorsanız, yavaşlamak neredeyse bir hayal. Türkiye gündemi, uzaya doğru hiç durmadan yükselen bir füze gibi, durmak şöyle dursun, yavaşlamayı düşünmek bile hayal.
Her yeni haber, her yeni gelişme, adeta bir sonraki koşuya davet. Bu hız ve koşturma içinde, “festina lente” mottosu çoğu zaman benim için yalnızca yazıya dökülmüş bir özgürleşme dileği olarak kaldı. Hayatıma uygulamak istesem de sürekli yükselen bu gündemin içinde “yavaşça acele etme” düsturu, çoğu zaman sadece kelimelerde ya da sosyal medyada bir yer bulabildi.
Belki bir gün, hızın geride kaldığı, yavaşlığın yeniden değer kazandığı bir anda bu felsefeyi tam anlamıyla yaşama fırsatı bulurum. Hayat diyelim... Şimdilik, “festina lente” sadece bir hatırlatıcı olarak bana eşlik etmeye devam ediyor. Ama bu felsefenin bir nevi taşıyıcısı olan bir ev arkadaşım var, kaplumbağam: Tartaluş.
Tartaluş Hemşince'den geliyor. Derdini tasasını yere serilip büyük bir gürültüyle, abartılı hareketlere (kuiz kıyamet) dile getirmek anlamında düşünebilirsiniz. Kuiz kıyamet, Rize’de sıkça kullanılan bir deyim, bir şeyleri bağıra çağıra, şaşkınlıkla ifade eden bir hali anlatır. İngilizce’deki “Oh my God!” tepkisine benzetilebiliriz.
Kaplumbağalar, yavaş, sessiz ve sabırlı adımlarıyla hayatımızda her zaman derin bir mesaj taşır. Benim kaplumbağam Tartaluş da bu sabrın, sakinliğin ve dirençli varoluşun bir simgesi. Aslında iki arkadaştılar, ancak Tartaluş, geçen yıl yol arkadaşı Polokuş’u kaybetti.
Ekim 2022'den Kasım 2023'e kadar Tartaluş’a olan ilgim, yalnızca sabah akşam yemeğini vermek ve suyunu değiştirmekle sınırlıydı aslına bakarsanız. Sıcak su canlısı olmasına rağmen, akvaryumunun sıcaklığını dahi önemsemiyordum bazen.
Akvaryumun içinde kaloriferin üzerinde duruyordu, yaşıyordu işte...Zaman zaman akvaryumun camlarına minik ayakları ile vurduğunda çıkan sesle belki de bana hastalandığını anlatmaya çalışıyordu. Ben de yanı başındaki masada patır patır haber yazıyordum. Sosyal medyada takılıyor veya dizi/film izliyordum. Haberden habere koşturmak, başka kentlerde haber takip etmek, sürekli olarak hareket halinde olmaktı hayatım. Bir şeylere yetişmeye çalışmak hep...
Hayatın hızına kapılmışken, onun varlığını, o minik adımların ve sessizce sürdürdüğü yaşamın değerini gözden kaçırmıştım. Zamanla, bir çiçek gibi solmaya başladı, hareketleri yavaşladı, yemini dahi yememeye başladı. Akvaryumun camlarına vuran ayaklarının çıkardığı o küçük sesler yoktu.
Hastalandığını fark ettiğimde çok geç kalmıştım. Üstelik, kaplumbağalarla ilgilenen veteriner sayısı çok azdı. İstanbul Üniversitesi Avcılar Kampüsü’ndeki hayvan polikliniğinde uzman bir ekipten yardım aldık. Ciğerlerine röntgen çektiler. Ciğerlerine su dolduğu ve soğuk aldığı ortaya çıktı. Antibiyotik tedavisine başlandı. Bazıları umutsuzdu, “Bu ilgisizlikle bu zamana kadar yaşaması bile mucize” dediler.
Ama Tartaluş gerçekten direndi, ona yaptığım ve yapmadığım ihmal ettiğim herşeye rağmen, hayata tutundu, belki de en çok o yavaş, kararlı hareketlerine tutundu. Antibiyotik iğneleri sonuç verdi.
Bugün hâlâ yanımda ve artık ona daha ilgiliyim. Onun sabrı, her gün bana acele etmeden yaşamanın, her adımda hayata saygı duymanın değerini hatırlatıyor. Belki de asıl güç, bir adımı atarken bile hayatın farkında olmak ve her adımda yaşama sıkıca tutunmak.
Her olumsuzluğa rağmen, dünyanın tüm çirkinliklerine rağmen, küçük güzelliklere, tatlı mutluluklara, umulmadık andaki tebessümlere ve hayatın kendisinin bir mucize olduğuna inanmak…En ağır yükleri bile yeri geldiğinde üzerinizde bir pamuk varmış gibi taşımaya çalışmak…Başka kıymetli varoluşların, hayatların verdiği mücadeleye sonsuz saygı duymak...Geçmişi hazmetmek ve geleceği her haliyle kabullenmek…Tartaluş işte...
Osman Hamdi Bey’in “Kaplumbağa Terbiyecisi” tablosu gelir bazen aklıma. 1906 ve 1907 yıllarında iki farklı versiyonunu çizdiği bu eser, genellikle geri kalmış bir toplumu çağdaşlaştırmaya çalışan bir aydının yalnız ve yorgun hâli olarak yorumlanır.
Benim için ise bu tablo, tam aksine, Tartaluş’un bana gösterdiği anlamı hatırlatıyor: Hepimiz, küçük ama anlamlı adımlarla, yavaş yavaş ilerleyen birer Tartaluş'uz belki de...
(EMK)