Kimi hekimlerin ve öğretim üyelerinin basına yansıyan -bilimsel verilerden habersiz, sokaktaki vatandaş gibi geliştirdikleri- H1N1 pandemi aşısına karşı tutumlarından sonra, beni en hayrete düşüren olayların başında bilim üretmesi beklenen üniversitelerin onam formunun suyunu çıkartıp, "aşı olacak" kişiden imza istemeleriydi. Sözde bilimselliğin en güzel örneğini oluşturan aşı olacak olandan imza istemek, sorumluluğu aşı olana atabileceğini sanan bir mantığın ürünüdür. Üniversitelerin bu ayıbı ne yazık ki başka birimlere de sıçramıştır.
Aynı dönemde bir başka olumsuz gelişme de Başbakan'ın "aşı olmayacağı" yolunda çok talihsiz açıklamasının peşine "ailesine de aşı yaptırmayacağı"nı söylemesidir.
Kırmızı ışıkta kim geçer?
Kimseye zorla aşı yapılmayacağı doğrudur, ama, ben bugün pandemi aşısı olmayı reddeden mantığı (kimden gelirse gelsin), kırmızı ışıkta geçmeye kalkan mantığa benzetiyorum.
Kırmızı ışıktan aracıyla iki tip insan geçer. Biri ehliyeti olanlar, yani kuralları bildiği halde geçenler, diğeri ehliyeti olmayan, bir şekilde direksiyonun arkasına oturmuş sürücüler (ehliyeti olmamak, kırmızı ışıkta geçilmeyeceğini bilmemekle eşdeğer değil ama, ehliyeti olmadığı için bunları kuralları bilmiyor varsayabiliriz). Kırmızı ışık pandemi aşısı gibidir, o yanarken, karşı yönden geçen araçlar da pandemi virüsü... Kırmızı ışıkta geçen herkes her zaman kaza yapmaz, ama çoğu da kazaya kurban gider, yaşamlarını yitirir. Kırmızı ışık yandığı halde, bile bile geçmek kişisel bir seçimdir. Pandemi grip aşısı olmayı reddetmek de öyle. Ama kırmızı ışıkta geçenler, ışığın altında dikilip kırmızı ışıkta duran araçlara, "geçin geçin" diye propaganda yapmaya kalktığında iş değişir.
Politik figürlere "aşı olacak mısınız" diye soru sormak yanlış bir kere. Üstelik, Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) ve ülkelerdeki Bulaşıcı Hastalıklar Kontrol Merkezleri aşı olunması gerektiği yolunda bilimsel verilere dayanarak açıklama yaptıktan sonra, ülke yöneticilerine yöneltilen "aşı olacak mısınız" sorusu olumsuz bir yanıt söz konusu olduğunda, etkileyebileceği insanlar nedeniyle bir halk sağlığı felaketine neden olabilecektir. Bu noktada sorumluluk yalnız olumsuz yanıt veren politik figürün değil, aynı zamanda o soruyu soran basınındır da.
Politik figürlerin neden olduğu halk sağlığı felaketleri ve basının rolü
Pandemi aşısına karşı bu tutumun benzeri, İngiltere'de MMR (kızamık, kızamıkcık, kabakulak) aşısının otizm ile yaratılan ilişkisi nedeniyle gelişmiştir. İngiltere'deki MMR ve otizm olayına The Guardian yazarı Dr. Ben Goldacre hem gazetedeki köşesinde, hem web sitesinde hem de yayımlanan BAD SCIENCE (Kötü Bilim) kitabında yer vermiştir. Dr. Goldacre, dönemin en büyük halk sağlığı felaketinin zamanın Başbakanı Blair (ve ailesinin) ve basın tarafından yaratıldığını anlatmaktadır. 2001 Aralık'ında Blair'lere çocukları Leo'ya MMR aşısı yaptırıp yaptırmadıkları sorulduğunda, Blair'ler soruyu yanıtlamaktan kaçınmış, bunun Leo'nun özel yaşamının gizliliği ilkesini zedeleyeceğini öne sürmüşlerdir. Özel yaşamın gizliliği ilkesini savunmak sanki normal bir karşı çıkış gibi gelse de, işin ilginç yanı, Cherie Blair'in otobiyografisi yazılırken Leo'nun aşı kayıtlarını ve hatta nerede nasıl Leo'nun ana karnına düştüğünün ayrıntılı öyküsünü vermesidir. Dr Goldacre da haklı olarak kitabında özel yaşamın gizliliği ilkesinde sözü "bu ne perhiz bu ne lahana turşunu"na getiriyor.
10 yılı aşkın bir süre basın tarafından gündemde tutulan tartışmada, küçük bebek Leo Blair, MMR-otizm ilişkini 12 kişilik bir olgu serisi ile Lancet'te yayımlayan Dr. Wakefield'den çok daha fazla basına çıkmıştır (Burada Dr. Wakefield'in tartışmalara neden olan yazısının basit, önemsiz ve yalnızca 12 klinik anekdota dayalı olduğunun altını çizmekte yarar var. Çünkü İngiltere'de aşılama oranı %97 olan MMR ile binde 2 oranında görülen otizm gerçeğiyle aynı iki özelliğe sahip 12 çocuk bulmak hiç de zor olmayan, oldukça sıradan bir olaydır). Dr. Goldacre, konunun basında amatörlerce çok kötü ele alındığını yazıyor kitabında. MMR ve otizm tartışmasında bilimsel kanıtların basında yer almayarak, tartışmanın iki uç noktasında bulunanların karşı görüşlerini didaktik bir biçimde dile getirmelerine neden olduğunu, bunun da sanki bilimsel öneri göreceymiş gibi bir anlayışı toplumun her köşesine bulaşıcı bir hastalık gibi yaydığını öne sürüyor. Sonuç olarak da bilimsel veriler böyle bir ilişkinin olabileceği yolunda olmasa bile, insanların kafasında kararlar gerçek uzmanların değil, aşıya karşı konuşan politik ve ünlü kişilerin laflarıyla biçimlenmiştir.
Doktorların sokaktaki vatandaş gibi konuşması sorunu
Türkiye'de de örneğin bir halk sağlığı profesörünün gazetede yayımlanan bir yazısında, pandemi aşısına karşı bilimsel doğruları olmayan bilgiler yer almaktadır. Aşı, 4. dönem klinik çalışması yapılmadığı için güvenilir olmamakla suçlanmaktadır, oysa 4. dönem klinik çalışma ürün piyasaya çıktıktan sonra yapılan bir izleme araştırmasıdır, yani bir ürün uygulamaya girmeden zaten başlayamaz. Aynı profesör, bizdeki virüsün aşının geliştirildiği ülkelerdeki virüsten farklı olabileceğini de yazmıştır. Ama bunu yazarken, aynı konunun bunca yılın mevsimsel grip aşısı için de doğru olduğunu bildiği halde, merak edip de konuyu bilimsel olarak onaylayabilecek yerlere başvurmadan bunu kaleme alabilmektedir. Merak etseydi, Türkiye'de bugüne dek saptanan dolaşımda olan mevsimsel grip virüs tipinin kuzey yarım kürede dolaşan virüs tipiyle uyumlu olduğunu öğrenecektir (Bir tek 2003-2004 döneminde Türkiye'de dolaşan mevsimsel grip virüsü tıpkı ABD ve diğer ülkelerde olduğu gibi A/H3 Fujian tipiydi ve geliştirilen aşıda yer almıyordu).
Pandemiye karşı Türkiye'de geliştirilen plan, DSÖ'nün geliştirdiği ve ülkelere önerdiği küresel planla tam bir uyum içindedir. Ama ne yazık ki bunlar göz ardı edilerek, pandemi ile ilgili Sağlık Bakanlığı'nın her sözü, her girişimi anlaşılmaz nedenlerle bilimsel gerçeklere ve verilere dayanmayan eleştirilere, özetle "aşı düşmanlığı"na dönüştü. Örneğin Sağlık Bakanlığı depolardaki antiviral ilaçların son kullanma sürelerinin uzatıldığını açıkladığında, kimi basın adamı bunu skandal diye duyururken, doktorlar sağda solda "benim ömrümü de bakanlık uzatır mı" diye dalga geçti... Kimse merak edip de farmakolojik ürünlerde, son kullanma tarihinin hangi koşullarda, niye uzatılabileceğini, bunun nasıl yapıldığını araştırmadı. Bu işin temelini oluturan uzun dönem dayanıklılık (stabilite) testlerinin ne olduğunu öğrenmedi... Son kullanma süresi uzatılan ilk ürünün Tamiflu olmadığını, dünyanın her yerinde bunun böyle yapıldığını okuyabileceği bilgilere inatla ulaşmadı.
Türkiye'de kullanılan aşılarda aşının etkisini arttıran adjuvan olduğunu öğrendiklerinde, yine bilimsel bir merak göstermeden, bloglardan, internet sohbetlerinden yola çıkarak skualenin ileri dönemlerde sinir sistemi üzerinde etkisinin çıkacağından dem vurdu kimi hekimler. Körfez savaşı sendromunda Amerikalı askerlere verilen şarbon aşısındaki skualenin buna neden olduğunu yeniden yeniden gündeme getirdiler. Getirdiler ama, Körfez savaşının olduğu yıllarda daha skualen'in bulunmamış bile olduğu gerçeğini öğrenmeden ve DSÖ'nün şarbon aşısında skualen olmadığını belirttiği açıklamalara bakmadan. Sonuçta kimi hekimler, bırak vatandaşa aşı ile ilgili olumlu konuşmayı ya da yapmayı, kendileri aşı olmadılar!.. Skualenin 60'ın üzerinde klinik çalışmada 33,000'den fazla insan üzerinde denendiğini, 12 yıldır toplam 45 milyon doz aşıda kullanıldığını, ve herhangi bir yan etki rapor edilmediğini öğrenmek bile istemediler. İstemediler, çünkü isteselerdi bu bilgi internet ortamında fareyi iki kere tıklamaya bakar. Kimi doktorlar böyle konuştukça, davrandıkça, sıradan vatandaşın da aşı olmaması için her türlü nedeni olacaktır doğal olarak.
"Pandemik hatalar"
DSÖ'nün kullandığı uzman danışmanlarla ilgili çıkar çatışması olayı aylar öncesinde dış basında yer aldığı halde, olayın Türkiye'de basına yansıması ortalama iki ayı bulmuştur. Türkiye'de konu ile ilgili ilk haber çıkmadan bir hafta önce bu eleştirilere DSÖ yanıt vermiştir. Ama ne yazık ki DSÖ'nün bu basın açıklaması gazetelerde yankı bulmamıştır. Haberlerin çıktığı her gazete Dr. Osterhaus hakkında Hollanda parlamentosunca soruşturma başlatıldığını yazdığında, soruşturma Dr. Osterhaus'un aklanmasıyla sonuçlanmıştı bile... Bizde çıkan haberler dış basındakilerle karşılaştırıldığında bizdeki haberlerin çeviri olduğu anlaşılacaktır (ciddi çeviri hatalarını da burada vurgulamakta yarar var). Bu haberde sözü geçen kimi iddiaların doğruluğu yine farenin iki kere tıklanmasıyla öğrenilebilecekken, bizim basın haberi çevirmekle yetinmiştir. Örneğin, sözü geçen uzman danışmanların DSÖ'nün Aşılama Stratejik Uzman Danışmanlar Grubu SAGE üyesi olmadığı DSÖ'nün web sitesinden öğrenilebilir (çünkü SAGE üyelerinin listesi var sitede). Yine aynı sitede herhangi bir uzman danışmanın çıkar çatışması bildirmesi durumunda, bu bilgiler de tüm açıklığıyla yayınlanmaktadır. Bizim basın bu bilgilerin hiçbirine ulaşmadan haberi vermiştir.
ABD'de ortaya çıkan 800,000 doz H1N1 aşısının geri çağrılması olayı sanki Türkiye'de kullanılan aşıymış gibi "Hamile aşısında etki sorunu çıktı" başlığıyla "Türkiye'nin de hamileler için Fransız firmasından satın aldığı 100 bin doz domuz gribi aşısı, ABD'de yapılan testlerde "etkisiz" çıktı" diye yer almıştır.
18 Aralık'ta Bianet'te Mustafa Sütlaş'ın yayımlanan "Grip Salgını: En Büyük Yıkım Güvensizlikten Kaynaklanır" başlıklı yazısı, medyanın "doğru ve gerçeği" ortaya koymak, onu kamuya, topluma, insanlara onların anlayacağı biçimde sunma göreviyle yükümlü olduğununun altını örneklerle çok güzel çizmektedir. Bir hekim arkadaşımın da dediği gibi "basında H1N1 influenza A ile ilgili yapılan pandemik hata ların iletişim fakültelerinde doktora tez konusu olması, ileride de ders olarak okutulmasında sonsuz yarar vardır".
Pandemi aşısında karşıt görüş havasında sunulanlar ve dış kaynaklı kimi haberler ne yazık ki basın tarafından doğruluğu araştırılmadan, halk sağlığı üzerinde yaratacağı olumsuz etkiler düşünülmeden okurlara sunulmuştur. İngiltere'de bilimsel kanıtı olmayan MMR-otizm ilişkisinin basında 10 yıl kadar ileri geri konuşulduğunda, kızamık son 10 yılın en yüksek düzeyine ulaşmış, 2005'de İngiltere ciddi bir kabakulak salgını yaşamıştır. Bu olaylardan sonra, sokaktaki vatandaşın aşıya karşı tutum takınmasındaki kendi rolünü görmezden gelen İngiliz basını, Lancet'teki ilk makaleyi yazan Dr. Wakefield'in üzerine çullanmıştır.
İngiltere'de, "MMR ve otizm korkusu" basının yarattığı ve 10 yıl sürdürdüğü halde kimsenin bir ders öğrenmediği koca bir yalan. Türkiye'de sokaktaki vatandaşı, "kırmızı ışıkta ben geçerim arkadaş" muhabbeti yapan doktorlar, profesörler, politikacılardan ve bilimsel doğruları gözetmeden açıklama yapanlara sayfalarını açan basından ve televizyon kanallarından kim koruyacak?(ÜK/EÜ)
__________________________________________________________________________
* Doç. Dr. Ümit Kartoğlu, Bilimsel Danışman, Dϋnya Sağlık Örgϋtϋ Aşı ve Biyolojik Ürϋnler Departmanı Aşı Kalitesi, Gϋvenliği ve Standartları Birimi