Bugün 6 Mayıs...
Yıllar yıllar sonra , doğduğum büyüdüğüm şehirde bu sabah ezan sesiyle uyandım... Uyandım ve benim gibi uykuyu seven biri için, şaşırtıcı gelecek ama bir daha uyuyamadım.
Bunu uzun süren ve gerçekten günlerce insanın dengesini alt üst eden bir yolculuğun sonucuna mı bağlasaydım, yoksa yurtdışından başka din ve dilden insanların kulağına da hoşgelen, ancak benim için giderek yabancılaşmış hala anlamını bilmediğim bir dilde söylenen '' namaza çağrı''nın bana da artık hoş gelen sedasına mı ?
Bugün 6 Mayıs...
Ben olsa olsa yıllar önce bugün bu saatlerde Başkentin göbeğinde darağacında canlarını veren ama ruhlarını vermeyen, yurtlarını sevmekten başka suçları olmayan ve yaptıkları her eylemi yurtseverlikle özdeşleştiren, Türkiye gençliğinin önde giden ''üç yiğit fidanının, üç namuslu, yakışıklı, akıllı ''arslan gibi delikanlı''sının, bu halkın, bu ülkenin yüzakı Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan'ın ruhlarının bana seslenişinden uyanmışımdır diye düşündüm.
'' Uyan artık uykundan uyan / Uyan esirler dünyası ''
Bak sana ne anlatacağım... Yeni taşındığımız mahallede ne elektrik ne de su vardı. Gaz lambalarıyla idare etmiştik bir süre... Bu sürenin ne kadar olduğunu ağabeylerime sormam gerek. Bana neredeyse iki yıl gibi gelmişti. Belki de iki aydı... Mahallemize koca bir tankerle arada bir su gelir ve ellerinde kovalar, kalaylı güğümlerle sıraya girerdi insanlar.
Bu arada zaman zaman tartışmaların yaşandığını , hatta kavgaların çıktığını anımsıyorum... Herhalde sırayı bozma nedeniyle çıkardı kavgalar. Birisinin pilastik kovası öbürünün kalaylı güğümünün önüne geçmişti zahir...
Demir Yapı Kooperatif Evleri, yeni kurulmakta olan Basınevleri semtinde biribirinden değişik altı ya da sekiz tipte inşa edilmiş bir oval mahalleydi... Mahalle öyle yeniydi ki, Papazderesi'ne girerken oluşan kavşak, ne bir oyun alanıydı ne de bir park. Ama kaymak gibi geniş bir asvalt...Bizim icin " meydan" dı ve orada hep top oynardık...Kimi zaman mahalle maçları bile olurdu. Karşıdan " hanımevleri" dediğimiz daha alımlı, bahçeli evlerden çocuklarla yarışırdık. Hatta o mahallelere zaman zaman kavgaya bile gittiğimiz olmuştu.
Bize düşen evi, kurada ben çekmiştim...
Hiç unutamam büyük ağabeyim (benden oniki yaş büyüktür) belimden tutmuş havaya kaldırmıştı, ayaklarımı balkonun demirlerine dayamıştım.
Bez bir torbadan bir kağıt parçası çektim... Balkondaki adam okudu. '' C Blok onbir taksim bir...''
Bir " istinat" duvarının dibinde kuzeye bakan alt katta "üç oda-bir salon salomanj"dan oluşan güneş görmeyen bir evdi...
Babamız gırtlak kanserinden Hacettepe Hastahanesinde yatarken annemiz evleri gezmiş ve bir eve girip "güneş görmez, duvarın dibi ama, arslanım sağ salim çıksın hastahaneden ve evimize gelsin, buna da razıyım " demişti... Anamızın dileği kabul olmuştu, babamız sağ salim çıkmış ve ben aynı evi kurada çekmiştim...
"Güneş görmezdi, duvarın dibiydi ama varsın olsundu, babamız bizimleydi"
Bütün çocukluğum o güzel evimizde bu teselli içinde geçti...
Bi tane "Külhanbey Ahmet" vardi, Papaz Deresi'ndendi. Arada bir mahaleye geldiğinde misketlerimizi çalar, sapanla bizleri vurmakla tehdit ederdi. Hatta bir seferinde bizim yalnız ve tek güvercinimizi çalmıştı.
Sütbeyaz ak güvercinimiz ben kümesi açarken uçup gitmiş gidip bir çatıya konmuştu...
Gelir diye bekliyorduk.
Ben ağlıyordum.
Ortanca Ağabeyim (benden beş yaş büyük) herhalde o zamanlar onüç-ondört olması lazım, bana homurdanmıştı biraz ancak yapacak bi şey yoktu... Güvercin oradaydı ve "Külhanbey Ahmet" o çatıya nereden çıktıysa çıkmıştı ve zaten " evcil" olan sütbeyaz güvercinimiz o'na teslim olmuştu...
"Külhanbey Ahmet" gömleğinin içine sokup güvercinimizi kaybolmuştu...
Bir ağladım bir ağladım sorma...
Tavuk kümesimizin üzerinde bir tek güvercin için yapılan ayrı yer, o kümes yıkılana kadar bomboş kalmıştı.
Belki barış güvercinine, barışa, Paloma'ya özlem ordan gelse gerek...
Hani daha önce bahsettiğim Meteoroloji yolu üzerinde Şaraphane'nin bahçesindeki yerleri tahta yüksek tavanlı Şentepe İlkokulu ikinci sınıftan sonra yeni bir okula başladığımızı anlatmıştım ya, o okula " Fevzi Çakmak İlkokulu" na bizim mahalle hep beraber giderdik...
Köşe başından Savaş ve kardeşi Mevludiye , Tülin'i de yanlarına alıp Nihat ve Gürol'a ıslık çaldıktan sonra, Akın, Pakize ve Kadriye de ekibe katilirdi. Ben evden çıkarken Semine, Ayşenur ve Tülay'ın da mutlaka bizimle birlikte olması lazımdı.
Ramo, Fahri, Mehmet Asil zaten yoldaydılar... Bu Kalaba Ortaokulu'na dek devam etti...
12 Mart darbesinden bir süre sonra okulumuzun en sevilen öğretmenleri gözaltına alındılar ve günlerce tutuklu kaldılar. Türkçe öğretmenlerimiz Aydın Aydemir, İsmail Karaahmetoğlu ile müzik öğretmenimiz Nedim Kaptan, aklıma gelen isimler.
O zamanlar ''seçmeli '' olan ve okulda bir tek benim girmeyi tercih etmediğim '' Din Dersi '' nin hocası Hasan Güzel bu tutuklamalardan sonra hemen okul müdürü oluvermişti.
Hatta kalabadaki bir kahvehanenin sahibi de birçok gençle birlikte tutuklananlar arasındaydı. Uğur Mumcu '' Sakıncalı Piyade'' de sözeder epey bir dayaktan sonra kahvehane sahibinin '' Mao herhalde geçenlede bizim kahveye gelip puro içen adam olması lazım '' diye itirafta bulunduğunu.
Okula gidip gelirken ateşli tartışmalar olur daha o yaşta evdeki politik tartışmaları sokağa, okula taşırdık... Bu arada kimin kim olduğunu da bilirdik...
İşte tam o yıllarda Denizlerin asıldıklarını sevgili anacığım sabahın erken saatlerinde duymuş olmasına karşın okula gitmekte olduğumdan söylemekten sakınmış, ancak bu kez beni ıslıkla çağırmak yerine kapıya dek gelen Fahri ve Gürol yüzlerindeki acı ve ağlamaklı halleriyle bana duyurmuşlardı...
Anam Pervin'le beraber kapımızın önünde sarılıp ağlaştık..
Ama sokağa gözyaşlarımızı silip dimdik çıktık.
Deniz Gezmiş ve arkadaşlarını sevenlerle, onların idamına alkış tutanlarla başlayan ayrışma ve çatışmalar ülkemizi bir başka darbenin eşiğine 12 Eylül'e getirdi.
Şimdi adına '' 78 kuşağı'' denen bizler '' 68 kuşağı''ndan devraldıkları bayrağı yükseklere taşıyamamanın acısı ve hüznü içinde hayatlarını sürdürmeye çalışıyor. Geçenlerde Murat Belge'nin ''Seksen darbesiyle birlikte işçi Türkler değil de, okumuş Türkler dünyanın dört bucağına dağılmıştı. Örneğin Seattle'a gittiğimde, hiç bilmeden, 12 Eylülzede bir TKP'linin işlettiği caféde bulmuştum kendimi'' ( 1 Mart 2009-Taraf) diye yazdığını Londra'da bir dostum duyurduğunda, bir alındım, bir duygulandım sorma gitsin...
Evet, her şeylerimizi aldılar elimizden... Evimizden, barkımızdan, işimizden, eşimizden, aşımızdan olduk. Binlerce onbinlerce insan cezaevlerinde çürüdü. İşkencehanelerde kişiliğimizi, kimliğimizi, ruhumuzu körelttiler.
Evet dağıldık, dağıtıldık... Bir çoğumuz asıldı, kesildi, öldürüldü. En yakınlarımızı bile yıllarca göremedik. Anamız, babamız kardeşlerimiz, onlarca yakınımız sürgünde hayatlarını verdi.
Hayatta kalanların çoğu ayakta kalamadı... Kimimiz tövbekar, kimimiz alkolik olduk...
''Dünya vatanımız'' derdik... Derdik de birçoğumuza o acıklı türküler teselli oldu... "Ellerin vatanı bize yurt oldu ''
Ancak bak herşeye rağmen 1977 Kanlı 1 Mayıs'ında aynı kortejde yürümüş iki arkadaşın, 32 yıl sonra bu kez yine 1 Mayıs'ta Ankara'da bir araya gelerek marşları, türküleri , sanki daha dün öğrenmiş gibi coşkuyla söylemesinin bana hatırlattığı bir şey var :
İyi günlere, güzel günlere olan inancımızı yüreğimizin ta derinlerinde kalmış. Bizi biz yapan sosyal adalet, eşitlik, insan hakları için iyi günlere, güzel günlere olan umudumuzu, aşkımızı yokedemediler.
Sevgili,
Biliyorum aradan uzunca bir zaman geçti. Ben yazmayınca senden de haber alamıyorum. Ama nerede olursak olalım gönül birliğimiz devam ediyor bilesin. Bu sabah sana, bu sabahın anısına Can Yücel'in Deniz için yazdığı şiiri armağan ediyorum.
MARE NOSTRUM
En uzun koşuysa elbet Türkiyede de Devrim,
O, onun en güzel yüz metresini koştu
En sekmez lüverin namlusundan fırlayarak...
En hızlısıydı hepimizin,
En önce göğüsledi ipi...
Acıyorsam sana anam avradım olsun,
Ama aşk olsun sana çocuk, aşk olsun!
Sevgiyle kal...(SU/EÜ)