28 Mayıs 2013 günü başladı her şey. Yeditepeli şehrin tek nefes alan yerlerinden Gezi Parkı’nda, 50 kişi ile başladı her şey. Nöbet başladı. Baktılar ki az kişi var, su sıkar, gaz atar, dağıtırız dediler. Kendilerine kitap okunup, börek uzatılınca sinirlendiler, tahammül edemediler, alay edildiğini düşündüler belki de. Alay edildi belki de. Bir parkın içinde kitap okuyan insanların etrafına polis dizmek, bu şehrin, bu ülkenin ağacını tek bir milletvekilinin millete yaptığı vekillikle korurken etrafına polis barikatı örülmesi alay edilecek bir şeydi belki de.
Kendilerine börek uzatana, kitap okuyana su, gaz ne bulduysa sıkan polis her nedense bugün canlı yayında bir şefkat üssü gibiydi. Kendi gördüklerimi düşündüm, bir de karşımdaki ekranın bana gösterdiğini. Gözlerim dolu dolu baktım ekrana bugün oynanan oyunu izlerken. Bir insanın, tek bir insanın özür dilemek yerine, geri adım atmak yarına bu ülkeye yaptıklarına, bu insanlara yaptıklarına ve artık durdurmanın yolunu bulamazsak yapabileceklerini düşündüm. Ülkemin, kendimin, sevgilimin, komşumun, mahalledeki Tekel’in, dizi setinden fırlamış gibi Ortaköy’de kapısına “Şefkat ve huzur bahçesine hoş geldiniz” yazan şişman bakkal amcanın geleceğini düşündüm, bu gelecek için endişelendim.
Bu gelecek için 17 gündür yaptıklarımızı düşündüm ve yapacaklarımızı. Sırrı Süreyya Önder’in güven veren suretini düşündüm, Antalya’daki annemle telefonda eyleme gitme konusundan kavga edişimi düşündüm, bize koyulan yasakları, haklı isyanımızı düşündüm. Çok şey öğrendik, çok şey de öğrettik biz bu direniş ile.
Biz bu direniş ile birlikte Sırrı Süreyya Önder’i öğrettik
Bilen zaten bilirdi Sırrı Süreyya Önder’i. Aday olduğu günlerde okuluma ettiği ziyarette herkesin ona “Sırrı Ağabey” demesini rica etmiş ve hiçbir durumda bırakmadığı şakacı halleriyle “Hayatınızdan sıkıldınız, derslerden biraz uzaklaşmak mı istiyorsunuz? Gelin misal bizim partide çaycılık yapın. 15 gün gözaltı, hayattan bedavaya uzaklaşmak..” diyerek anlatmıştı üstündeki baskıyı.
Hep böyle bir insan oldu Sırrı Süreyya Önder, hep böyle çok iyi bir insan oldu. Eğer 2 defa dozerin önünde dokunulmazlığı bambaşka şekilde kullanmış olmasaydı, bu direniş başlayamazdı. Dozer girer, direniş başlamadan biterdi.
Etrafımda oyu Sırrı Ağabey’e gitmemiş ve hatta onun siyasi görüşü ile kendini asla yan yana göremeyecek insanlar, Sırrı Ağabey’i o ağacın önünde duruşu ile “Bunun vebali var, yapmayın” deyişiyle tanıdı. Direniş başladı, Sırrı Ağabey sahneden indi. Bir milletvekilinin bambaşka şekillerde kullanabileceği bu ilk adımı hiç su yüzüne çıkarmadı, sahneyi gençlere, sanatçılara, direnenlere bıraktı. “Ben değilim kahraman, burada bir ağaç için geceleri yatan gençlerdir” dedi ısrarla.
Sırrı Süreyya Önder 27 yaşında bir kadın olarak oyumu vermiş olmaktan sonuna kadar gurur duyduğum, etrafımdakiler “Ne adammış, helal olsun!” dedikçe, “Benim vekilim” dediğimdir. Sırrı Süreyya Önder siyaset yapmadan milletin vekili nasıl olunur işte bunu bilmeyenlere öğretmiştir.
Bu aralar kelime anlamlarını yenileyen TDK’ya önerimdir, güç, otorite, baskının karşıtı; sağduyu ve aklıselim’in karşısındaki tanımdır Sırrı Ağabey.
Biz bu direniş ile birlikte ailelere korkmamayı öğrettik
Aile hep korumak için vardır, çocuğunu korumak ister ona bir zarar gelmesin ister. Darbe zamanlarında siyasi olayların içerisinde yer almış kişiler neler yaşanabileceğini bildiği için korktu. Hiç katılmamış olanlar ise, olabileceklerin sınırını bilmedikleri için korktu.
Önce tartıştık, telefonda, evde “Gideceksin, gitmeyeceksin” kavgası yapıldı. Bazen korkmasınlar diye yalan söyledik, bazen ise anlattık ailelerimize kendimizi nasıl koruduğumuzu, neden orada olduğumuzu ve dahası neden orda olmak zorunda olduğumuzu.
Dinlediler ve anladılar bizi, kendileri gelemediler ama tencere tava sesleriyle sokaklarını inletmekten de geri durmadılar.
Biz bu direniş ile birlikte sosyal medyanın gücünü öğrettik
AKP sosyal medyanın gücünü öğrendi, bu güce birebir maruz kaldı. Oradaki hiç kimse bir gün bir eylem olursa diye Twitter, Facebook, Youtube kullanmıyordu. Biz zaten oradaydık, 200 -300 takipçili kişisel hesaplarımızla, binlerce takipçisi olan Twitter fenomeni olarak tabir edilen hesaplarla; bu haklı direnişe destek veren “halk” oradaydı.
Bugüne kadar eğitimden, devlet dairelerine kadar her yerde örgütlenmiş olan AKP ve AKP Gençlik Kolları sosyal medyayı unutmuştu. Ne yöneticileri ne de gençlik kolları olanın bitenin farkında değildi. Unutmamış olsa, sosyal medyanın gücünün farkında olsa Melih Gökçek’in tutarsız ve ayarsız Tweet’leri kontrol altına alınırdı ve bizlere verilen cevaplar o hafta içinde açılmış yumurta hesaplardan olmazdı.
Trendingtopic olan Erdoğan yanlısı hashtag’ler, bağlamsız ve aynı hesaptan yalnızca hashtag’in tekrar edilmesi ile üst sıralara girerken, biz 140 karakterde şiir yazdık, şarkı söyledik.
Sonunda Vali Mutlu “baş belası”nın kullanıcısı oldu/seçildi. Hüseyin Avni Mutlu’nun hafta sonu yaptığı açıklamalara öyle inanmak istedim ki… İstedim ki sözlerinde samimi olsun, korumalarını, kortejini, unvanını bıraksın Pazar günü çay içmeye gelsin Gezi Parkı’na. Olmadı, ama sosyal medya başlarına bela da olsa kullanmayı öğrenmek zorundaydılar, anladılar.
Gençliğin saygıyla değil yasakla sorunu olduğunu öğrettik
Kuşağımız, birçok yazarın da belirttiği gibi, apolitik olmakla itham edilmenin yanı sıra geleneğe göreneğe saygısız olmakla da itham edildi. Saygılı olmamız öğütlendi, misafir geldiyse odalarımızdan çıkıp “Hoş geldiniz” demeye zorlandık, misafir çocuklarına bilgisayardan oyun oynatmamız tembihlendi, kandilde, bayramda büyükleri aramamız hatırlatıldı.
Miraç Kandili gecesi çoğu “alkolik”, topu “çapulcu” bu gençler; alkol alsalar bir cezası olmayacakken kandil simidi yiyip çay içmeyi tercih ettiler. Hafta boyunca namaz kılan Antikapitalist Müslümanlar’ın başında arkadaşları bazen şemsiye ile yağmurdan korumak için nöbet tuttu bazen provokasyon olmaması için.
Aslında bunu yaparken ailelere ve Erdoğan’a bir mesaj gitti: Saygıyı kafamıza sopayla “saygılı ol!” diye vurmasanız, inancı özelimizde bıraksanız, bu gençlik sonsuz hoşgörü ve saygı sahibidir.
Bugün ise her şeyin farkında olduğumuzu, susmayacağımızı öğreteceğiz
Geçtiğimiz Salı günü ise dev bir piyes oynandı. 31 Mayıs akşamı benim gibi gazlı TOMA’lı eyleme ilk defa katılmış insanların 1 metre ötesine gaz atabilen polis, her ne olduysa molotofçulara karşı insafa geldi. Keskin nişancı TOMA anneannemin bahçe hortumundan farksızdı. Neredeyse yardıma gidecektim, öyle çaresizdiler ki, bir de TOMA yandı meydanın ortasında. Gezi Parkı arasında para toplayıp hasarını karşılasın lütfen, çok hırpaladılar tombik TOMA’yı! İnsan uçuran TOMA, Salı günü adeta bir aksesuardı: Kadında broş, erkekte fular, poliste TOMA. Bu çaresizliğe, bu şefkate, bu ilgiye neredeyse inanacağım!
Karşıdaki göstericilerin hepsi sivil polis miydi? Belki evet, belki hayır, belki bir kısmı. Bunu asla bilemem. Ama bildiğim bir şey var ki, molotof ya da taş atmayan; son derece demokratik bir biçimde anayasal hakkını kullanan kişilere her türlü şiddeti uygulamakta bir beis görmeyen polis, oldukça kolay bir şekilde bu kalabalığı dağıtabilirdi. Onun yerine canlı yayında piyes izledik. Taksim’de binlerce insana saldırılırken, Harbiye, Sıraselviler, Gümüşsuyu ve İstiklal’de çatışmalar yaşanırken, güzellik yarışması, dizi, belgesel yayınlayan Türkiye medyası canlı yayınladı bu piyesi.
Her şey bitiyor mu, yeni mi başlıyor? Her şey bitmesin diye ben söz veriyorum ki, komşuma, anneme, babama, manavıma, bakkalıma, yan masamda demlenen amcaya, otobüste yanıma oturan teyzeye üşenmeden, susmadan, durmak bilmeden bu oynanan oyunu anlatacağım. Ne kadar mantıksız olduğunu, öncesinin o izledikleri piyes gibi olmadığını, istese polisin anında dağıtabileceğini, TOMA’ların kendini söndürme sistemi olduğunu ama söndürmemesinin daha dramatik olduğunu… Hepsini, bıkmadan, usanmadan anlatacağım.
Tüm bunlar, tek bir adam, Recep Tayyip Erdoğan, “Sesinize kulak verdim” demediği için yaşandı. Kadir Topbaş olayların kendilerine ders olduğunu ve halka rağmen bir şey yapılamayacağını söylerken sesi cılız kaldı, Erdoğan ise kibrini, dediğim dedik tavrını asla kenara bırakmadı. Kalabalığın dağılmayacağını anladı, ama geri adım atamayacak kadar çok büyük laflar edilmişti. Afrika’ya kaçmak en kolayıydı. Bıkmadan, usanmadan, bu kibri, bu inadı anlatacağım. Bu inadın bu ülkenin çocuklarına nelere mal olduğunu anlatacağım.
Gezi Parkı’nda neler yaşandığını, oradaki dostluk ortamını anlatacağım. Parkta bazı yaşananlar eleştirildi. Bir yanım katıldı, bir yanım karşı çıktı. Ne hissedeceğimi, düşüneceğimi bilemedim. Taksim Dayanışması’nda bir temsil sıkıntısı olduğu hissine kapıldım, Sırrı Süreyya konuşturulmadı mı acaba diye dertlendim. Ama artık bitti. Haftalardır orada yatan arkadaşıma güveniyorum, biliyorum ki beni temsil edemeyecek birini o da istemez. Ben orada seyyar bira satmasın diye bıçaklanan Beşiktaşlı abime güveniyorum, ablamız olarak Twitter’dan öğüt veren tiyatrocu “ablama” güveniyorum. Gazi’ye çıkarma yapan Çarşı’ya güveniyorum. Ateşlerin önünde öpüşen o çiftin aşkına güveniyorum.
Halkın bir arada iken oluşturduğu akla, sağduyuya, hoş görüye, birliğe güveniyorum, inanıyorum. Siz de güvenin, siz de inanın: Güzel günler göreceğiz çocuklar! (ES/EKN)