Dönüştürücülüğünün en keskin yanlarını, inatçı bir çabayla ve aymazca en kederli hatıraların kurmacalığına kurban eden doğanın, bütün dünyadan bağımsız bir döngüsü var mıdır bilemiyorum ama Eylül elbette keder ve yılgınlıkla taçlandırılmayan coğrafyaları da hüzne gark eder zannımca. Solgunluğun ve kendine has bir tanımsızlığın rengi açmaya başlar kuzey yarımkürede, gün batımlarında. Gün batımıyla sonbaharın, içinde bulunulan mevsim ne olursa olsun sinemacıların perdeyle aralarındaki telepatik bağların güçlendirilmesine yarayan bir görevi var. Kafalardaki boşluğa denk gelen en büyük sarsıntılar da "sonbahar manzaraları" olsa gerek.
İşte bütün ağırlığının serseri bir anlamsızlık gibi, koca koca insanların ömürlerini çalan ama elzem bir "hiçbirşeycikler bütünü" gibi görünen zorbalığın toplamı, 12 Eylül'ün yarattığı zihinsel cerahatin müdahale edilmesi riskli bir alanda bulunmasından belki, olanca kasvetiyle kimimizin ömürlerinin orta yerinde, kimimizin göğsünün hemen üstüne boğazında sere serpe uzanıyor-büyüyor. Kaderden kaçılamayacak olması, kaderin de hayat döngüsünde sonuçlardan mütevellit bir önkabul olması yaşamlarımızı çekilmez kılan. Bu dünyadaki en önemli soru olduğuna kani olduğum "neden"in, kimseciklere lütfedilmeyen yanıtını bulmak için onca irin arasında debeleniyoruz yıllardır. Egemen bir kader anlayışının nedenlerini sorguladıkça örseleniyoruz.
Her sonbaharda, sararıp yola düşen yaprakları elimize alıp hissedemiyor, toprağın henüz sıcak doğurganlığıyla havanın tatlı-sert ürpertisi arasında kalan hiçbir şeyi kucaklayamıyoruz. Bu kasvette hapsolmuş koskoca bir kuşağın, en belirgin yapaylıkları, en edilgenleştiren olmamışlıkları benim tüm hayatımı kapsıyor. 29 yıldır süren bir zihin hapsinin 26 yıllık mahpusuyum diyorum bazen. Hissin kalben faş edilen bir şey olduğunu, bu kasvetin ancak be ancak kırılmış ömürlerin sahiplerinin yüreklerinde çözüleceğini bilmeme rağmen, o faş edilen şeyin algısı ve bu yıkımın onayı için açık bir zihne ihtiyaç duyduğumuz aşikâr sanıyorum. Hepimiz kendi kafalarımızın içinde ruhumuzu örseleyen sonbaharlara mahpus muyuz acaba?
Sessizlik ya da koro
Kasvetli bir yere, içinden çıkılmaz gibi görülen herhangi bir suskunluk yumağına ses vermeye çalışmak; herkesin fıtratına kazılmış sessizliğe atılan o 'kaos çığlığı' sahibini bile kendine, içinde hapsolduğu suskunluğa yabancılaştırır. Bünyesinde sürüklediği coğrafya parçasıyla, hem yaşadığı hanenin hem de olmak istediği bambaşka iklimlerin uzağına düşürür. Sessizlik, teksesliliktir aynı zamanda. Bu denli teksesli yerlerin, öngördüğü bütüncüllüğünden daha da özgür bir dünya olabileceği, herkesin tekdüze bir tonda ve hep birlikte dillendirdiğinden daha iyi sesler olabileceğini bağırdığınızda/söylediğinizde oluşacak olan detone durumun tek suçlusu siz olacaksınızdır. Belli ki huzur, özgürleşme sürecinin yararlı yıkıcılığına karşı korunmalı, yabancı sesler bastırılmalıdır.
Huzur ve kasvet her ne kadar yan yana getirilmesi yeğ tutulmayan sesler olsa da, aralarında oluşan sıkı bağ teksesli toplumların yaşadığı huzur ilizyonunun sonucudur. Hayatın kendisinin, tarihin ve suyun ilerlemesini özümsemeyen, beşeri ilerlemenin zaruretlerini kavrayamayanlarda geleneksel bir tutkuya dönüşen o koronun sesini bastırmadıkça, teşhir ve tenkit ve hatta tehdit edilme pahasına anarşik notalara basmadıkça bir nakarat hep sürüp gidecek.
Neden?
Kerametini göstermek için ya da kendini kanıtlamak için mi bilmiyorum. Başımıza gelen darbenin bütün o huzur ve refah laflarının arkasında, rayına oturtulması gereken demokrasinin haricinde bir nedeni vardı elbette. Zaman zaman faş edilen bu neden(ler) darbenin liderinin hırsının da ötesinde, yoluna koyulması gereken şeylerin bekleyememesiyle açıklanabilir. Eklemek gerekir ki darbeyi yeterince sert vurabilmek için "yeterince" beklenilmiş, özel hazırlıklar yapılmıştı. Ressam Paşanın yerinde kim olsa elindeki balyozu kafamıza indirmek zorundaydı. Hem Koç Beyin ticaret yapmak için bürokrasiyle uğraşmaktan daha önemli işleri de vardı. Ülkenin sosyal hayatında yaşanan, düşünsel üretkenliği iğdiş eden, toplumsal alanda yaşanan "güncel nevroz"un sebebi 30 yıldır hapsolunan o kasvetli sonbahar mı acaba?
Bir şeyin nedensiz olmaması, kafaya inen balyozun, yenilen darbenin bir açıklamasının olması balyozu indirenleri aklayamaz. Lakin daha iyi sonuçlar için anlamak, anlamak içinse yetkin nedenler bulmak zorundayız.
Şimdi ya da bugün sadece görülen, içinde bulunduğumuz çağı barındırmaz. Bugün, ayağımızın altındaki toprağın bize eklemledikleriyle durmaksızın akan zaman nehrinin toplamıdır. Yarını bir yana koyalım; bugünü insanlığın düştüğü zihin boşluğundan kurtarabilmek için, dünü olanca pervasızlığı ve bütün nedenleriyle kucaklamamız gerekiyor.
Yaşadığımızı düşündüğümüz dünyayı, bütün gerçeğiyle görme-algılama fırsatını bulmayan bir kuşağa mensup bir "genç" olarak, bendeki kafa karışıklığının muadillerinin işi çok zor.
Bütün bu düşündüklerimiz, karamsarlığımız bizim abartmamız mı? Güzden mi yoksa bu kafa karışıklığı? Sonbaharın nedene ihtiyacı yok ki.(EAA/BÇ)