İlk ne zaman başladı biliyorum. 2000’li yılların başında Japonya’da başladı.
Oturduğum semtin kütüphanesine gitmiştim üye olmak için. İngilizce bilen birini bulup derdimi anlatmıştım. Adam “üyelik işlemlerini başlatalım” deyip sadece adımı ve adresimi sormuştu.
Ben kimlik falan çıkaracak olmuştum, “neden ki, adınızı ve adresinizi kendiniz söylediniz az önce” demişti. Bir kurumun şahsıma duyduğu güvenin ağırlığı altında ilk o gün ezilmiş, şaşkına dönmüştüm.
Sosyal güven
Bir keresinde de yanımda Japon bir iş arkadaşımla parktan geçiyorduk. Kuşlar için hazırlanmış yem torbaları standını gördüm, kimse yoktu etrafta. Standın önünde her yem torbasının fiyatını yazan küçük bir kâğıt asılıydı, kağıdın altında da paranın atılması için bir kavanoz. Kendi topraklarımıza özgü milli bir refleksle (‘tespitfilia’ diye isim koyasım geldi yazarken) hemen tespitler yapmam gerektiğini düşündüm. “Birinin olması gerek bu standın başında, yem torbasını alıp parasını atmayabilirler tabi ki” falan diyecek oldum, arkadaşım anlamadı bile tespitimi “neden böyle bir şey yapsınlar ki?” dedi şaşkın şaşkın yüzüme bakarak.
Konuyu değiştirdim mecburen…
Her fâniye nasip olmayan, kurumların insanlara, insanların kurumlara, kısaca herkesin herkese güvendiği bir dönem yaşadı yani bu biçare.
Bugünü için konuşamasam bile o dönem için gündelik hayat içinde beni çok çarpan ve ete kemiğe bürünmüş benzer pek çok deneyim yaşadım bu konuda. "Sosyal güven" o zamandan beri hep büyük bir bilimsel merak konusu oldu benim için.
Hukuktan ekonomiye, siyaset bilimden tıbba kadar pek çok farklı disiplinde güvene dair, hoşgörü, karşılıklılık, sosyal bağlılık, barışçıl kolektif eylem gibi benzer vurgular olsa da tüm literatürlerde “güven” kavramına ilişkin zilyon tane ayrım ve kategori olduğunu söylemek mümkün.
Onlara hiç girmeyeyim, çıkamayız vakitlice. Yine de, şöyle toparlamak mümkün, en bilinen ve ansiklopedik anlamıyla güven “bir kişinin kendisine zarar verme, kendisini aldatma potansiyeline sahip bir başka kişiye/bir grup insana/kurumlara/örgüte karşı kendini savunmasız veya incinebilir kılması”dır.
Açıkcası bu geniş yelpaze içinde benim yoğunlaştığım nokta, ana vurgusunu “her şeyin yolunda gittiği” algısının oluşturduğu sosyal güven.
Toplumsal eşitsizlikler
Yazdığı her şeye bayıldığım Bauman, çağdaş toplumsal ve siyasal yaşamın değişen karakterini incelediği Bireyselleşmiş Toplum kitabında güvenin bu yönüne dikkat çekiyor;
“Ahlaki dürtünün masum güveni belirsizliğin bastırılamaz endişesiyle yer değiştirmiştir. (…) Toplum içinde kişi bu kaygıyla yaşamak zorundadır.
Hoşlansam da hoşlanmasam da, maskelere güvenmem gerekir- onlara güvenebilir olduğum için değil. Güven, risklere girerek, kumar oynayarak belirsizlikle birlikte yaşamanın yoludur; kaygıyı giderme yolu değil.” (2011:221)
İşte tam olarak ilgimi çeken vurgu bu, yani birlikte yaşamanın bir yolu olarak iyimserlik ve kontrol duygusu içeren sosyal güven. Seksenlerin ikinci yarısından itibaren sosyal değerlerin farklılaşması, temel başarı kriterlerinin değişmesi, gündelik hayatın organizasyonu vb. pek çok sosyal ve ekonomik değişim yaşandı.
2000'lerle beraber buna, sınıf, aile, cinsiyet statüleri vb. toplumsal alanlarda gözlenen dönüşümler, emek piyasasındaki değişimler, kadınlar aleyhine işleyen bireyselleşmenin hızlanması gibi pek çok diğer unsur ve toplumsal hayatımızı kökten etkileyen siyasi kararlar da eklenince “şahtık şahbaz olduk” annem…
Evet biliyorum pek bilimsel bir dil değil ama meramımı anlatması, mevcut durumumuzun zihninizde canlanması açısından iyi bir betimleme oldu bence.
Tam burada ufak bir parantez açmam lazım, toplumsal eşitsizliklerin keskinleşmesi ile bireysellik iç içe geçince; yani bireyselleşme toplumsal eşitsizliğin ‘sınıfsızlaşma’ eğilimi ile yoğurulunca, günümüzde karşımıza çıkan en tehlikeli yanılsama sistem sorunlarının “kişisel başarısızlıklar” olarak algılanması oldu.
İçinde yaşadığımız sistemden ya da düzenden kaynaklanan sorunları birer bireysel başarısızlık öyküsü gibi algılar ve kayda geçirir olduk. Bu bir tehlike. Bu tuzağa düşmemek gerekiyor. (Bu elbette başka bir yazının konusu ama kendime hatırlatma ya da okur sadakati sağlama çabası olarak bir fragman gibi burada dursun.)
Ne diyordum, eşitsizlik, kaynağı ne olursa olsun insanlarda bir acı yaratıyor. Bizler aslında devasa bir toplumsal dönüşümün tanıklarıyız (Hani suç dizilerinde katilin kurbanını tenhada kıstırıp “çok şey biliyorsun, seni öldürmem gerek” dediği sahne vardır ya, öyle hissediyorum bazen.)
Bu eşitsizlik bizi hallaç pamuğu gibi atarken zihni tehlikelerin birinden savrulup ötekinin kucağına düşüyoruz. Üstüne de ülkedeki ideolojik yarılmayı ve sosyal kutuplaşmayı ekleyince (bkz. şahbaz ötesi toplum) evet bizlerin, hakikatle bağlarımızın zayıflama noktasına geldiğini düşünüyorum.
İnsanların kendilerini ve ailelerini tüm güçleriyle savunmaya mental olarak şartlandıkları böylesi bir ortamda-toplumsal olarak yerleşen- ‘tek başınalık’ hissinin sosyal güveni azaltıcı etkisi görmezden gelinemeyecek kadar bariz. Acı çekme deneyimi ile insani bağlarımızı giderek kaybettiğimiz, ‘acı çeken insanlarla empati kurma’ kapasitemizin ciddi ölçüde hasar gördüğü ortada, ötekilerin acılarını ve travmalarını idrak etmede giderek daha da hissizleşiyoruz.
Bu ahval ve şerait içinde, “güvenmek”, hele hele birbirimize güvenmek devrimci bir eylem diyorum. En az gülmek kadar devrimci hem de diyorum. “İyi insan aklından hiç kötülük geçirmeyen insan değildir; her şeyin farkında olup iyiliği tercih eden insandır” demiş ya Erich Fromm (internet aforizmacılarının yalancısıyım), onun gibi işte.
Birbirimize güvenmeye ihtiyacımız var. Güvenirsek farklı hayat tarzlarını tolere edebilir, toplumsal ve ekonomik eşitliği savunmaya ve eylemeye daha yatkın oluruz.
Benim sizden öğreneceklerim beni zenginleştirir, sizin benden öğrenecekleriniz var. Güvenmek demek aynı gemide olduğumuzu idrak etmek demek bir anlamda. Bu nedenle, kendimiz için yeni bir dayanışma modeli ve yeni bir ilişki ağı oluşturmamız elzem. Çünkü, artık gelinen bu tarihi, siyasi, ekonomik ve sosyal noktada kaderlerimiz geri alınamaz bir şekilde birbirine bağlı inanın.
Bir ton laf ettim, hülasası, güvenmeye "ihtiyacımız" var. Birlikte bulacağız bunun yolunu. Hepimiz. Dermanım yok demeyin, umudum yok demeyin. Gördüğüm ve unutamadığım nefis bir duvar yazısında yazdığı gibi, “Dağılmayın ulan, çok yalnızız”…
(AA/EMK)