Bu haftaki yazının konusu çok boyutlu ve kapsamlı. Mümkün olduğunca özetleyerek yazmaya çalışsam da uzun olduğu bilgisini öncelikle paylaşmak isterim.
İTO Yönetim Kurulu’na ceza
22 Ekim 2024 tarihinde, İstanbul Tabip Odası (İTO)’nun 2018-2020 dönemi Yönetim Kurulu (YK) üyeleri, yasal ödevleri gereği, İTO Onur Kurulu’na değerlendirilmek üzere bir evrakı sevk ettikleri için İstanbul 27. Asliye Ceza Mahkemesi tarafından, 5’er ay hapis cezasına çarptırıldı. Araştırmalarımız sonucunda, şu ana kadar bu kararın Türkiye’de başka bir örneğinin olduğunu bilene de duyana da rastlayamadık. Şaşkınız, öfkeliyiz.
Bir mesleğin üyeleri, mesleklerinin genellikle insanlık tarihinin yüzlerce yıllık sürecinde şekillenerek evrenselleşmiş ahlak ve etik değerlerini ne kadar benimseyebilir ve içselleştirebilirse o ölçüde önemini ve kıymetini anlayabilir. Her ne sebeple olursa olsun, bundan taviz vermenin ya da aykırı davranmanın kendisine, meslek camiasına ve içinde yaşadığı topluma zarar vereceğini bilir. Bunun kaygısını taşır. Onlarca yıl önce, meslek mensupları arasında ustanın çırağına ve kalfasına öğrettikleri arasında bulunan “değerler”, günümüzde meslek eğitim müfredatlarında yer alıyor. Bununla birlikte, doğası gereği, önceden olduğu gibi, günümüzde de mesleki uygulama süreçlerinde de öğrenilmeye devam ediliyor. Böylece “pekişiyor” da denebilir. Yanı sıra, dünyanın pek çok ülkesinde meslek örgütleri, bu konuda yasal düzenlemelerle yetkilendirilmiştir. Mesleğin uygulanma biçim ve koşullarının belirlenmesinde, hatta eğitiminde farklı boyutlarda da olsa yer almaktadır.
Gelin görün ki Türkiye’de uzun bir zamandır bizzat bir kısım yargı üyeleri eliyle hukuk ve adalet ayaklar altına alınıyor. Ne yazık ki, iktidarın “doğrudan ya da dolaylı yollarla ilettiği” beklenti ve taleplerine uygun gözaltı, tutuklama, hüküm vb. yargı kararlarının alındığına bizzat tanıklık etmek zorunda kalıyoruz. Yargı üyelerinin bir bölümü, uzun bir zamandır her ne gerekçeyle olursa olsun yargının “siyasal araçsallaştırılmasına” izin veriyor, katkı sunuyor. “O suç’a ortak oluyor.” Hatta, bizzat faili olabiliyor.
Yargının siyasal araçsallığına bir örnek daha
Bir kısım yargı mensubunun bu uygulamalarından birisine, evvelki hafta bir defa daha şahit olduk. İTO 2018-2020 dönemi YK üyelerine, 6023 sayılı Türk Tabipleri Birliği (TTB) Yasası’nın 28., 29. ve 30. maddelerinin Tabip Odası YK’lerine yüklediği ödevleri yerine getirdiği için hapis cezası verildi.
İstanbul 27. Asliye Ceza Mahkemesi’nin 22 Ekim 2024 tarihinde “görevlerini kötüye kullandıkları”na hükmederek verdiği 5’er ay hapis cezasının gerekçesi; “Hekimlik mesleği ile ilgili olmayan bir alanda hekimler arasındaki ilişkilerde meslek örgütü yetkili değildir. Bu nedenle, İTO YK resmi olarak TTB Merkez Konseyi tarafından incelenmesi talebiyle kendisine iletilen dilekçeleri “incelenmesi talebiyle İTO Onur Kurulu’na veremez, iletemez, sevk edemez” kabulüne dayanıyor. Oysa, 6023 sayılı Yasa’nın 29. maddesinin İTO YK’ye verdiği ödev, açık ve net bir biçimde İstanbul 27. Asliye Ceza Mahkemesi’nin söz konusu kararını yanlışlıyor.
Herhangi bir tereddüde yer vermemek üzere, 29. maddeyi sizlerle de burada paylaşmak isterim; “Yönetim Kurulu meslektaşlar arasında varlığından herhangi bir şekilde haberdar olduğu anlaşmazlıkları çözmeye ve uzlaştırmaya çalışır ve gerekirse soruşturmasını tamamlayarak belgesini Onur Kuruluna verir.” Bu maddeyi okuyup biraz düşünenlerimiz için başka bir belgeye gerek kalacağını sanmıyorum. Öncelikle, YK’ye verilen yetki hekimler arasındaki yalnızca doğrudan hekimlik meslek ilişkileri ile sınırlı bir yetki değildir. Beraberinde, İstanbul 27. Asliye Ceza Mahkemesi’nin “görevi kötüye kullanmak” olarak kabul ettiği eylem, 6023 sayılı Yasa’nın tabip odalarının YK’lerine yüklediği bir ödevdir. Öyle ki bu ödevi yerine getirmek değil, getirmemek suç! Bu da konunun başka bir boyutu. Mahkeme, İTO 2018-2020 dönemi YK üyelerini, bulundukları görev gereği ödevli oldukları bir uygulamayı yerine getirmekten suçlu buldu. Yalnızca yargıyı değil, yargının tuzunu da kokutan bu gerekçe, bütünüyle “siyasi” bir hüküm içeriyor. Peki neden?
Bu suça ortak olmayacağız!
Bunun için 11 Ocak 2016 tarihinde, Ankara ve İstanbul’da kamuoyuyla eş zamanlı olarak paylaşılan “Bu Suç’a Ortak Olmayacağız” metnine kadar gitmemiz gerekir. O gün “Barış İçin Akademisyenler” hem insani hem mesleki gerekçelerle devletin Kürtlerin yoğun yaşadığı illerde insan hakları evrensel değerlerine karşı ihlalleri de içeren uygulamalarına karşı açık tutum almış ve bunu bir bildiri ile kamuoyu ile paylaşmıştı.*
Birleşmiş Milletler Bildirgeleri
Bildirgeyle bir yurttaş olarak dile getirilen talep: “barış içinde yaşama hakkının devlet tarafından sağlanması”ydı. Bu haklar; 15 Aralık 1978 tarihinde Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurulu’nda 33/73 sayılı kararıyla kabul edilmiş olan “Barış İçinde Yaşamak İçin Toplumların Hazırlanmasına Dair Bildirge” ve yine BM Genel Kurulu’nda 12 Kasım 1984’de 39/11 sayılı karar olarak kabul edilmiş olan “Halkların Barış Hakkı Bildirgesi”nde açık bir biçimde yer almaktadır. Yanı sıra, her iki bildirge, Türkiye Cumhuriyeti devleti tarafından TBMM’de görüşülüp kabul edilmiş kararlardır.
Bu arada, “Barış İçin Akademisyenler” tarafından hazırlanmış, özünde barış talep eden “Bu Suç’a Ortak Olmayacağız” başlıklı bildirinin, muhatap olarak doğrudan devleti kabul etmesinin, üniversitelerde o zamana (hatta günümüze) kadar açıklanan bildirilerden farkını oluşturduğunu da belirtmek isterim.
Sandiago Bildirgesi
BM’nin söz konusu bildirgeleri dışında, barış içinde yaşama hakkına içerik kazandırılması için 10 Aralık 2010'da, İspanya'nın San Diego kentinde yapılan “Barış İçinde Yaşama Hakkı Uluslararası Kongresi” ve sonunda yayınlanan Sandiago Bildirgesi’ni de oldukça önemlidir. Bildirgenin 13. maddesinde: “… bireyler, gruplar, halklar vazgeçilmez, adil, sürdürülebilir ve kalıcı barış içinde yaşama hakkına sahiptir. Barış içinde yaşama hakkının sağlanması ve korunması sorumluluğu devlete aittir.” saptamasıyla, barış içinde yaşama hakkının sağlanması ve korunması sorumluluğunun devlete ait olduğu tanımlanmıştır. Beşinci madde ise: “… bütün halkların ve bireylerin devlet tarafından düşman olarak görülmeme hakkı” vardır. Barışa karşı tehdit oluşturan faaliyetlere karşı kişilerin bireysel ya da bir grubun üyesi olarak sivil itaatsizlik ve vicdani ret hakkı vardır.” saptaması yapılmıştır.
İnsanlık tarihinin bunca birikimine karşın, dünya ve Türkiye’de iktidarlar uzun bir zamandır toplumsal rızayı “toplumsal refah artışı ve mutluluk” yerine, yalnızca “şiddet” ile sağlıyor. Dolayısıyla İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi başta olmak üzere, BM’nin insan haklarıyla ilgili tüm bildirgeleri iktidarlar tarafından 20 yıla yakın bir süredir rafa kaldırılmıştır. Devletler tarafından da görmezden gelinmektedir.
Kocaeli Üniversitesi-2016
O nedenle Türkiye’de de barış talep eden bildirgenin imzacıları, doğrudan iktidar tarafından “terör örgütü” üyeliği ve propagandasını yapmakla suçlanmış, tehdit edilmiş, gözaltılar ve işten atılmalar yaşanmıştır. İstanbul Cumhuriyet Savcılığı tarafından haklarında kamu davaları, bazı üniversiteler tarafından da disiplin soruşturmaları açılmıştır. “Terör örgütü üyeliği ve propagandasını yapmak” suçlamasıyla açılan kamu davaları, Anayasa Mahkemesi’nin kararı sonrasında 2019 yılında beraatla sonuçlanmıştır.* Disiplin soruşturmasının açıldığı ilk üniversitelerden birisi de müstafi doçent tabip kıdemli binbaşı, Rektör Prof. Dr. Sadettin Hülagü yönetimindeki Kocaeli Üniversitesi (KOÜ) olmuştur. Şubat 2016’da açılan disiplin soruşturmaları, akademisyenlerin vekili avukatlar tarafından da tespiti yapılan pek çok hak ihlali ve usulsüzlükle yürütülmüştür. Son olarak, komisyon başkanının 10 Ağustos 2016 tarihli yazısı ile üç kişilik yeni bir soruşturma komisyonu kurulduğu ve sıralanan beş soruya yanıt verilmesi gerektiği bildirilmiştir. KOÜ’lü barış için akademisyenlere yönelik olarak gönderilen ve yeni soruşturma komisyonunu bildiren yazının tarihinden iki gün sonra, 12 Ağustos 2016 tarihinde rektör başkanlığında toplanan KOÜ Yönetim Kurulu, disiplin soruşturmaları tamamlanmamış olmasına karşın, bu akademisyenler için “Kamu Görevinden Çıkarma” cezasının, Yükseköğretim Kurulu Başkanlığı’na teklif edilmesine oy birliğiyle karar vermiştir. KOÜ Yönetim Kurulu’nun başkanı dışında, o dönem hekim üyeleri olarak Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Ercüment Çiftçi ve Tıp Fakültesi Dekanı Prof. Dr. N. Zafer Utkan da bulunmaktaydı. Rektör başkanlığında 12 Ağustos 2016 tarihinde, 2016/11 sıra numaralı toplantısını gerçekleştiren KOÜ Yönetim Kurulu bu toplantısında personelinin “savunma hakkını” da ihlal etmiştir.
KOÜ’lü barış için akademisyenler arasında bulunan beş hekim akademisyen konuyla ilgili olarak Kocaeli Tabip Odası (KTO) YK’ye Rektör ve Yönetim Kurulu Başkanı hekim öğretim üyesi hakkında Onur Kurulu süreçlerinin başlatılması için yazılı başvuruda bulunmuştur. KTO YK içinde aynı üniversitede görev yapan üyeler bulunduğu için ilgili başvurular TTB MK’ye iletilmiştir. TTB MK’de gerekli işlemlerin yapılması için bu başvuruları en yakın illerden birisi olması sıfatıyla, İTO YK’ye göndermiştir. İTO YK’de yukarıda da paylaşıldığı gibi, 6023 sayılı Yasa’nın kendisine tanımladığı ödev gereği başvuruları incelenmesi için İTO Onur Kurulu’na göndermiştir. İnceleme sürecini başlatan Onur Kurulu Dr. Saadettin Hülagü’nün bilgisine başvurmuştur.
Bütünüyle ilgili yasaların belirlediği müeyyideler kapsamında yürütülen sürece karşın, İstanbul Cumhuriyet Savcılığı Dr. Saadettin Hülagü’nün İTO YK hakkındaki suç duyurusunu kabul edip dava açmış, 27. Asliye Ceza Mahkemesi de YK üyelerinin her birine 5’er ay ceza vermiştir. Unutulmamalıdır ki hekimlik değerleri mahkeme kararlarından üstündür!
Bir üniversite için
“Çok korkan öğretim üyelerine daha az korkan öğretim üyelerini üniversiteden attırma” uygulaması bilindiği kadarıyla ilk defa 1933 yılında Almanya üniversitelerinde gerçekleştirilmişti. Türkiye üniversitelerinde de 2016 ve daha sonraki yıllarda bu uygulamaları yaşadık. Son iki haftadır yeniden başlatılan belediyelere kayyım atanma hukuksuzluğuna, yurttaşların anayasayla tanımlanmış olan seçme ve seçilme hakkına yönelik gasplara karşı üniversitelerin derin sessizliği de yargının aldığı rol de rastlantı değildir.
John Stuart Mill, “Özgürlük Üzerine” başlıklı makalesinde üniversite özgürlüğünün içeriğini; “(...) Bir üniversite için, bireyin siyaseten baskın bir ideolojinin titreten-felç edici etkisinden korkmaksızın, görüşünü ifade etmekte kendisini özgür hissetmesinin güvence altında olmasından daha temel bir ikinci şey yoktur. …” cümlesiyle tanımlamıştır. Bu güvencenin olmadığı yapıların üniversite olarak kabul edilmesi mümkün değildir. (OH/TY)
* Kaynakça: https://barisicinakademisyenler.net
Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu'nun bianet'te yayımlanan tüm yazılarını görmek için tıklayın.