Donghak-sa Tapınağı’na gitmek üzere taksideyim. Şoför sanki arabada müşteri yokmuşcasına rahat, parmaklarıyla direksiyonda tempo tutup CD çalardan duyulan içli slow şarkıya yüksek sesle eşlik ediyor, ağzındaki sakızı şaklata şaklata çiğniyor, o da yetmezmiş gibi neşeli balonlar patlatıyor. “Coşkusal bir insan galiba” deyip, gülümseyerek dışarıyı izlemeye devam ediyorum. Bildiğimiz mezar taşları yerine mermer heykellerin kullanıldığı bir mezarlık, dünya kupası stadyumu, köşe başında kitsch plastik çiçekler satan çiçekçi ve tabii yüzlerce devasa ultra-modern binayı geçerek Gyeryong-san Ulusal Parkı’na geliyoruz. Sık orman, kuşlar, sincaplar, şırıldayan dere, gezinti halinde insanlar biraz olsun sakinleşmemi sağlıyor. Ankara’dan başlayan ve İstanbul üzerinden Seul Inchon Havaalanı’na yaklaşık 14 saat süren yolculuk ve bir sürü “ilginç” şeyle dolu günün ertesinde parkta geçirdiğim birkaç saatin Güney Kore’de yaşayacağım tek sakin ve huzurlu zaman olduğunu sezebilseydim, memlekete dönene kadar oradan çıkmazdım belki, kim bilir.
Kültür teknolojisi konulu uluslararası bir foruma katılmak için Güney Kore’nin Tecon (Daejeon) şehrindeyim. Aslında gelmeden önce de oldukça ana akım bir forum olacağını tahmin etmiştim ama kediyi öldüren merakmış, gelmiş bulundum. Hele bir de çaylar şirketten olunca…
Forum şehirde bulunan ileri teknoloji enstitüsünde düzenleniyor. Yapılan sunuşların hatırı sayılır bir bölümü bilgisayar bilimleri, mühendislik ve mimari alanından olduğundan, sosyal bilimler alanından gelme bizler için hafiften başlayan Fransız kalma durumu, forumun genel gidişatı ve katılımcıların söylemleri belirginleşmeye başladıkça yerini “Allahım ben nerdeyim” duygusuna bırakıyor. Görebildiğimiz kadarıyla ülkenin taşına toprağına sinmiş bir tür “Asya tipi kapitalizm”, can sıkıcı biçimde yüksek teknoloji, gereksiz lüks tüketim (lüks zaten gereksizdir değil mi?), insanı ezen, hiçleştiren mimari, oraya buraya serpiştirilmiş heyula gibi fallik heykeller, kuleler…
Allahtan liderlik öğrenilebiliyormuş!
Üniversite-sanayi işbirliğinin altın(!) örneğini sergileyen böyle bir enstitüde teknolojinin yansız olmadığını; kapitalizm, militarizm, toplumsal cinsiyet gibi ideolojilerin teknolojinin içine gömülü olduğunu; bununla da yetinmeyip internetin ve bilişim teknolojilerinin hiç de söylendiği gibi pembe bir dünya sunmadığını, bir mücadele alanı olduğunu söyleyince bana bakan gözlerde Müslüman mahallesinde salyangoz satan kişi olduğumu görüyorum. Memleketteki ‘politikliğimizin’ hep az olması, hiç yetmemesi durumu ile başka ülkelere gittiğimde hissettiğim aslında fazla eleştirel olduğum, hayatı fazla politik bir yerden algıladığım hissiyatı arasındaki tuhaf gerilimi yaşıyorum yine. Üçüncü dünyalı olma hali. İçerde de fazla, dışarıda da…Neyse ki, ertesi gün ABD sosunda marine edilmiş konuk iş adamı bizlere iyi (!) haberi veriyor da hepimiz derin bir oh çekiyoruz: Lider olabilmek için lider doğmak gerekmiyormuş, liderlik öğrenilebilirmiş! Söz konusu liderliğin dahice fikirleri azami kâra dönüştürecek bir bilişim şirketi liderliği olduğunu hatırlatmaya gerek var mı?
Akademik (!) rekabet had safhada
Foruma enstitüdeki hocalar ve son teknoloji lisans ve yüksek lisans öğrencileri de katılıyor. Ama ne katılmak! Forum salonundaki dinleyici öğrencilerin yarıya yakını son model dizüstü bilgisayarlarını açıyor, bunların da yarısı orada bulunma görevini yerine getirirken, kulaklığını takıp bilgisayar oyunu oynuyor, film, klip, dizi film vs. izliyor. Kuaförden veya güzellik salonundan okula gelmiş gibi duran kız öğrencilerin bir kısmı ise ancak düğünde seyranda görmeye alışık olduğumuz inanılmaz yüksek çivi topuklu, dekolte terlik ayakkabılarla etrafta dolanıyor tıkır tıkır. Zaten, fazlasıyla ‘dişi’ Güney Koreli kadınların yanında kendimizi bir nevi odun gibi hissediyoruz. Burada herkes çok bakımlı, çok temiz, çok gıcır, çok trendy. İş adamı kılıklı orta yaş ve üstü erkeklerin vücut dilleri, giyim tarzları bizdeki Anadolu tipi iş adamlarını hatırlatıyor çokça. Lakin, konuşmadaki vurgu, tonlama, jest ve mimikler sanki İskandinav erkekleri gibi erkeklerin olduğu bir memleketten geliyormuşuz gibi fazla sert geliyor bize.
Arada bir yağan yağmur, sıcağı ve nemi hafifletiyor ama ortamın sıkıcılığına ve etrafta sürekli tanık olmak durumunda kaldığımız “en iyi performans benimki”, “profesörlerle en kanka benim”, “kahve arasında, yemekte nasıl yapsam da profesörün yanında otursam” rekabeti ve telaşından daralan ruhumuza faydası yok.
Sarılan pijama
Forumdaki en fantastik sunuştan söz etmezsek ayıp olur. İşler aile, çocuk vb. duygusal meseleler nedeniyle kesintiye uğramasın, anne ve babalar hep daha çok çalışabilsin diye dahiyane bir fikir geliştirilmiş: Baba ve anne maket bir ayıya sarılarak vücut izlerini (sarılma şiddeti, vücut ısısı, vs.) elektronik ortama kaydediyorlar. Daha sonra bu bilgi çocuklar için özel hazırlanan “sarılan pijama”ya yükleniyor. Böylece mesela, baba iş gezisinde ya da anne ofisteyken evdeki çocuğun giydiği teknolojik pijamaya cep telefonundan kısa mesaj gönderiyorlar, pijamanın içinde bulunan sistem de hafızasında bulunan bilgiyi harekete geçirerek çocukta sanki annesi ya da babası sarılıyormuş duygusu uyandırıyor. Eğer baba çok uzaktaysa pijamanın ya da üzerindeki çiçek desenlerinin rengi koyulaşıyor, yaklaştıkça renk açılıyor. Böylece çocuk anne ya da babasına yakında kavuşacağını anlıyor. Uzaktayken sevgilinizin beline sarılmak isterseniz, onu da tişörtüne kısa mesaj göndererek yapabiliyorsunuz. G. Kore’de “Capon yapmış abi” duygusunu en çok hissettiğimiz durum buydu sanırsak.
High teknoloji klozetler
Binaların hemen girişinde bulunan “şemsiye elbiseleme” diyebileceğimiz aletleri saymazsak tabii. Yağmurdan şemsiyenizle geldiniz, öyle bizdeki gibi şemsiyemi açıp şöyle kenara koyayım, suları süzülsün yok. Şemsiyenizi sapından tutup bu aletin içine sokuyorsunuz, vıjjjtt hemen naylonla kaplıyor, ne elbiseniz ne de binanın içi ıslanıp çamurlanıyor. Bir restoranda yemek yediniz, yanınızda diş fırçanız yoksa bile, ağız kokusunu gidermek için bir Kore çözümü var: Tuvalette bulunan minik kağıt kesekağıtları ile ferahlatıcı ağız sıvılarından alıp işinizi görebilirsiniz.
Aman ha, olur da yolunuz G. Kore’ye düşerse, üzerinde kırk tane Korece yazılı düğme bulunan yüksek teknoloji klozetleri dikkatli kullanın. Muhtemelen yıkayan, kurulayan, üfleyen, koku sıkan düğmelere gelişigüzel bastığınızda çeşitli Mr. Bean durumları yaşamak işten bile değil. Burjuvazinin b.kuyla mücadelede geldiği son nokta. Şimdilik…
“Başını Kore’ye geldiğin için mi açtın?”
Tabii ki, bir ülkeyi ve kültürünü tanımak için gece hayatına karışmak gerektiğini unutmuyoruz. Hayatında ilk defa Kore’ye gelmiş Çinli, Danimarkalı, İngiliz ve Türk’ten oluşan rehbersiz bir grup olarak, kendimizi bol ışıklı bir “barlar sokağı”nda görece elit Moonlight’a atıyoruz. Sahnenin arkasındaki dev ekranda güreş müsabakası görüntüleri, ön tarafta ise yan flütle bayık Yesterday, Don’t Cry for me Argentina gibi şeyler çalan “çakma Zamfir”e bir bira içimi süre dayanıp, aldığımız öneriler doğrultusunda “harbi rock” yapan bir yere gidiyoruz: BedRock! Burası da Moonlight gibi takım elbiseli iş adamları ve onların tuvalete götürüp kapıda bekledikleri sevgililerinin ağırlıkta olduğu bir yer. Sahnede ise, oldukça göz alıcı, iddialı bir kadın şarkı söylüyor: Hotel California. Dans pistindeki manzaralar, 80’lerin gazoza ilaç atmalı Türk filmlerinin disko sahnelerindeki gibi. Günlerdir süren absürtlükler sinir bozukluğuyla birleşince makaraları koyveriyoruz. Zira, “yüzde 99’u Müslüman olan” bir ülkeden gelen bir kadın olarak karşılaştığım soru ve tepkiler sınırlarımı zorlamaya başlıyor. Başımı Kore’ye geldiğim için mi açmıştım? Günde beş vakit namaz kılmıyor muyum? Yoksa domuz eti mi yiyorum? Bira içmem günah değil mi? İkinci bardak da çok olmuyor mu? Ta Türkiye’den buraya tek başıma mı gelmişim? Yok, babam ve erkek kardeşim havaalanında bekliyor, birlikte döneceğiz! Bu tür ortamlarda hiç istemediğin halde ülkenin tüm temsiliyetini üzerinde taşımak oldukça bunaltıcıdır. Ancak üniversite çevresinden insanlardan gelen ve daha önce gittiğim hiçbir Avrupa ülkesinde karşılaşmadığım türden sorulara muhatap olmak G. Kore’nin içine kapanıklığından mı, ABD’yle fazla içli dışlı olmaktan kaynaklı bir tür post-11 Eylül sendromundan mı, yoksa bizim içerden pek fark etmediğimiz ve fakat AKP’li Türkiye’nin genel olarak dünyada algılanış biçiminden mi kaynaklandı, pek çıkaramadım. Yoksa uluslararası medya Türkiye’de kadınların başını kapatma zorunluluğu olduğunu anlatmıştı da bizim haberimiz mi yoktu?
Kaldığımız misafirhaneye dönerken bir taksiye atlıyoruz. Şoför aynı değil ama, o da arabada çalan şarkıyı yüksek sesle söyleyip, vücudunun üst kısmıyla da hafif hafif dans ediyor. Demek ki normal olan bu. Oldukça mütevazı konukevindeki odamıza giriyoruz, kapımız kendiliğinden jıvvv vııjj kitleniyor, televizyonda şeker ve zeytinyağından yapılan, doğaya zarar vermeyen deterjan (sugar bubbles) Close Up reklamını izliyoruz, konukevinin balkonundan görünen açık hava eğlence merkezindeki dev sinema perdesinde bir Kore mafya filmi oynuyor, geleneksel Kore tarzı yer yatağımıza uzanıyoruz, dışarıdaki otobandan vınlayıp geçen son model arabaların sesiyle uykuya dalıyoruz.
“G. Kore’deyiz, mutluyuz”
Gitmeden yaptığımız küçük araştırmaya göre ülkenin yarıdan fazlası ateist, yaklaşık yüzde 30’u Hıristiyan ve yüzde 20’si Budist. Merkezi yerlerden uzak Budist tapınaklarıyla karşılaştırıldığında adım başı kiliseyle karşılaşıyoruz. Amerikalılar bu konuda da boş durmamış anlaşılan. Sohbet ettiğim birkaç Güney Koreli, geçmişte çok acılar çekildiğini, birçok akrabalarının Kuzey Kore’de kaldığını, ancak kendileri şu an G. Kore’de oldukları için çok mutlu olduklarını söylüyor. Sohbet nasıl olup da işkence ve insan hakları meselesine geldiğinde, en muhalif görünen birine ülkelerinde işkence olup olmadığını soruyorum. Doğrudan yanıt vermekten çekiniyor, gözleri dalıyor. Susuyoruz*.
Suşiyle kahvaltı
Son günümüz özlemle peynirli sandviç beklerken suşi sandviçle başlayıp, oradan oraya koşturulan oldukça turistik bir Seul gezisiyle geçiyor. Günün sonunda bir parkta soluklanıp, bir müzik dinletisini dinler ve tüm bu çılgınlığa bir anlam vermeye çalışırken bir sigara yakalım diyoruz. İki nefes çekmemişken görevli gelip “yassah hemşerim” diyor, hatta elimizden alıp söndürme görevini de büyük bir güleryüzlülükle üstleniyor.
Son geceyi, bir konukevinin sekiz kişilik odasında geçiriyorum. Ranza arkadaşım, beş aylıkken İsveçli bir aile tarafından evlat edinilen 22 yaşında Koreli genç bir kız. İsveç’te Kore dilinde üniversite eğitimi görmüş, aslında son iki yıldır sevgilisiyle Singapur’da yaşıyormuş, şimdi de hem gerçek ailesinin izlerini bulmaya hem de Korece pratik yapmaya gelmiş. “Ne kadar sıradan bir hayatım var” diye düşünerek kafamı yastığa gömüyorum.