22 temmuz 2007 genel seçimi için öncelikle söylenmesi gereken şey, Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ve Avrupa Birliği'nin (AB) siyasi istikrar beklentisi doğrultusunda sonuçlanmış olmasıdır.
Seçimlerin hemen öncesinde ABD'nin 1 milyar dolar hibe ve 6 milyar dolarlık kredi desteği, Adalet ve Kalkınma Partisi'yle (AKP) ile uzlaşıldığının parasal göstergesiydi. AB çevrelerinde AKP, son birkaç yıldan beri Türkiye'yi AB müktesabatı çerçevesinde Avrupa ailesine katan ve "ılımlı islam" ya da "demokratik islam"cı bir siyasi parti olarak destek gördü.
Aynı ortamda Türkiye, terörle mücadele stratejisinin bir parçası olarak ve radikal islami hareketlerin yükselişine karşı, AB değerleriyle islami değerleri bağdaştırabilecek bir tampon Müslüman ülke, "Müslüman Türkiye" olarak tanıtıldı.
Bu parasal ve siyasi dış destek ve yönlendirme seçimlerde başarıya ulaştı, islami siyasallaşma, "cumhur"un iradesi olarak, laik Kemalist düşüncenin Türkiye siyasi yaşamındaki etkisini bertaraf etti.
İkinci etmen kuşkusuz, iç destekten oluşuyor. Büyük sermaye ile küçük ve orta ölçekli sermaye ve örgütleri, bunların sözcülüğünü yapan basın-yayın tekelleri; orta sınıfları da yönlendirerek kentte ve kırda AKP'yi yeniden ve daha da güçlendirerek tek başına hükümet olacak çoğunluğa taşıdı.
Siyasi daralma
Bu seçimlerin gözüken ve bilinen bir başka gerçeği; liberal ekonomik modele almaşık oluşturacak, temel hak ve özgürlüklerden yana, Kürt sorununa adını koyarak yaklaşan bir muhalif siyasal görüş ve bu görüşleri savunan bir muhalif siyasi parti bulunmayışıydı.
Parlamentoya girme ihtimali bulunan siyasi partilerin adları ve programları kağıt üzerinde bir farktan ibaretti. Bu yaygın benzeşmenin ve ittifakın bir başka adı siyasal daralmadır. Bunun II. Dünya Savaşı sonrası yarım yüzyılı aşan soğuk savaş döneminin,komünizme karşı bir projesi olduğunu hatırlamak gerekir.
Çok partili siyasi yaşama geçilen ellili yıllarda başlayan ve askeri darbelerle her seferinde yeniden üretilen bir hegemonyanın islami iktidarı ile karşı karşıyayız.
Darbelerle enkaz haline getirilen Türkiye siyasi yaşamında, islam, çoğunluğa dayalı "siyasi istikrarın" ve "milli birlik ve beraberlik ruhunun" ve programının en etkili harcı haline geldi.
Bu imha sürecinin doğal bir sonucu olarak siyasi islami hareket dışında, sermaye ya da emek cephesinin hiç bir siyasi hareketi veya partisi yaşam şansı bulamadı kimliklerini oluşturamadı, meşrulaşamadı. 28 Şubat süreci Erbakan radikalizminin Erdoğan'la ılımlı hale getirilmesidir, bir balans ayarıdır.
Erbakan'ın "İslami Cumhuriyete dönüşümün kanlı mı kansız mı olacağı" sorusuna Erdoğan'la verilen iyi hazırlanmış bir yanıttır AKP'nin seçim yengisi. Temel taşları 1950'lerden itibaren oynatılan Cumhuriyet projesinden arta kalan, Mustafa Kemal Atatürk'ün karizmatik liderliğidir.
Onun da, de yabancı ve yerli bazı yorumculara göre, çağdaş mümessili Recep Tayyip Erdoğan'dır zaten. CHP bu tsunami ölçeğindeki ve özellikle AB tarafından şişirilen bu sahte demokrat islami dalgayı göğüsleyecek kararlı ve güçlü bir sol parti misyonunu üstlenmedi. Sağdan medet umarak ve sağa kayarak parlamentoda temsil edilmekle yetindi.
Demokrasi, özgürlükler, adalet denklemde yok
Bu İslami yükseliş gerçekleşirken, komünist, sosyalist ve devrimci solun özel harekat planlarıyla sistematik ve sürekli olarak yok edilmeye çalışıldığını da hatırlamak gerekir.
Gerçek sol bu nedenle hep "kökü dışarda", başka bir değişle yabancı kaldı. Bu seçimlerde de hiç itibar görmedi bu partiler. "Parlamentoya sosyalizmin bayrağını dikeceğini" ifade eden Özgürlük ve Dayanışma Partisi (ÖDP) eski Genel Başkanı Ufuk Uras Kürt oylarının desteğiyle bağımsız aday olarak seçilebildi.
Ancak, tüm uluslararası kuruluşlar Türkiye'deki rejimi demokratik ve yapılan seçimleri özgür ve adil olarak niteliyor. Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (AGİT) heyetinin seçim sonrası raporu, barajı eleştirmesine rağmen esas olarak sisteme geçer not verdi.
Gerçek solu olmayan, yasaklarla baskılarla yüzde 10 baraj kısıtlamalarıyla, Kürt oylarını geçersiz kılmak üzere iktidar ve muhalefetin anlaşmasıyla hazırlanmış oy pusulası oyunlarıyla Şırnak, Bitlis ve Hakkari'de ilan edilmiş güvenlik bölgesindeki baskı uygulamalarıyla, şehit cenazeleriyle beslenmiş, örülmüş, örgütlenmiş, demokrasiyle, özgülüklerle, adaletle yakın uzak ilgisi olmayan bir oyunla karşı karşıyayız. AKP bu hileli oyunun baş aktörü olarak etkin bir rol sergiledi.
DTP'nin başarısı
Özet olarak, azınlık temsilcilerine karşı işlenen siyasi cinayetler, emekli generaller tarafından örgütlenen ve yönetilen paramiliter derneklerin sahneye çıkması, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin (TSK) laiklik atağı, Cumhuriyet mitingleri, "Terörle Mücadele" Mitingleri; Irak'a müdahale için TSK'dan gelen baskılar, Cumhurbaşkanı seçimlerinin engellenmesi, bir miktar Milliyetçi Hareket Partisi'nin (MHP) ama esas olarak AKP'nin değirmenine su taşıdı.
Genelkurmay Başkanı ile Başbakanın Dolmabahçe Sarayında yaptıkları toplantıdan sonra özellikle terörle mücadele üzerine varılan uzlaşma yeni AKP iktidarının önemli aşamalarından birini oluşturmuştur.
Bu seçimlerin en önemli kazanımı DTP'nin örgütlediği ve başarıyla yönettiği "Bin Umut" hareketi oldu. Bütün baskılara, oy hırsızlığına, hilelere, ve Hakkari'den bağımsız aday olarak seçilen Sebahattin Suvağcı'nın seçilmişliğinin sınır kapılarında kullanılan oyların dağılımı sonucunda düşürülmesi gibi şüpheli uygulamalara rağmen DTP'nin parlamentoda grup kuracak milletvekili sayısına ulaşmış olması tarihi bir başarının ifadesidir.
Kürtler böylece ilk defa olmak üzere sorunlarını doğrudan ve parlamento çatısı altında ifade etme olanağı bulacaklardır. Kürtler bu dönemde siyasi haklarını kullanma açısından önemli bir sınav dönemi yaşayacaklardır.
DTP oylarının düştüğüne dair yorumların gerçekten demokratik bir ortamda geçerli olamayacağı da kaydedilmesi gereken bir başka noktadır. Ancak AKP'nin Kürt oylarını önemli ölçüde arttırması kaydedilmesi gereken bir başka önemli noktadır.
Sivil girişimlerin iyi niyetli ve yoğun çabalarının seçimlerde başarılı olamaması önemli bir ders olmalıdır. Örgütlü siyasi mücadelenin önemini azaltan ve küçümseyen yaklaşımların gündem oluşturması, sivil toplumculuğun siyasi yarışmada abartılması ve sahte umutları beslemesi de önemli bir yanlışa tekabül etmiş, bu girişim siyasi temsiliyet açısından sonuç elde edememiştir.
DTP'nin İstanbul, Ankara ve İzmir'de bağımsız aday girişimlerinin belirlediği isimlerin aday olarak seçime gireceği bölgede başka adaylar çıkarması eleştiriye değer bir davranış olmuştur.
Seçim heyecanının ve AKP'nin elde ettiği ve bazı araştırma gruplarınca da seçim öncesinde tahmin edilen başarısının yarattığı ortamda tekrar etmemiz gereken başka bir gerçeklik var.
O da, bu parlamentonun da, mevcut seçim ve siyasi partiler yasasının verdiği olanaklar çerçevesinde bir atanmışlar parlamentosu olarak yeniden şekillenmiş olmasıdır. Bu kez seçmen oylarının büyük oranda temsil edildiği ve daha adil bir sonuç çıktığı yorumları da gerçeği yansıtmıyor.(YÖ/EÜ)
* Yavuz Önen, Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV) Başkanı.