İroniye ve tezata bakın!.. Adına "Güneş Harekatı" denilen 25. kara harekatının bitişi tam bir muammaya dönüştü. Ana akım medyanın şimdilik bir "iletişim kazası", kamuoyu diplomasisi zaafı veya birazcık daha eleştirel bir tavırla oldukça "başarılı" askeri harekat ama buna gölge düşüren bir "siyasi skandal" diyerek vaziyet aldığı; daha yerinde bir ifadeyle geçiştirmeye çalıştığı bir muamma. Durumu belki de en iyi Hürriyet’ten Yılmaz Özdil’in 1 Mart tarihli yazısının başlığı özetliyor: "Güneş Tutulması!".
Aslına bakılırsa, her ne kadar Genelkurmay, hükümet, muhalefet ve gerçeklerden kopmuş tam gaz bir psikolojik savaş icra ederken birdenbire şapa oturan ana akım medya tartışmayı bu noktaya kilitlemek istiyorsa da, sadece sonuçlanma biçimi değil, harekatın bütünü kuşku altında. Mesele basitçe son andaki hatalar nedeniyle oluşmuş bir "algılama"dan, hafif bir burukluktan, tam bir zafer dururken daha azına razı olmak gibi bir ketlenme duygusundan ibaret değil.
Hükümet ve Genelkurmay, "ABD’nin baskısıyla mı yoksa kendi irademizle mi beklenmedik biçimde ve erken çekildik" gibisinden kısır bir çerçeveye hapsedilemeyecek ağır bir inandırıcılık sorunuyla yüz yüze. Yetkililerin açıklamalarından tatmin olmayan Fehmi Koru’nun, 1 Mart tarihli yazısını "olan bitenin muhakkak bir anlamı olmalı, ama ne?" sorusuyla bitirmesi, bu inandırıcılık sorununun bir tezahürü. Hakeza, Cengiz Çandar’ın aynı tarihli yazısındaki vurgusu da: "Kara harekatının neden ve nasıl böyle aniden duruverdiği, belki ilerde ortaya çıkacak bir "sır" olarak kalacak."
Siyasi ve askeri sorumluların bu inandırıcılık bunalımından basit manevralarla sıyrılmaları mümkün mü? Galiba bu kez hiçbir saptırma ve kapatma çabası harekatın üstündeki giz perdesinin aralanmasını, şimdilik "sır" gibi duranın açığa çıkmasını önleyemeyecek.
Zira "Güneş Harekatı" denilen olay, çok taraflı ve çok tanıklı bir olay. Ankara’da kapatsanız bile, Washington’da, Bağdat’da ve Erbil’de olay eşelenir. Ayrıca, harekata katılan binlerce askerin tanıklığı var. Bazı durumlarda gücünü hiç hafife alamayacağınız fısıltı gazetesinin muazzam bir tiraj yapması da bir olasılık.
Dolayısıyla, bu harekatın askeri ve siyasi sorumlularına söylenecek şey şudur: Pek hoşlanmayacağınız birileri bir zamanlar "açıklık kendi açtığı yarayı kapatan bir kılıçtır" demişti. Çok doğru bir sözdür. Bir kerecik olsun ve yol yakınken bu istikamete girmenizde sonsuz fayda var. Zira güneş balçıkla sıvanmaz…
"Sır" mı dediniz?
Tekrar Fehmi Koru’nun bilmecemsi ve manidar sorusuna ve Cengiz Çandar’ın "sır" dediği şeye dönebiliriz. Koru, yazısında bir soru daha soruyor:
"İtibarına aşırı düşkün olduğu bilinen TSK, çekilme kararıyla birlikte yaptığı açıklamalarla, krizi iyi yönetemediği hissini doğurmuş oldu. Washington'un rahatsızlığı mı zamanında öğrenilemedi, yoksa itibarı kurtaracak kadar bir zaman aralığı mı tanınmadı Türkiye'ye? İkisi de iyi değil bu seçeneklerin..."
ABD Savunma Bakanı Gates’in ve Bush’un sözlerinin "birkaç saat içinde çıkın" anlamına gelmediğini söyleyen Çandar da, oluşan görüntünün hayli yakışıksız olduğu kanısında:
"Ya, Bush ağzını açtığında, Gates’den mesaj alındığında, birkaç saat sonra Kuzey Irak’tan çekilme olacaksa, ‘Amerika’ya efeleniyor’ görüntüsü vermeseydiniz; veya madem verdiniz, bari, bir 48 saat sonra çekilmeyi başlatsaydınız."
Koru ve Çandar, temelsiz diklenmeler ve Genelkurmay Başkanı Orgeneral Büyükanıt dahil çeşitli yetkililerin daha bir gün önceki beyanlarının yol açtığı sıkıntılı durum konusunda haklı olabilirler. Ama peşinde oldukları sırrı bulmak için yanlış yeri kurcalıyorlar. Veya bildikleri bir sırrı ilk ifşa eden olmak istemedikleri için bizden esirgiyor ve kışkırtıcı sorularla etrafı kollamaya devam ediyorlar.
Cengiz Çandar’dan al haberi
Ama Çandar’a haksızlık etmeyelim. Haber alma kaynakları hayli geniş ve ciheti ABD’ye dönük duyargaları oldukça güçlü olan Çandar, harekat boyunca yazdığı yazılarda farklı bir frekanstan konuştu ve gidişatla ilgili önemli ipuçları verdi. Örneğin, 26 Şubat tarihli Referans’ta şunları yazdı:
"Irak'ın kuzey sınır bölgelerinde girişilen kara harekatı dördüncü günü doldururken bunun bir ‘piknik gezintisi’ olmadığı, yüksek sayılması gereken can kayıplarından belli oluyor. Harekata subay ve astsubayların katılması, yani "uzman birlikler"in görev alması, ‘acemi askerler’in sahada bulunmaması, yüksek sayıdaki can kaybını daha da anlamlı kılıyor.
"Çatışmanın sertliği; süresi ve kapsamına ilişkin soru işaretlerini de beraberinde getiriyor."
Bu ipucunu yetersiz buluyorsanız, Çandar’ın bir sonraki gün yazdıklarına başvurabiliriz. Kendisini psikolojik savaşın galeyanına kaptırmayan Çandar, harekatın seyrini ve ABD’nin acelesini ilginç bir kıyaslamayla, İsrail ile Hizbullah arasındaki 34 günlük savaşa göndermeyle anlatmaya çalıştı:
"Unutmayalım, ABD, o tarihte İsrail'in arkasında kararlılıkla dururken, savaş, Lübnan'daki müttefiki, Suriye'ye karşı ayakta tutmak istediği Başbakan Fuad Siniora'nın durumunu zayıflatıyor, ona karşı Hizbullah'ı güçlendiriyordu.
"İllâ bir "analoji" yapılacaksa, Amerika açısından benzeri durum, şimdi Türkiye-Kuzey Irak denklemi bakımından söz konusu. Lübnan yerine Kuzey Irak sözcüklerini, İsrail'in yerine Türkiye'yi, Fuad Siniora'nın yerine Erbil Kürt hükümetini yerleştirin; çok çarpıcı bir benzerlik ortaya çıkar."
Gerçi yukarıdaki kıyaslamanın ve daha doğrusu eşleştirmenin bir eksiği var ama artık arif olan anlar. Ne dersiniz, Çandar sırrı bilmiyor mu?
Gene de bu Lübnan benzetmesi iki hatta üç önemli farkı unutturmamalıdır: Arazi ve mevsim şartları ile TSK’nin bu kez düzenli ordu eliyle yürütülen, düzenli ordunun olanaklarıyla desteklenen bir tür "gerilla savaşı" denemesi yapması. Bunlar harekatın seyri ve sonlandırılması bakımından önemli etkenler mi? Evet, hem de çok. Özellikle mevsim şartları önemli. Durumun böyle olduğunu görmek için Genelkurmay Başkanlığı'nın açıklamalarının ayrıntılarına ve satır aralarına bakmamız gerekiyor.
İlginç bir zamanlama
"Güneş Harekatı"nın zamanlaması, biri siyasi diğeri askeri olmak üzere iki nedenle ilginç. Siyasi açıdan zamanlamayı ilginç kılan, kamuoyunun "türban" sorunu etrafında kutuplaştığı, TSK’nin alanı boşaltarak "laik ve cumhuriyetçi" cenahı başsız bıraktığı, bu cenahta yeni ve henüz yönünü bulmamış arayışların başladığı bir konjonktüre denk gelmesiydi. Bu koşullarda başlamış bir harekat, ister istemez TSK-AKP mutabakatının ve Kürt sorunu bağlamında bu iki odağın eşgüdümlü rol dağılımının sürdüğü, tarafların birbirlerinin elini rahatlattığı, hatta harekattan aynı zamanda "türban" gerilimini geriye itme ve yatıştırma işlevi görmesinin de beklendiği anlamına geliyor.
Askeri nedense harekatın elverişsiz bir mevsimde yapılması. Genelkurmay, bu hususla ilgili eleştirileri peşinen bertaraf etmek için, açıklamasında bunu "reddedilmez" bir gerekçeye dayandırmaya çalışıyor:
"Harekatın hava şartları açısından elverişsiz bir mevsimde icra edilmesi, baskın sağlamak ve Türk Silahlı Kuvvetlerinin her koşulda görev yapabilme yeteneklerinden faydalanmak için özellikle tercih edilmiştir. Ayrıca arazideki derin kar sayesinde, teröristlerin patlayıcı kullanma imkanları ellerinden alınmış ve patlayıcılardan kaynaklanan hiç bir zayiatımız olmamıştır."
Gelgelelim, patlayıcılardan dolayı zayiat vermeme hususu hariç bu hiç de sağlam ve "reddedilmez" bir gerekçe değildir. İlkin, harekatın tarihi Youtube adlı sitede zaten ifşa edildiği, dahası PKK hava harekatlarının başlamasından beri, eli kulağında bir kara harekatı beklentisiyle teyakkuza geçtiği, dolayısıyla bir "baskın" etkisi söz konusu olamayacağı için "reddedilmez" değildir. İkinci olarak, harekatın seyri tam tersini kanıtlamış, TSK kışa ve mevsim şartlarına karşı da "savaşmak" zorunda kalmıştır.
Satır aralarından sızanlar
Aslında, Genelkurmay'ın "özellikle tercih edilmiştir" diyerek adeta lehte bir etmen gibi sunduğu ağır kış koşullarının nasıl aleyhte bir etmen olarak iş gördüğünü anlamak için, harekat boyunca sipariş edilen görüntüler ve yurtiçine dönen birliklerin gözlerden kaçmayan "yorgun ve tıraşsız" hali bile yeter. Ama daha fazlası da var.
Son açıklama bir yana, daha önceki açıklamalarda "hava muhalefeti"nden söz edilmiyor mu? "Yoğun kar yağışı, manevrayı kısmen kısıtlamış ve birlikler bulundukları bölgelerde bütünleme ikmali" yapmıştır denmiyor mu? Bazı birliklerin "zinde kuvvetlerle" değiştirildiği belirtilmiyor mu?
Ya son açıklamadaki şu ayrıntılara ne demeli:
"Bölgede hava sıcaklığı gündüzleri 0 ila 5 derece, geceleri 0 ila –15 derece arasında değişmiştir. Kar kalınlığı vadilerde 0- 45 cm, yüksek kesimlerde ise 1-1,5 metre arasındadır. 25 ve 26 Şubat 2008 tarihlerinde bölgede yoğun sis ve tipi meydana gelmiştir."
Bu koşullar neden "özellikle tercih edilmiştir." Özellikle tercih edilmişse, Orgeneral Büyükanıt’ın şu serzenişi ne ile açıklanabilir: "Erken çekildi diyorlarsa, gitsinler orada bir 24 saat kalsınlar..." Serzeniş bununla bitmiyor, Büyükanıt geride birlik bırakılmalıydı diyenlere şu cevabı veriyor: "Orada birlik niye bırakmıyorsun? demek çok yanlış. Orada askerlerin ne şartlarda görev yaptıklarını biz biliyoruz. Ünlü bir sözü hatırlatmak istiyorum; ‘Ben sizden makul olmanızı beklemiyorum, insaflı olmanızı bekliyorum’ diye."
Evet, gerçekten de neresinden bakansanız bakın ortada tuhaf bir durum var. "Türk Silahlı Kuvvetleri'nin her koşulda görev yapabilme yeteneklerinden faydalanmak için" özellikle tercih edilen koşullar aniden can yakıcı bir yakınma konusu haline geliyor. Bu durum ister istemez şu soruya davetiye çıkarıyor: Acaba mini bir Sarıkamış faciasının eşiğinden mi dönüldü? Büyükanıt, çekilme ABD baskısıyla değil, "tamamen askeri gerekçelerle alınmış bir karardır" derken epeydir yüksek beklentiler içine sokulmuş bir kamuoyunun bir türlü anlamak istemediği bir gerçeğin etrafında dolanmıyor mu? Ve bu tabloyu Cengiz Çandar’ın çıtlattığı sırla birleştirdiğinizde "ani ve erken çekilme" muamması biraz olsun aydınlanmıyor mu?
Travma ve büyü bozumu
Haluk Gerger epeydir çubuğu tersine bükerek bir "Türk sorunu"ndan söz ediyor. Belki nispeten örtük biçimde öteden beri var olan ama "Kürt sorunu"nun iyece bariz hale getirdiği bir "Türk sorunu". Öyle gözüküyor ki, "Güneş harekatı" Kürt cenahında yeni "algılama"lara, beklentilere, arayışlara ve güç dizilişlerine yol açmakla kalmadı, Türk sorununu da ağırlaştırdı. Olay henüz taze olduğu için pek fark edilmese de, Türk halkı üzerinde bir travma etkisi yarattı. Bunun iç siyasette bir dizi artçı sarsıntıya yol açması kaçınılmaz.
Bu travmadan sağlıklı biçimde, çare diye milliyetçi ve şoven bir histeriye yuvarlanmadan, ayakları yere basan bir özgüven duygusuyla kurtulmanın tek bir yolu var: Onu bir büyü bozumuna dönüştürmek.
Malum, büyü bozumu bir uykudan, bir esrimeden, kapılıp gittiğimiz bir süredurumdan uyanıştır. Gözbağlarından kurtulmadır. Aradaki perdeleri kaldırarak kendinizle ve gerçeklikle yüzleşmedir. Bunun kolay olmadığı aşikar. Ama zoru başaramazsak Kürt sorunu da Türk sorunu da gittikçe derinleşen bir etnik yarılma eşliğinde ağırlaşmaya devam edecek. (KK/TK)