Yine bir haftada İsveç’in yıllık gündemine denk olaylar yaşadık.
Özgür Gündem’i basan kolluk kuvvetleri, gazete emekçilerini derdest etti. İçlerinde arkadaşım olanlar var. Hoş hiçbirini şahsen tanımasam da fark etmez. Her biri, elinde çay kaşığı misali gerçeğe ulaşmak için tünel kazan, medyanın Don Kişot’ları denilebilecek insanlar.
Özgür Gündem çalışanlarının böyle bir olaya muhatap olmaları aslında şaşırtıcı değil. Gazetenin tarihi zaten bu olaylarla, bu olaylara direnmesiyle, gerçeğin peşinde, ezilenin yanında saf tutmasıyla şekillendi.
Yani o kadar büyük bir tarih yatıyor ki orada, ne kadar kapanırsa o kadar devasalaşıyor.
Eline iki kerecik de olsa Özgür Gündem’i alan bu gerçeğin farkındadır.
Bir de gerçeği ortaya çıkarmanın bedeli var. Zaten gazetecilik de onun için modern şövalye mesleği. Burada gerçeğin ortaya çıkmaması için tüm kurumları ve kollarıyla harekete geçen devletin yanı sıra halkın/okuyucunun da bir sorumluluğu var. Halkın gerçeklerle ne kadar sağlıklı bir ilişkisi var tartışılır. Algı/gerçek arasındaki ilişkinin suya düşen kalem gibi kırgın olduğu bir çağa denk geldik. Belki de esas zorluk buradan kaynaklanıyor.
Bu olayın tabi bir de gazeteciler açısından önemi çok. Basın ve ifade özgürlüğü, özgürce söyleme, yazma, çizme… Yani olmazsa olmazlarımızın elimizden ne kadar kolay bir şekilde alınacağına dair de bir örnek aslında. Yeni bir örnek de değil.
Başkalarına çok önceden değse de bana da bundan 5 yıl evvel değmişliği var bu örneklerden birisinin.
2011 yılıydı. 11 Aralık’tı. İnsan Hakları Günü’nden bir gün sonraydı. O zaman bianet’te stajını tamamlamaya çalışan heyecanlı, genç bir gazeteci adayıydım. Taksim Meydanı’nda benle birlikte yaklaşık 50 gazeteci bir araya gelmiştik. Özgür Gündem yine baskı altındaydı. Muktedirler yine oklarını gazeteye çevirmişti.
Hem Özgür Gündem dağıtıyor, hem de haberi tamamlamak için eyleme katılanların görüşlerini alıyordum. O dönem Ahmet Şık ve Nedim Şener mahpustu. KCK davasında Kürdistan’a dair ne varsa hapse atılıyordu. Özgür Gündem de ne yaşarsa yaşasın, gazetecilerin -bir kısmı hariç- ilgisine bir türlü mazhar olamıyordu, zaten ne zaman olmuştu ki?
Eylem sırasında “bunca acıyı tarihinde barındıran bir gazeteye neden daha fazla gazeteci sahip çıkmıyor” sorusu kafamda dönüp dönüp durdu.
TIKLAYIN - ÖZGÜR GÜNDEM, ÖZGÜR BASIN
O sorunun cevabını, yine benim gibi gazeteci olan, ama gazeteci olmanın bedelini benden katbekat fazla ödeyen Faruk Arhan vermişti: "Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin yaratmak istediği bir gazeteci tipi var. Bugün Özgür Gündem bu isteğe karşı geldiği, devletin yazma dediği şeyi yazdığı için birçok baskıyla karşı karşıya."
Evet, Özgür Gündem’in “sorunu” aslında yazılmaması istenilen bir ton şeyi yazması.
Yoksa, neden koltuğunda rahatça oturup, köşe yazısını kaleme alan kalantorları dahi rahatsız etsin?
Arhan’ın söylediğine dönecek olursak, “Yeni Türkiye” denilen aklın, bugünlerde yaratmak istediği gazeteci tipi herkesin malumu.
Tırnaklarıyla kazısa da, dişleriyle tırmansa da Antep’teki patlamanın ardından, melun olayı anlatan muhabire “kimin düğünü” diye sormak mesela ideal bir tip.
“Özgür Gündem terör örgünün gazetesidir” yazıp, Aslı Erdoğan’ın tutuklanmasının ardından “Neymiş suçu Aslı Erdoğan’ın? Gazetenin aktif yöneticilerinden mi? Hayır!” diyerek, Özgür Gündem yöneticisi olmanın başlı başına bir suç olduğu imasını satırlara zerk etmek de öyle.
Özgür Gündem aslında hep aynı yerde. Birileri onun etrafında dolaşıyor, dört dönüyor. “Nasıl etsek de, ortadan kaldırsak” hesapları yapıyor. Ama sonra gazetenin o devasa tarihi, gazeteci olmak için yüreğinde heyecan taşıyan genci kaleminden yakalıyor.
Zaten hesap da o heyecanla, kuş tüyü koltuk peşinde koşanlar arasında geçiyor.
Gerçekle, yalanın içinde… (SM/HK)