Şubat deyince aklıma Sabahattin Ali gelir. 25 Şubat 1907’de doğmuştu usta…
Nisan deyince de Sabahattin Ali gelir. 2 Nisan 1948’de nedeni bilinmediği söylenen bir cinayete kurban gitmişti. Aslında nedeni bilinmektedir ve ben de daha çok bundan söz etmek istiyorum.
Sabahattin Ali’nin “Bütün Eserleri”ni okumaya başladığımda birbirinden güzel öykülerinden haberdardım: Hanende Melek’i, Yeni Dünya’yı, Hasanboğuldu’yu, Değirmen’i biliyordum. Onun dillere destan, şarkıları dillendiren şiirlerini ezberlemiştim. Romanlarından Kuyucaklı Yusuf’u da okumuştum.
Bütün bunlara rağmen, Sabahattin Ali’nin en çok merak ettiğim yapıtları; yazılarıydı. O koca kitapta Markopaşa Yazıları da vardı. Sabahattin Ali’nin (düzenin üstüne üstüne yürüyen o büyük adamın) düzen için bir tehlike olarak görülmesine yol açan işte o sivri dilli, korkusuz, gerçekleri bütün çıplaklığıyla insanların yüzüne haykıran Markopaşa Yazıları’ydı.
“Namuslu olmak ne zor şeymiş meğer! Bir gün Almanların pabucunu yalayan, ertesi gün İngilizlere takla atan, daha ertesi gün de Amerika’ya kavuk sallayan soysuzlar gibi olmak istemedik. Yalnız ve yalnız bir tek milletin önünde secdeye vardık. O da kendi cefakeş milletimizdir.”*
Sabahattin Ali’nin yazıları; onun dünyaya, insana acımasız bir gerçekçilikle bakışının kanıtıdır. Üstat; politikacı, gazeteci, yazar, şair, ne olursa olsun, düzenin bir parçası haline gelen herkesi yerden yere vurur. İşte onu delice sevdiği bu dünyadan koparan da bu eleştirel gerçekçiliğidir. Doğruları söyleme konusundaki korkusuzluğu, eskimişin, köhnemişin üstüne varmadaki cesaretidir.
“Yoksa şu veya bu yabancı devletin, kendi parlamento ve gazetelerinde bile şiddetle tenkit edilen yanlış siyasetini bazı başyazarlarımız gibi dalkavukça övmediğimiz için mi kökümüz dışarıda?”**
Sabahattin Ali hem öyküde, hem romanda, hem şiirde ve hem de yazıda yeni bir anlamın, daha farklı, yalansız bir dünyanın peşinden koştu. Maskeleri kaldırmaya, gerçeği bütün çıplaklığıyla göstermeye çalıştı ki; insan yalandan vazgeçsin, sessiz ve yalın bir biçimde yaşamın özüne ulaşsın. Onu genç yaşta aramızdan ayıran; bu arayışa tahammülü olmayan, yalan ve maskelere sığınan, insanın sömürülmesinden medet umanlardı.
“Yalancının en büyük azabı, sözlerine kimsenin inanmaması değil, kendisinin kimseye inanmaması imiş.
"Ne kadar doğru. Kendi menfaatlerinden başka bir şey düşünmeyen, dünyada, bütün varlıklarını, kendi hasis emellerini doyurabilmeye harcayan zavallılar, bu dünyada, -sadece rahat gönülle yaşayabilmek için de olsa,- bazı insanların rahatlarından, saadetlerinden, hatta selametlerinden fedakârlık etmeyenlerin başka insanların hayrına çalışabileceğine akıl erdiremiyorlar.”***
O yazıları tekrar tekrar okuyunca görüyoruz ki:
Onlar bugün için de geçerli yazılardır. Eskimeyen öykülerin, şiir ve romanların yaratıcısı Sabahattin Ali’nin yazılarında onun hâlâ ülkesi ve insanlık için büyük bir heyecanla atan kalbinin gümbürtüsünü duyuyoruz. Ve o gümbürtü, bizim yüreklerimizin gümbürtüsüne dönüşüyor. Çünkü onu okuyan kim olursa olsun, o deryanın bayıltıcı kokularıyla kendinden geçecek, sivri dilinin yol açtığı yumruklarla kendine gelecek, çevresine, değişmeyen, üstelik daha kötüye giden düzene onun gözleriyle bakacaktır. (SY/EA)
* Sabahattin Ali, “Ne Zor Şeymiş”, Bütün Eserleri (2017), Markopaşa Yazıları ve Ötekiler, s. 1548
** Sabahattin Ali, “Ayıp”, Bütün Eserleri (2017), Markopaşa Yazıları ve Ötekiler, s. 1501
*** Sabahattin Ali, “İnsanlara İnanmak”, Bütün Eserleri (2017), Markopaşa Yazıları ve Ötekiler, s. 1551