Bir yazar ve akademisyen olarak Türkiye’nin önemli kalemlerinden biri olan Pınar Kür, geçtiğimiz hafta yaşama veda ederken geri pek çok kitap bıraktı. Bunların bir çoğu kendi eserleri; Asılacak Kadın, Hayalet Hikayeleri, Cinayet Fakültesi, Bir Cinayet Romanı, Bir Deli Ağaç ve daha nice kitap.
Pınar Kür’ün edebiyata yaptığı en önemli katkılardan biri de çevirileri şüphesiz. Onun sayesinde okur olarak pek çok farklı yazarla tanıştık, bunlardan biri de Jean Rhys. Pınar Kür’ün kendisi gibi kadın karakterlerin iç dünyasına, evrensel baskılara ve özgürlüklere yoğunlaşan bir başka yazarı bulup, eserlerini Türkçe’ye çevirmesini çok kıymetli bir çaba.
Bir süredir Jean Rhys’ın “Geniş Geniş Bir Deniz” adlı romanı üzerine farklı bir okuma yapmaya çalışırken (Charlotte Brontë’nin Jane Eyre’siyle birlikte çapraz bir okuma gayreti içindeyim) Pınar Kür’ü kaybettiğimizi öğrenince, üzerine yazmak için farklı bir kitap seçtim: Daha önce okuduğum, sevdiğim, üzerine epey düşündüğüm başka bir Jean Rhys romanı. Bunu her iki kadına da hem edebiyata hem de dünyamıza kattıkları değer için bir teşekkür gibi düşünebilirsiniz.
Pınar Kür sayesinde tanıdığımız Jean Rhys ilginç bir yazar; hem kişisel yaşamı hem de yazı yolculuğu bile tek başına bir roman konusu. Kür’ün ironik ve kırılgan dünyasını bize açtığı Jean Rhys’ın epey bir kitabı var. Geniş Geniş Bir Deniz (Wide Sargasso Sea), Karanlıkta Yolculuk (Voyage in the Dark), Dörtlü (Quartet), Dalda Duran Kuşlar, Ayrılıktan Sonra (After Leaving Mr. Mackenzie) ve Günaydın Geceyarısı (Good Morning, Midnight) benim bildiklerim.
Rhys’ın romanlarına yarı otobiyografik demek mümkün. Ancak bireysel olanın aynı zamanda toplumsal, aynı zamanda evrensel olduğunu da çok net gösteriyor.
27 yıl küstürülen bir yazar
Günaydın Geceyarısı, Jean Rhys'ın 1939 tarihli romanı. Ancak yazarın bundan sonraki romanı Geniş Geniş Deniz'in çıkış tarihi ise 1966. Arada tam tamına 27 yıl var. Jean Rhys’ın edebiyat dünyasına küstüğü yıllar. Yazarın yazmaktan vazgeçtiğini sanmayın, yayımlamakla uğraşmamış.
Günaydın Geceyarısı yayımlandığında görmezden gelinmek bir yana oldukça sert eleştiriler alınca Jean Rhys kendi dünyasına çekilmiş. Taa ki bir oyuncu olan Selma Vaz Dias onun bu romanını tiyatroya ve BBC’de radyoya uyarlamak isteyene kadar. Geç gelen bu cesaretle Jean Rhys, 72 yaşında edebiyat sahnesine yeniden dönmüş ve ikinci kitabı ile de çıkış yapmış, ödüller almış.
Çağın ilerisinde olmak bazen insanı anlaşılmaz kılıyor ya Jean Rhys’ın durumu da bu. Rhys çok geç anlamışmış bir yazar ve ne yazık ki anlattıkları hâlâ geçerliliğini koruyor. Jean Rhys’ın romanlarında anlattığı kadınların hikayesi günümüzde yaşayan birçok insanla o kadar benzeşiyor ki… O zaman için fazla iç karartıcı bulunmuş, sanki her yer aydınlıkmış gibi.
Ne kahraman ne de kurban
Jean Rhys (1890 - 1979), Dominika’da doğmuş, sömürge geçmişi olan bir yazar. İngiliz edebiyatının merkezine hiçbir zaman tam anlamıyla alınmamış. Ne tam İngiliz olabilmiş ne de Karayip olarak kabul edilmiş, ötekileştirilmiş. Bu arada kalmış kimlik, yazdıklarına da sinmiş. Rhys’in anlatıcıları ne kahraman ne de kurban. Çoğu zaman toplumun kıyısında yaşayan, kırılmış ama hâlâ duyarlı kadınlar.
Günaydın Geceyarısı’nın anlatıcısı Sasha Jansen de öyle bir kadın; 30’larda, 40’larda yaşayan bir karakter değil sadece 2020’lerin dünyasında, günümüzde de varlığını sürdüren bir kadın.
Romanın başlığı, Emily Dickinson’ın aynı adlı şiirinden almış.
Günaydın, Gece Yarısı!
Dönüyorum yuvama,
Gün benden bıktı –
Nasıl dayansam yokluğuna?
Başlık her yönüyle tam bir ironi. Geceye günaydın demek, zamanda bir kırılma, karanlıkla selamlaşma. Bir anlamda yazarın dönüşü. Ama geçmişi de sırtına alarak. Biliyoruz ki geçmiş şimdiye hep musallat olur.
Emily Dickinson’ın şiirini epigraf olarak açılış sayfasına da taşıyan Günaydın Geceyarısı, düz bir olay anlatımından çok, bir içsel yıkımın, zamanla çözülmenin ve hatırlamanın romanı: Orta yaşını geçmiş, ekonomik ve duygusal anlamda yoksullaşmış Sasha Jansen’in Paris sokaklarında savruluşunu anlatıyor.
Biçimsel olarak modernist bir roman, parçalanmış zaman ve bilinç akışı eşliğinde ilerleyen anlatı, yalnızca bireyin değil aynı zamanda çağın ruhsal çözümlenmesi. Rhys yalnızca bir kadının çöküşünü değil, ‘modernite’nin kadınlar üzerindeki çok katmanlı yükünü yazmış diyebiliriz.
Sadece anıların değil yoksunluğun romanı
Bu anlamda Günaydın Geceyarısı, yazarın otobiyografik izlerini taşıyor, yine de bireysel anılardan çok kolektif bir his olan yoksunluğun romanı demek daha doğru olacak.
Rhys’in eserleri, edebiyat tarihindeki eril kahraman anlatısına karşı içe dönük ama oldukça güçlü karşı yazılar. Rhys’in yazınında kadın karakterler güzelliğini, gençliğini ya da bağımsızlığını yitirdiğinde toplum tarafından görünmez oluyor. Sasha Jansen de artık erkek bakışına hitap etmeyen bir kadın. Roman boyunca bir yandan kendi hikayesini anlatıyor diğer yandan sorguluyor.
Birkaç güne sığan bir yaşam özeti
Romanın tek cümlelik özeti şöyle yapabilirim: Orta yaşlı, yoksul ve duygusal olarak kırılgan bir İngiliz kadın olan Sasha Jansen’in, Paris sokaklarında geçmişiyle hesaplaşmaya çalıştığı birkaç günü anlatıyor. Ama bu kısacık zaman dilimi; rüyalar, anılar, sorgulamalar iç monologlarla bir yaşamı özetliyor.
Londra’dan Paris’e dönen Sasha’nın kayıplar, başarısız ilişkiler, ölüm ve aşağılanmalarla örülü bir geçmişin ağırlığıyla dolaştığı roman, geçmiş ile bugün arasında salınan düşünceler üzerinden ilerliyor. Sasha geçmişinden kaçmak için Paris’e dönmüş ama hatıraları bir gölge gibi peşinde; ölü çocuğu, alkolle baş etmeye çalışması, aşağılanması, incitilmesi, yoksulluğu hep onunla birlikte.
Romanın yapısı lineer değil, zaman parçalı; olaylar bilinç akışı ve duygusal çağrışımlarla katman katman soyuluyor. Sasha'nın yaşadığı yalnızlık, kadın olmanın toplumsal bedeli, ekonomik güvencesizlik ve görünmezleşme temaları, melankolik ve parçalı bir anlatı olarak bize aktarılıyor.
Rhys, bu romanıyla sadece bir karakterin değil, modern dünyada dışlanmışlığın ve varoluşsal boşluğun da izini sürmüş. Roman boyunca okur olarak, Sasha’nın geçmişiyle bugünü arasındaki belirsiz geçişlerde dolaşıyoruz. Rhys’in dili, sade ama içi oyulmuş cümlelerle kurulu.
Burada kendi iradem sonucu bulunmuyorum. Hayatta başıma gelen şeylerin çoğunluğu da benim iradem dışında gerçekleşiyor. Öyleyse, kendime sık sık tekrarlıyorum ki, 'Sen dünyaya gelmeyi istemedin, dünyanın böyle olmasına sebep olan da sen değilsin, kendi kendini de sen yapmadın. O zaman ne diye kendine eziyet edeceksin? Hayatı olduğu gibi kabul et, gitsin. Bunu yapmaya hakkın var… Hayatı olduğu gibi kabul edip elinizden geldiğince mutlu olmaya hakkınız var.
Böyle diyor Sasha, anca mutlu olmaya hakkım var denildiğinde hemen mutlu olunmuyor ne yazık ki.
Onurun yoksulluk ile sınanması
Sasha hem cinsel, hem sınıfsal, hem de ulusal olarak bir öteki. Paris’in tam orta yerinde ama hep her şeyden biraz dışarda. Diğer insanlarla kuramadığı bağlar, yalnızca bireysel travmanın değil, yapısal dışlamanın da sonucu.
Rhys’in kadınları çoğu zaman ekonomik olarak kırılgan. Sasha da çalışamaz durumda. Erkeklere muhtaç olduğu için değil, seçenekleri olmadığı için bu durumda. Ancak yoksulluğu onun onurunu da sürekli sınıyor. Pierre Bourdieu’nün “sembolik şiddet” kavramıyla bakıldığında, Sasha’ya uygulanan baskı yalnızca fiziksel değil, sistemik bir aşağılama.
Sasha’nın gündelik yaşantısı -ucuz oteller, kalınan pansiyonlar, vitrinlere bakmakla yetinmek, ucu ucuna yaşamak- onu hem utanç içinde bırakıyor hem de toplumla arasındaki son bağları koparıyor. Rhys, yoksulluğu sadece ekonomik bir durum değil, aynı zamanda ontolojik bir çöküş olarak ele alıyor. Yoksul olmak, “insan” olarak değerinin de azalması demek. Kadınsan, bu katmerleniyor.
Paris sokaklarında ‘arzu’nun yitimi
Paris denilince akla aşk gelir, sanat gelir. Ancak bu romanda Paris ne bir aşk şehri ne de güzellik. Paris; yoksulluğun, uyuşmuş bedenlerin ve geçmişin hayaletlerinin kol gezdiği bir mekân. Oteller, lokantalar, dükkanlar, vitrinler kişiliksiz. Şehir yalnızlık üretiyor, insanı kendine ve ‘kendine’ yabancılaştırıyor.
Hatırlayalım, Sahsa karakteri ile modern dünyada orta yaşlı, yalnız ve yoksul bir kadının görünmez hali. Sasha Jansen, erkeklerin arzularının nesnesi olamayacak kadar yaşlanmış, çalışamayacak kadar kırılmış, konuşamayacak kadar yalnız. Bu yüzden toplumda bir yer bulamıyor.
Judith Butler’ın performatif cinsiyet kuramıyla okunduğunda, kadınlık, ancak temsil edildikçe var. Sasha ise artık temsil edilmiyor, siliniyor. Kadın olmanın değeri sadece gençlik, güzellik ve cinsel çekicilik üzerinden tanımlanmaya devam ettikçe Sasha’lar görünmez oluyor ancak hat çizgileri kalınlaşarak belirginleşiyor.
Öteki’leri yutan büyük büyük şehirler
Rhys’in Dominika doğumlu olması ve bir “yarı İngiliz” kimliğine sahip oluşu, romanın zemininde hissediliyor. Sasha da bir tür kültürel yabancı. Ne oralı ne de tam olarak buralı. Gittiği her yerde fazlalık gibi. Tanıdık bir his değil mi? Büyük şehirler öteki’leri hâlâ yutuyor, hâlâ kusuyor.
Romanda Sasha’nın erkeklerle olan ilişkisi de çok metaforik. Yaşamı boyunca karşılaştığı erkekler ya para vererek bedenine sahip olmak istiyor ya da onu aşağılıyor. Sasha’nın erkeklerle kurduğu ilişkilerde “rıza” hep bulanık. Karakter, bazen istekli gibi görünüyor, bazen yalnızlıktan teslim oluyor, bazen tiksiniyor ama katlanıyor. Bir tür “gri rıza” hali.
Rhys, aslında ataerkil toplumda kadının cinselliğinin asla tam anlamıyla “özgür” olamayacağını anlatmış. Okurken kızabiliyorsunuz, ancak baktığınız yere göre kadın bedeni arzunun değil, çaresizliğin alanı olabiliyor.
Rhys’ın bir yazar olarak başarısı toplumun kenarına itilmiş bir öteki’ni yalnızca dramatize etmesi değil, onun iç sesini duyulabilir kılması. Günaydın Geceyarısı, ilk yayımlandığı yılda sanıldığı gibi sadece bir kadının Paris’teki yalnızlığını anlatmıyor, roman modern çağın ruhsuzluğuna da çok iyi anlatıyor.
Sadece kadın olmanın değil, insan olmanın yorgunluğu da var bu romanda. Kırılmışlığın estetize edildiğini söylemek mümkün ancak Rhys, daha çok içten içe çürüyen bir dünyaya tanıklığa zorluyor bizi.
Ne politik ne de romantik ya da…
Rhys ne kahraman yaratıyor ne de umut vaat ediyor. Onun anlatısı ne politik bir slogan ne de romantik bir ağıt. Ya da hem politik hem de romantik. Hem gerçekçi hem de hayali. Hem dramatik hem de ironik.
Bu romanı bugün okumamızın sebebi de tam olarak bu olmalı: Çünkü Rhys, bize bir zamanın değil bir varoluş halinin hikâyesini anlatıyor. Toplumun yanı başında, bir şehrin kıyısında, parlak vitrinin dışında, bir otel odasında ya da kendi geçmişinin içinde donup kalmış birinin sesini duymamızı sağlıyor.
Duyarlılığı, biçimsel cesareti ve anlatıya sadakatiyle Günaydın Geceyarısı, okuru sarsmadan uyandıran nadir romanlardan. Can Yayınları’nın ilk olarak 1990 yılında yayımladığı, 2019 yılında ise yeniden okurla buluşturduğu bu romanı okurken, satır aralarına dikkat edin, gündelik olanın içindeki trajediyi ve ironiyi göreceksiniz.
Sasha’nın şu sözlerinde olduğu gibi:
“Geri planda karanlık olacak ki, öndeki parlak renkler gözüksün. Bazıları ağlayacak ki, başkaları daha gevrek kahkahalar atabilsin. Ee, fedakarlık gerek… Diyelim ki benim bacaklarımı kesmek gibi mistik bir hakka sahipsiniz. Ama daha sonra, sakat olduğum için benimle alay etmek - yok sanırım buna hakkınız yok. Oysa siz en çok bu hakka sahip çıkmaktasınız değil mi? Sömürdüğünüz insanlardan tiksinebilmeniz gerek.”
(NK/EMK)







