Birkaç yıl önce yazdığım bir yazı vardı. Hep Eylül ayını, uzak yıllarda kalanları, kalanları bırakıp yaşamak marifetmiş gibi devam edişleri, eksilişleri, ayrılıkları, kendine bir bakıverip sonra gözünü kaçıracak yer arayışları, gönül son sürat koşarken feleğin taktığı amansız çelmeleri, hiç unutulmayan ölümleri, artık aranamayan telefon numaralarını, önünden geçilemeyen evleri hatırlatan… O yılların bu yazının içine sızması, belki de mevsimler, aylar, yıllar geçse bile, uzak şehirlerde ya da ülkelerde oluşumuza gücenmeden benzer duyguları hissetmemize olanak tanıyacak. Bilmiyorum. Eylül ayının tuhaf çekiciliği var. Bir merak. Yılın mucizesi gibi. Artık üzerine ince bir hırka almadan serinliğinde durulamayan sokakların esrikliği misali. Makus talihimizin dönüşünü sağlayacak bir güç. Bildiklerimiz bakalım yaşayacaklarımıza yetecek mi yarası, henüz kabuklanmamış.
Nasıl anlatsam. Eylül ayı ayların en centilmeni sanki. Tomris Uyar’ın Temmuz[1] öyküsüne başladığı ilk cümle gibi biraz. Mevsimlerin tezatlığına inat. “Kendini ne zaman düşünse, bir merdivenden iner görüyordu.”
Her sonbahar insanın kendisine tahammülü. En sahici kararları aldıran beri yandan. Kitaplıkların düzenlenmesi, masaların toplanıp hazırlanması, evi eprimiş halı gibi balkondan silken uzun temizliklerin yapılması, boşa gidip döndüğümüz yollar kadar baktıkça uzayan perdelerin yıkanması, içe ferahlık veren balkonların ayrı dünya vaadine ait kapısının kapanması. Eski defterler, mektuplar, fotoğraflar, şarkılar, okunacak kitaplar… Ama en çok arkadaşlar. Gidenler. Kalanlar. “Ne güzel bir rüzgar esiyor usulca… hissetmezsin sarar çoğalır yavaşça[2].”
Gidenler dönmez, beklenenler gelmez. Sonbahar başlar. Eylülün meşrebi merhametinden. Yere düşen yaprağa, yağmura duran buluta, tene dokunan rüzgâra. Öyle günlerin içinde işte, bazen bir şey olur. Durup dururken aslında. Kimi duyguların akrep ve yelkovanı birbirine değmez. Zamansız duyguların, ineceğiniz durağı kaçırdıktan sonra bastığınız otobüs zilinden farkı kalmaz. Geciktiğiniz ne varsa, arkasında sizi nefes nefese koşturur. Hatırlamak tuhaf mesele. İşe yaradığını görmedim henüz. Gece peyda olmaya görsün, tıpkı aşina olunan film sahnesi gibi kapıyı kapatır, sırtınızı kapının yüzeyine dayarsınız. Gözleriniz sımsıkı kapalı tabii. Sol el kapının kolunda, sağ el hafifçe yana salınmış. İçinize tuğlalarca ördüğümüz duvarlar gözlerinizi kapatınca görünür olur çünkü. Zihin dediğiniz, perdesi herkese aralanmayan ev, çok ışıklı değildir haliyle. Sırrını loş odalarda, kilitli kapıları ardında saklar. Perdeleri sıkı sıkı kapattığınız böyle günlerin gecesinde ölen bir arkadaşınızın numarası ilişir gözünüze telefonda. Yıllar geçmiş ama silememişsinizdir. Birlikte yaşadıklarınıza ve paylaştıklarınıza dair ne varsa kalp sandığının kilidini kırar. Beyaz sabun kokusuyla kimselere göstermeden saklayıp durduklarınız serilir bağdaş kurup oturduğunuz yere. Bilgisayarınızın en kuytu köşesine sakladığınız videonun minik kutucuğu beni dinle der ısrarla, beni dinle. Elleriniz kulaklarınızda. Duymamak gerek kimi şeyleri. İnsan, küser. Sese. Söze. Görüntüye. Sesle görüntünün dayanılmaz birlikteliği durur öyle. Her açmak istediğinizde sonra dersiniz, sonra… Sonralar gelmez. Keşkeler bitmez.
Bilirsiniz, oturduğunuz koltuğa sizi mıhlayan telefon numarası, unutmadığınız ismin ardından gelen o rakam dizisi hiç aranamayacaktır. Sesini duymanın, canlı halini görmenin iyi gelmeyeceğini bilerek videoları açamazsınız. Eylül biraz da gece ayazıdır bundan sebep. Ansızın ürpertir. Unutmakla hatırlamak arasında “gecelerden daha suskun[3]” olursunuz. Birbirinize yazdığınız mektuplardaki el yazısının izleri, yazıldığı kalemin değildir sadece. Okurken gözünüzden damlayanlarla yeni izleri emanet ettiğiniz bu kâğıtlar, kapalı kutunun içinde yılların acımasızlığına rağmen dururlar köşelerindeki tarihlerle. Gün, ay, yıl olarak. Bir de evinin önünden geçemezsiniz. Beraber yürüdüğünüz yollardan tek başınıza geçmek iyi gelmez. Ölen bir arkadaşınızı yıllar sonra çok özlersiniz. Özlemenin sessizdir hali. Kimselere diyemezsiniz. Zamandan daha acımasız hiç kimse yok. Aksini düşünmek beyhude. Acısı, kâğıt kesiği. Geçmişi hatırlayarak kanattığınız o kesik birden bütün kenarları ve köşeleriyle yaşadığınız zamanın gündelik telaşlarının ucuna yara bandı gibi yapıştırdığınız arkadaşlarınızı getirir aklınıza. Uzansanız, elinize dokunacak kadar yakın; seslenseniz, sesinizi duymayacak kadar uzak olanları.
Geçmiş yerinde durmaz, yeni günler kendi telaşından usanmaz. Her şeyin olanca hızıyla, bazen 140 karakterin içinde bazen de minicik duvar köşelerinde paylaşıldığı, adına ne derseniz deyin, size eski günleri özleten, cümle içinde kullanamadığınız duygular, arkadaş denen varlığın niteliğini dönüştürür. Fotoğraf kareleri donar. Zamanın kıymeti belirlediğiniz renkli filtrelerin ardında bulanır: “O tatlı kıvrımları gitmiş hayatın, geriye kalmış sipsivri köşeler.”[4] yapacak bir şey yok.
Ne güzel eğlenmiştiniz oysa. Ya da yaptığınız yolculukların her kilometresi birlikteyiz temasıyla almıştı yerini albümlerde. Paylaştığınız şarkılar sevginizin nişanesiydi. İçtiğiniz rakının kadehindeki parmakların izi, kurduğunuz sofranın türküsüne ortak olurken boşuna mı demişlerdi güneşin sofrası diye. Kaybedilen arkadaşlar özlenirken, hayatınıza korka çekine aldığınız yenilerine kalbinizin bahçesinde salıncaklar kurarsınız. Sağlam olmayan iplerin kaderi hiç beklenmedik anda kopmaktır, gerçeği içinizden tekrarlasınız da hastane köşelerinde maziye gömülmüş hemşirenin fotoğrafındaki gibi dudaklarınızı kendiniz susturursunuz. Çocukluğunuzun bayramlarındaki kırmızı ayakkabılarınızı sakladığınız yatağın altında insan tozu birikir durur artık. Kilometrelerce yakın olduklarınız, göz ucu mesafesinde yok saydıklarınızla, dünya istediğiniz gibi bir yer olmadıkça yaşam cebinizde birikir.
Eylül ayı, arkadaşlığı hatırlandır aynı zamanda. Sizi üzenler, sizin kırdıklarınız. Bir gece ansızın, tekinsiz; bir sabah, gün tam aydınlanmadan bırakıp gittikleriniz. Akşamüstü eve girmeniz için seslenecek kimse var mı diye aranırken sizi terk edenler. İçinize yazdığınız cümlelerin kovalandıkça kaçan noktası gibi. Bir defa yakaladığınızda peşinizi bırakmaz yanılgısı. Denizden kıyıya vuran dalgaların bıraktığı, kum taneleri olmaz her zaman, garip. Neticede denizin derinliklerinden nelerin taşınacağına sadece dalganın büyüklüğü karar verir. Deniz, ‘benim gibi ol’ der. İnsan dalgasına karışır sadece. Kıyıya vuramadıktan sonra dalganın denize sözü geçer mi? Geçmez elbet. Arkadaşlık kıyıya vurana kadardır aslında. Yaz biter kumlar üzerinize yapışmadan, dalga sizi bilmediğiniz yerlere sürüklemeden. İlk günler heyecanlı ve soluksuz, durmadan anlatılan hikâyelerle güneş açtırır o sahilin kenarında. ‘İyi ki var’ lar ‘keşke olmasa’ lara doğru yol alırken insan kendinden kaçar. ‘Senin için bunları yaparım’ lar ‘sen de bana şunları yaptın ama’ lara varır. Arkadaşlığın uzun cümleleri, ağız dolusu gülüşlerle kesilirken, zorunluluklar hatırlatıverir kendini. Yapılacak işler, yetişilecek yerler, mecburen ziyaret edilmesi gerekenler, ödenmesi gereken faturalar, marketlerin raflarında kaybolan donuk bakışlar, ilaç kutularından medet uman yalnızlıklar, depresyonlar, aşk acıları, terk edilişler, işsiz kalışlar, ölümler, arkadaşlığın balkon demirlerine takılan brandalar gibi olur. Rengini seçmesi sizden.
Eylül, sonbaharı başlatanın adı. Nezaketinden tanırsınız, özlenenlerin hesabı zamandan sorulmaz bilirsiniz. Hayat değişir, yaşadığınız şehirler dönüşür, evler yıkılır, yollar duble olur, soluklanmak için ucuna iliştiğiniz kaldırımlar parça parça kalır, sabah selam verdiğiniz bakkalın yeri kırgın bir boşluğa emanet edilir, ağaçlar dallarını rüzgardan esirger, sokakta oynayan çocukların sesi kırılır, toz toprak uçuşurken yerini yadırgar. Bazı arkadaşlıklar böyle biter. Üzerine çok söz söylemenize fırsat tanımadan. Velhasıl, giden dönmez, beklenen gelmez.
Sonbaharın özrü, siteminden büyük. Hatırlattıklarından sebep. Bazen bir şey olur. Durup dururken aslında. İnsan dönüp bakar yaşadıklarına. Elden ne gelir? Farklı şehirlerin içinde sabah olur, gece iner. Önce güneşe, sonra yıldıza değer yüzünüz. Olanları, olacakları yazdığınız yerler telaşlı. Gördükleriniz, duyduklarınızın bekçisi olmuş yaşayıp gidiyorsunuzdur. Uğruna mücadele ettiklerinizle çok, dünyanın karmaşık renkleri içinde fazlasınızdır. Bitirdiğiniz arkadaşlıkların ardından üzülmeyişiniz bu yüzden. Ama bir gece işte, hatırlamaya müptela eden Eylül sorumlu her şeyden, ölen bir arkadaşınızın numarası ilişir gözünüze telefonda. Yıllar geçmiş lakin silememişsinizdir. Birlikte yaşadıklarınıza ve paylaştıklarınıza dair ne varsa kalp sandığının kilidini kırar. Eski arkadaşlıklar böyledir. Kırıldıkça keskinleşen, keskinleştikçe parçalarını toplamaktan yorulduğunuz hayatın etrafında, duyduğunuz sesleri, gördüğünüz yüzleri artık yokluğundan sebep anlatamayacağınız arkadaşlarınızı özlersiniz. Biriktirdiklerinizden ibaretsinizdir çoğunlukla. Dünya vaatleriyle hayatı biledikçe, keskinleşirsiniz. Sizin de sonbaharınızı anlatan, geçmişte kalan hikayeleriniz vardır muhakkak. Eylül, bize inanıyorsa, yeniden başla diyorsa köşe bucak kaçmaya gerek var mı?
Yazdığım bir yazı vardı. Geçmişten çıkıp geldi, cümlelerini usulca buraya bıraktı. Yine Eylül’dü. Sonbaharınız kutlu olsun. Eylül ayının her yeni günü“güzel gelecek günlerin gecesi uzun olurmuş[5]” dedirtsin. Bu güz, süpürsün kötü olan ne varsa. Özlediklerinize, sevdiklerinize ve kendinize verdiğiniz kıymet, birkaç güne yapraklarını dökmeye başlayacak olan ağaçların gövdesi kadar güzel ve güçlü olsun. (FD/HK)
Başlık: İlhan İrem, Herşeysin.
[1] Tomris Uyar, İpek ve Bakır, YKY.
[2] İlhan İrem, Esinti.
[3] İlhan İrem, Ne Diyorsun.
[4] İlhan İrem, O Benim Gözüpek Yalnızlığım.
[5] İlhan İrem, İlk Gülücükler.
* Fotoğraf: Haluk Kalafat