Çocukluğumda en sevdiğim şeylerden biri, yaz akşamlarında anneannemin İzmir’deki balkonunda oturup karşı apartmandaki komşu kadının yemek sonrası kahkahalarını beklemekti. Kimse onun frekansında gülmüyordu. Ama o balkona çıkıp da kahvesini yudumlamaya başladığı andan itibaren, mahallenin diğer bütün kadınları bu kahkaha bombasının patlamasını bekler ve ikinci kahkahayı kimin atacağına dair yorumlar yaparlardı. İkinci kahkaha kimi zaman soldaki kırmızı apartmanın üçüncü katındaki yaşlı felçli komşudan, kimi zaman da sağdaki sarı apartmanın beşinci kattaki komşulara tesadüfen çat kapı uğramış misafirlerinden gelirdi. İkinci kahkahadan sonra ortalık karışır. “Yahu ne biçim ses bu böyle?”, diye yavaş yavaş balkondaki erkekler gaza gelip mırıldanırlar, ama bu mırıldanmaların, hatta höt möt demelerin kahkahanın asıl sahibesini kesinlikle durduramayacağını bildiklerinden, battı balık yan gider misali, kahkahanın tılsımına katılıp gülmeye başlarlardı. İşte bu an benim için mutluluğun gerçek tanımıydı. Neden güldüğümüzü bilmeden anneannem, dedem ve ben saatlerce, katıla katıla komşu balkonlardaki diğer insanlarla birlikte koro halinde gülerdik.
Bülent Arınç’a hediye paketi
Daha o dönemlerde ne Umberto Eco Gülün Adı adlı ilk romanını yazmıştı, ne de Hintli Doktor Madan Kataria henüz ‘Kahkaha Kurslarıyla’ insanları depresyondan ve stresten kurtarmaya başlamıştı. Üstelik Bülent Arınç adında bir başbakan yardımcımız da yoktu. O zamanlar Arınç da aynen diğer gençler gibi hormonlarının, beğenilerinin ve ihtiraslarının ona getirdiği engelleri aşmaya çalışıyor ve ben kimim, ne olmak istiyorum ya da bana hayat neler getirecek gibi soruların cevaplarını bulmaya çalışıyordu. Gençti.
Peki, ne oldu da böyle oldu? Arınç’ın bunca hukuk eğitimi nereye gitti? Aristotales üzerine, mantık üzerine, Roma hukuku, insan ve hayvan hakları üzerine okuduğu makalelere ne oldu? Acaba Arınç bizim mahalleye babasının ya da annesinin zoruyla teyzelerini ya da amcalarını ziyaret etmek zorunda kalan gençlerden biri miydi? Yavaş yavaş logaritmik olarak çoğalan kadın kahkahalarından ürkmüş ve büyüğünce hele hele rütbeli biri olunca kulaklarını inleten bu sesleri susturmak için elinden gelen her şeyi yapacağına kendi kendine söz mü vermişti?
Hukuk bitmiş, avukat olunmuş, politikaya atılıp yeni dostlar edinilmişti. Bu dostlar da Arınç’la aynı duyguları paylaşıyordu. Hatta dostların en dostu, günün Başbakanı Tayyip Erdoğan arada bir basına kürtajın yeniden yasaklanmasından tutun da kadınların etek boyuna ya da doğum kontrolünün gereksiz olduğuna dair demeçler veriyordu. Olay çok açıktı. Popülarite elde etmek isteyen politikacılar kadının namusunu, iffetini ve kadın vücudunu korur gibi yapıp bir takım sınırlar getirerek aslında korkuyla iç içe yaşadıkları erkekliklerini koruyorlardı.
Bu korku Arınç’ın şöyle bir soru sormasına neden olmuştu: “Nerede o yüzüne baktığımız zaman yüzü hafifçe kızarabilecek, boynunu öne eğecek, gözünü bizden kaçırabilecek iffet sembolü, hayâ sembolü kızlarımız?” Ve şöyle devam ediyordu Arınç, “Kadın ise o da iffetli olacak. Mahrem-namahrem bilecek. Herkesin içerisinde kahkaha atmayacak.”
Gülün Adı
Ben filmle ve edebiyatla uğraştığım için olsa gerek aklımın her bir köşesinde ya bir filmden ya da bir kitaptan bir kaç cümle akar gider. Arınç’ın bu sözleri üzerine içime bir şüphe girdi. Bana çok tanıdık geldi. Acaba Arınç, Umberto Eco’nun 1986 da yazdığı Gülün Adı adlı ilk romanından mı esinlenmişti?
Kitabın konusu Orta Çağda İtalya’nın kuzeyinde bir Benedikten kilisesindeki cinayetleri soruşturmakla başlar. Fransiskan sektinden olan sorgucu Rahip William olayı araştırmak üzere görevlendirilir. William çömezi Dom Adso'yu da yanına alarak yola koyulur. Minyatür ustasının ölümü intihar mı, değil mi diye araştırırken, manastırdaki tek girilmeyen yerin kütüphane olduğunu fark ederler. Her şey kör kütüphanecinin isteğine göre uygulanıyordur. Gülmenin şeytan işi olduğuna inanan kütüphaneci dine ve kilisenin dokunulmazlığına karşı fikir üreten her türlü kitabı yok etmekle uğraşmaktadır. Bilenmezler labirenti daha da derinleşir ve bir anlamda Fransiskan ve Domonikan sektlerinin savaşına dönüşür. Gücü korumaya çalışan Dominikanlar için en tehlikeli şey sormak ve gülmektir.
Acaba Bülent Arınç gizliden gizliye Dominikan sektini mi Türkiye’ye getirmeye çalışıyor? Yani Orta Çağın en büyük korkusunu hala üzerinde mi taşıyor. Umarım Oslo’ya yolu düşer ve burada yaşayan Türk, Kürt, Ermeni, Gürcü, Yahudi, Arap, Norveçli dostlarla bir araya gelip Arınç için ona hazırladığımız hediye paketini sunarız. Paketin en nadir hediyesi Gülün Adı. Üstüne üstlük kitabın üçüncü sayfasında Umberto Eco’nun dolma kalemiyle attığı bir imza var. Edebi değerinin yanı sıra piyasa değeri de diğer Gülün Adı kitaplarından daha yüksek.
İslam ve cinsiyet konulu bir belgesel üçlemesi
Paketin ikinci hediyesi de benim 11 Eylül 2001’den bu yana kapanıp çalıştığım bir belgesel film üçlemesi. Birinci filmin adı Cinsiyetle Beni. İslam ve eşcinsellik üzerine… İçinde eşcinsel imam Dayı Abdullah’ın dini yorumu ve bu dinden kopmak istemeyen Iraklı, Türk ve İranlı eşcinsellerin anlattıkları hikâyeler var. Arınç’ın filmi hemen seyretmesine gerek yok. Biraz ağır gelebilir.
İkinci filmin adı Allah’a bir Balon. İslam ve feminizm üzerine... Aile içi şiddeti ve kadınların yaşadıkları haksızlıkları, İslam’ın tefsirini, eski Sufi hikâyelerini konu aldım. Filmin kurgusunu kâh annemin hikâyesinden, kâh Mısırlı feminist Doktor Nawal el Saadawi’nin yaşadıklarından, kâh rahmetli Filosof Gamal al Banna’nın ilerici yorumlarından yola çıkarak kurdum. Türkiye’de aile içi şiddete karşı savaş veren değerli imamlarla da konuştum. Ama Mısır’da karşılaştığım Selefi Şeyhi’nin bana söyledikleriyle Arınç’ın son demeçleri arasında bir takım bağlantılar da görmüyor değilim. Şeyh bana, kadın bir zümrüt gibidir onu ortalarda bırakmak doğru değildir, demişti. Ve ben onu ziyarete gitmeden önce Mısırlı çevirmenime bir takım şartlar koymuştu. Ancak bu şartlara uyduğum takdirde benimle söyleşi yapmayı kabul ediyordu. Parfüm kullanmayacaktım. Makyaj yapmayacaktım. Onun gözünün içine bakmayacaktım. Nikap giyerek karşısına çıkacaktım. Ve her şeyden önemlisi gülmeyecektim. Pazarlık başladı. Nikap dışında her şeyi kabul ettim. Hicap kullanmama razı oldu. Gülme konusuna gelince, her nedense bu konuyu pek ciddiye almadığım için pazarlıkta konuşmadık. Umarım Arınç filmi seyreder de Şeyhin benimle birlikte nasıl güzel güldüğüne tanık olur. Ama filmi hemen seyretmesine gerek yok.
Asıl öncelikle seyretmesini istediğim film Manislam/Erkekislam yani İslam ve erkeklik üzerine. Bu üçlemenin son filmi. İçinde her şey var. Bangladeşli İmtiaz’ın küçükken yaşadığı cinsel taciz var. Bu tacizin onu kadınları daha iyi anlamasına yardım etmesi var. İmtiaz’ın çocuk gelinleri korumak için başlattığı inanılmaz etkinlikleri var. Daha bitmedi. Endonezyalı genç erkeklerin kadınlara karşı son zamanlarda yapılan tecavüzleri kınamak için mini etek giyerek düzenledikleri bir gösteri var. Yani sorgulamak istedikleri şey şu: “Eğer tecavüz eden erkek kadını sırf giydiği mini etekten dolayı taciz ediyorsa biz de erkek olarak mini etek giyiyoruz. Kolaysa gelsinler bize de tecavüz etsinler.” İşte bunları diyor yeni gençlik Endonezya’da.
Ayrıca Allah’ın 99 isminden esinlenerek The 99 adı altında çizgi film serisi yapan kıldan ince kılıçtan keskince bir zekâsı olan Kuveytli psikolog Naif al Mutawa var. Hem El Kaide, hem de IŞİD’in kara listesindeki isimlerin başında geliyor Naif. Onu Allah’ın isimlerini kötüye kullanmakla suçluyorlar her nedense. Bu arada Naif değil de onun yarattığı bu süper kahramanlar 2014’ün mayısında, bayramdır seyrandır demeden Suudi Arabistan’dan fetva aldı. Bununda tarihe geçeceğini ve hatta Arınç’ın ilgisini çekeceğini düşündüğüm için yazıyorum. Yani kâğıttan yapılmış kahramanlar bile fetva alıyor. Güldükleri ve çeşitliliği sergiledikleri için Allah’a karşı gelmiş kabul ediliyorlar. Belki filmi seyrettikten sonra Arınç da, Naif için yeni bir fetva önerisiyle gelir.
Şimdi gelelim bu hediyenin asıl amacına. Tek isteğim Arınç’ın İstanbul’daki Anti-Kapitalist Müslümanlarla tanışması ve hem bu grubun destekçisi hem de Manislam’ın anlatıcılarından olan İhsan Eliaçık’ın erkeklik ve güce dair söylemlerine kulak vermesi.
Erkek kendini güçsüz görmeğe başladığı zaman zaten ortalık bozuluyor. Şiddetin de kaynağında güçsüzlük ve çaresizlik yatıyor. Erkek kadını kontrol altına aldığı zaman elde etmek istediği güce sahip çıkacakmış gibi bir ilüzyonun içine girip bunu başaramayacağını anladığında aynen kendi gibi olan diğer erkekleri de bir araya toplayıp ve işin içine para, politika ve din de karıştırıp yeni bir manevi aile kuruyor. Buna İtalyanlar Mafya diyor ama bizim topraklarda her şey dinle, ahlâkla ve iffetle belirlendiği için bu gene Allah’a atfediliyor.
Kahkaha kursu
Bu filmlerin Arınç’ı biraz sinirlendireceğini, onun yüzündeki gülümsemeyi azaltacağını tahmin ettiğim için, biraz suçluluk duygusu içine düştüğümü de belirtmeden geçemeyeceğim. Bu suçluluk duygusu bana üçüncü hediyeyi seçmemde yardımcı oldu. Arınç gibi eğitimi yüksek, mal varlığı bol ve çevresi geniş bir insana benim gibi bir sanatçının hediye bulması pek de kolay değil.
Sonuç olarak onu Hindistan’daki kahkaha kursuna yazdırdım. Bu kurs Hintli Doktor Madan Kataria’nın 1995’den bu yana geliştirdiği bir eğitim sistemi. Gülme egzersizlerinin hem kolesterolü hem de yüksek tansiyonu düşürdüğü gibi, vücudun oksijen sistemini dengelediği de bilimsel olarak ortaya çıkmış. İflasa uğrayan adamlardan tutun da genç çocuğu intihar etti diye depresyona giren annelerden ya da prostat kanserinden dolayı ereksiyonunu yitiren genç erkeklere kadar herkesin bir deneyip bir daha bırakamadığı bir kurs anladığım kadarıyla. (http://laughteryoga.org/english/training)
Ben gene balkona geçelim diyorum. Çocukluğumun kahkaha dolu balkonuna. Arınç’ın önerisini ciddiye alacak olursak suratı asık kendine güvensiz ve ne istediğini bilmeyen, gülmeye gülmeye beynindeki oksijen seviyesi azalan, ne cinsellikten ne de hayattan zevk alan bir Türk kadını ordusuyla karşı karşıya kalacağız.
Böyle kasvetli bir ordunun içinde acaba Bülent Arınç aradığı iffeti bulabilecek mi? (NÖL/HK)
* Fotoğraf: Bilge Öner