Kimisi dünya çapında meşhur ve cümlenin malumu, kimileri de yalnızca ilgilisinin malumu olduğu üzere epeyce insani yardım örgütlenmesi var dünya üzerinde.
Örneğin şu an bulunduğum Nijerya’nın Borno eyaletindeki sivil toplum örgütlerinin sayısının 150’nin üzerinde olduğu belirtiliyor.
Dünya genelinde; aynı yönelimle ama din (her din) bazlı örgütlenmelerin da eklenmesiyle sayının giderek daha da arttığı ve artacağı da aşikar.
İnsani yardım platformundaki hemen tüm örgütlerin; örgütlenme ve çalışma tarzları, kadro ve/veya katılımcıların nicelik ve niteliği gibi öncelikli olanlar başta, nihayetinde her bir bazda üzerinde durulması, irdelenip tartışılması, sıkı bir eleştiri-özeleştiri süzgecinden geçmesi gereği ve hatta değişmesi gereken kimi somut hallerin epeydir boy göstermekte olduğu da bir vakıa.
Kendi adıma; aktif olarak ve farklı örgütlenmelerle 15 yıldır bu platformun içerisinde bulunmaktayım.
Süreç içerisinde gözlemleyip bazen de bizatihi yaşadığım üzere; “leit motif”deki değişim, paylaşma ve dayanışmayı içkin idealist düşünce ve yaklaşımın, bir fırsat (:opportunity) anlayış ve yaklaşımı ile yer değiştirmesi ya da çoğunlukla öylesi bir hale evrilmesi; beni en çok huzursuz ve rahatsız eden olgu.
On yıla yakın bir süredir kendimce böylesi tanımlayıp aktardığım hali, ünlü sosyolog Olivier Roy, ‘… “Marjinaller”in yerini profesyoneller ve MBA sertifikalıların alması ile…’diye aktarmaktaydı, ‘Kayıp Şarkın İzinde’ adlı kitabında.
Ocak ayı boyunca birlikte çalıştığımız, uluslararası Kızılhaç’ın (ICRC) uzun süre baş cerrahlığını yapan Marco Baldan ise, ‘Bu; bir zamanlar misyon (:idealistic mission) idi, şimdilerde bir iş (:business) oldu!’ diye saptamada bulunmuştu, mevzuya dair sohbetimizin sonuna doğru.
Sadece bir not düşmek istedim, hazır elim yazmaya değmişken. Yoksa; başlıkta da görülebileceği üzere, asıl mevzu bu değil, şimdilik. Mütebessim bir şeyler yazmam gerek bu sefer!..
“Delikli demir icat olundu, mertlik bozuldu!” darb-ı meseli hesap; internet icat olunalı beri, benim gibilerin işi zorlaştı. Çok da uzak olmayan geçmişte, yalnızca ofis haberleşmesi için internet olurdu sahrada.
O yüzden yola çıkarken sevdiğim insanlara, ‘eyvallah!’ der, gider; döndüğümde de, ‘geldim ben…’ der, çıkardım işin içinden. Şimdilerde mertlik bozulduğu için hem internet “olmayan” yere insan bulmak ve göndermek zorlaşmış, diğer taraftan da her gittiğinizde geride bıraktıklarınız daha ilk haftadan başlıyorlar, ‘N’aber, ne var ne yok?’ diye sorgulamaya. Hele bir de cevap verme veya geciktir, tonla laf geliveriyor…
“Delikli demir”e bir de sosyal medya denen mecra eklendi, herkes orada! Artık e-posta bile kimi zorunlu haller hariç devre dışı kaldı! Ne ki, ben de sosyal medya kullanıcısı değilim. Kalıyor geriye whattsApp veya benim bildiğim sade o.
Dolayısı ile sevenler, soranlar, ‘Ne var, ne yok, ne alemdesin?’ diye sorgulamaya başlayınca; ben de gönderiyorum birkaç fotoğrafla bir-iki satır.
2018 yazındaki acil çağrı ile gelişim sonrası; Uluslararası Kızılhaç (ICRC) adına, Maiduguri-Nijerya’ya bu ikinci gelişim. Bu kez Ocak başında geldim ve makul bir süre sonra bir dipnotla birkaç fotoğraf.
Birkaç hafta sonra ikinci postayı gönderdiğimde, ta üniversite zamanlarından bu güne arkadaş olduğumuz yedi kişiden müteşekkil “MK- Harbi”mizin üyesi, Levent’ten bir ince ayar geldi, ‘Gönderme bu fotoğrafları, bir hafta et yiyemiyoruz!’ diye.
Ben de geri durmadım elbet, ‘Yeme ulan, aç kal bir hafta!’ diyerek cevapladım. Kadim dostum Levo’nun cevabı manidardı: ‘E, ercan; eğer bizim et yemememizle onlar iyi olacaksa biz vegan da oluruz!.. Ama hep vurulmuş, paralanmış çocuklar, insanlar.. başka şeyler yok mu?..’
Hayır vardır, var illaki de; biz göremiyoruz ki! Günlük hayat rutinimiz hastane - yerleşke ikilisi ve arasında geçiyor. Güvenlik nedeniyle dışarı çıkabildiğimiz yok ki ne var, ne yok görebilelim.
Görebildiklerimiz salt yol üst gördüklerimiz ve bir de bize gelenler. Onlar da böylesi… Gerçi buralarda hayatın temel gerçekliği de bizim “gördüklerimiz“den çok farklı değil.. ki, burada oluş nedenimiz de o!
Neyse, sonuçta bu sefer başka türlü yazmaya(!) ve fotoğraflar eklemeye karar verdim!.. Artık ne kadar olabilirse!
Buraların şimdiki hallerini Mayıs 2018’de ilk geldiğimde yazdıklarım ile karşılaştırdığımda, diyalektiğe aykırı konuşacak olursak pek değişiklik görülmüyor aslında!.. 2019 seçimleri yapılmış, on yıl önce MSF (Medecins Sans Frontieres: Sınır Tanımayan Doktorlar) adına, Port “Hardcore” Hartcourt’a geldiğimde zaman federal başkan olan Muhammed Buhari son seçimi kazanarak yeniden başkan olmuş.. seçimler bittiği için kaldırım yenileme faaliyetleri de bitmiş. Ana meydanda; üzerinde, “Normal müslüman olun, Boko Haram’cı (BO) olursanız Cennet ve Firdevs’i kaybedersiniz” diye yazan resimli dev pankart iyice eskimiş ve solmuş…
Borno eyaletinin yerleşim merkezlerinde devlet egemen. Aralarda ve kırsalda ise BH. Sokağa çıkma yasağı saatleri akşam-sabah yedi arasında iken gece on-sabah yedi aralığına çekilmiş. Hükümet güçlerine ordunun yanı sıra; Çevik güç (RRS) ve Korucular (CJTF) eklenmiş.
Karşı tarafa, Boko Haram’a ise, İslami Devlet Batı Afrika (ISWAP) ve El Nusra. Sık sık bombalar patl(atıl)ıyor, intihar bombacıları kendini patlatıp insanları telef ediyor…
Diğer yandan da sürekli ve kıyasıya vuruşuyorlar. Karşılıklı vuruşmadıkları zamanlarda ISWAP ile BH arasında kadın kaçırma – geri alma savaşları oluyor!
Bunların hiçbiri; Boko Haram okul basıp kız çocuklarını kaçırmadığı sürece Batı/Kuzey medyasında yer al(a)mıyor tabii..
Artan saldırılar nedeniyle Uluslararası Kızılhaç (ICRC) da güvenlik önlemlerini artırmış durumda. Örneğin önceki gelişimde gidişin serbest olduğu kimi yerler yasaklanmış, “yeşil alan” daraltılmış.
Araç hareketlerindeki telsiz anonslarında isim zikredilemiyor artık.
Uluslararası kodlarla kodlanarak anons geçiliyor: Birkaç örnekle; merkezdeki telsiz odası “Radio Room”, Mike India Uniform-MIU; Devlet hastanesi, Sierra Hotel-SH (State Hospital); kaldığım Sabon Gari yerleşkesi, Sierra Golf-SG; Fata Foxtrot Tango-FT… olmuş.
“Borno cephesinde yeni bir şey yok!” denilebilir, sonuçta… Dostumun uyarısına kulak verip diğer yana dönmeye çalışayım: Her şeye ve onca yoksulluğa rağmen insanlar günlük hayatı sürdürmeye çalışıyorlar.
Hatta ilerlemeler de var: Özel dedektiflik bürosu açılmış mesela. “Bütün gerçeği araştırırız” diyor.. Kuaför-berber tabelaları daha önce de vardı ama şimdi bir de güzellik salonu eklenmiş görebildiğimce.
Bakmayın siz sıcaklığın 40 derece olduğuna, kış şimdi burada! O yüzden daha mangolar olmamış, erik kadarlar ağaçlarda. Yol kenarı tezgahlarda satılan, yerli otomobil kasası sertliğindeki portakalı kesmeyi başarabilirseniz, manda köselesi sertliğindeki beyazından kendisini nasıl yiyebileceğiniz muamma!
Burada satılan elmalar Uganda etiketli. Sordum Ugandalı cerrahım Khaleb’e, ‘Onları G. Afrika’dan ithal ediyorlar, etiketleyip buralara ihraç ediyorlar. Bizde tropikal meyvecilik var, elma yetiştiriciliği yok ki!’ dedi! Tevekkeli kilo işi değil, üç elma 1,5 dolara satılıyor.
Öte yandan “uygar dünyanın uygar insanları(!)”na dair kimi malum ve mahut haller Kara Kıta’nın dip köşelerinden biri olan buralara da bulaşmış herhalde ki daha önceleri rastlamadığım türden afişler asılmış hastanenin değişik yerlerine: Sağlık çalışanlarına yönelik şiddet.
Bütün bebekler ve çocuklar güzeldirler... Ama şu bir gerçek ki Afrikalı çocuklar, hele ki bebekler inanılmaz sevimli oluyorlar. Burada yerleşik adet bebekleri sırtta bohçalamak. Bacaklar ve kollar anne gövdesine yapışık, sadece kafa dışarıda.
Bakınca çok da rahat bir pozisyon olarak görünmüyor ama bebeler son derece rahat ve huzurlu duruyorlar. Bütün gövde sabit, bir tek kafa dışarıda olduğundan; uyanık olduklarında yine de tolere edilebilir geliyor pozisyon.
Ne ki uyur vaziyetteki hallerine ve bir o yana-bir bu yana langır-lungur sallanan başlarını görünce; hem nasıl olup ta uyanmadıklarına hem de bir boyun travması oluşmadığına şaşkın öylesi bakakalıyorsunuz.
“En uç örnek” diyebileceğim hali de geçen gün hastane bahçesinde gördüm. Belli ki refakatçi anne namaz kılıyordu. Bebeği malum pozisyonda, sırtına yapışık ve uyuyor.
Gözünüzün önüne namaz hallerini getirin: Anne rüku, secde; eğilip, yatıp kalkıp doğruldukça bebek de onunla birlikte bir aşağı bir yukarı.. ve kafası adeta gövdeden bağımsız sallantıda!..
Ama sanki 7. uykusunda, en ufak bir silkinme, uyanma alameti bile yok…
İlk geldiğimde de burada olan Etiyopyalı kıdemli cerrah Alaje ile yine beraberiz. İyi bir travma cerrahı, son derece alçakgönüllü ve sempatik bir adam olan Alaje yine aynı; herkesin sevgilisi, onda bir değişiklik yok.
Yeni olan şu: Bizimkisi; eskinin kasap çırağı şimdinin internet ve “marketing” olgusu Nusret’i öğrenmiş, vakada-dışarda sürekli onun tuz dökme ve et kesme hareketlerinin taklidini yapıyor.
Salı günü birinci ameliyathanede beraber çalışıyoruz. Yara yerini temizledi, şeker pansumanı yapacak. Vaka bitmek üzere, ben de döndüm, anestezi takip fişini kapatıyorum.
Seslenince kafamı çevirdim: Yaralının omuzdan bileğe boydan boya uzanan derin bir yarık halindeki yarasını şekerle doldurmuş, sarıp kapatacak ama seslenmekte.
Baktım. Aldı eline bir tutam şeker, tuz hareketini yapıyor. Çektim fotoğrafını.. kendisine de istedi fotoğrafı ama bir de söz istedi: Arkadaş ve dostlara gösterebilirdim ama kimseye göndermeyecektim. “Viral” olmaktan korkuyordu zira…
Buradaki dev reklam panolarının hemen hepsi politikacılara yönelik kullanımda. Şöyle bir adet ve/veya politik taktik var: Panoda başkan/eyalet valisinin portresi ya da kurdele kesme-tesis açma gibilerinden faaliyet fotoğrafları; eşliğinde iri harflerle, “onun Nijerya/Borno’ya Allah’ın bir lütfu” olduğu gibilerinden laflar…
Bir köşede de eski zamanların sakız ya da gazino ilanlarındaki sanatçı fotoğraflarına benzer bir fotoğraf daha: O da panoya bunları yaptıranın kendisi ve adı. Şimdiki muktedir başta, hevesli de hafiften kendini gösteriyor.
Sonuçta herkes mutlu. O yüzden bu türden panolar ana arter ve merkezi meydanları kaplamış görünüyor; ilgili-ilgisiz bir sürü slogan ve ithafla.
İngilizce mantığı ile bakılınca; araç trafiği telsiz anonslarında adımın yazılışı ve telaffuzu sorun olmaya devam ediyor. Ben de sıkıldım biraz bu işten açıkçası! Evvelsi hafta ameliyatlar bitti, hastaneden ayrılıyoruz.
Sürücü araçtaki yedi kişiden eski olanların adını biliyor, merkeze anons geçerken saymaya başladı dikiz aynasından bakarak. Bana gelince duraksadı, ben de, ‘Babagana Umar Zulum!’ dedim. O da; ama otomatik duyduğunu söyleyip anonsu geçti.
Ömer Zulüm (artık bilmiyorum niye öyle bir soyadı var) Maiduguri merkez, Borno eyaletinin valisi.Yani şehrin dört bir yanı onun adı ve dev panolarda fotoğrafları ile dolu.
Merkez adları tekrarlamasını istedi, sürücü yineledi. Cipte bizimkiler kıkırdıyor, sürücüde reaksiyon yok, telsiz merkezi sustu… neden sonra onay geldi ama telsizdeki ses bile kadar mütereddit ki. Niyeyse doğrulama istenmedi bir daha ve biz devam edebildik.
Geçen hafta da sabah delegasyonda toplandık, oradan hastaneye gidiyoruz. Ters istikametteki trafik dikkatimi çekti: Zırhlı araçlar, akrepler, ağır makineli tüfek monte edilmiş Toyota pikaplar, M 16 ve AK 47’lerden “shot gun” tabir edilen tüfeklere varan; salkım saçak envai çeşit üniformalı ve silahlı tipler…
Sonra, çakarlı devasa cipler… tekrar Toyotalar, zırhlılar… ‘Çok önemli bir vatandaş, görüldüğü kadarıyla!’ dedim arkadaşlara. Cevap koro halinde geldi: ‘Senin konvoy Ercan!’. Meğer Vali Zulüm’ün konvoyu imiş.
Alta kalacak halim yok, ‘Durun, ben yanlış araçtayım!..’ diye bir feryat kopardım yalandan.. Artık sürücü nerden eklendi bilmiyorum ama, “dur”u duyunca asıldı frene… Arkamızdaki “ke-ke”ler ve trafik zincirleme birbirine gireyazdı nerdeyse. Neyse, ikna ettik sürücümüzü de devam ettik yola!
Derin bir 7. Sanat tutkunu olarak buradan ilan ediyorum ki; artık filmlerdeki bir klasik hali tekrar gördüğümde müstehzi olmayacağım!
“Klişe” bir hal vardır, bilirsiniz: filmin herhangi bir yerinde iyi/kötü karakter vurulur ve köprüden/rıhtımdan/setten suya düşer. Vuran(lar) da öldü diye bırakıp giderler. Sonra, malum anda iyi/kötü karakter “sürpriz” olarak arz-ı endam eder ve faaliyete girişir…
Şubat başı idi. Günlerden Pazar. Benim ekip nöbetçi, acil vaka için hastaneye çağrıldık. Yaralı genç bir erkek: Abubakar, 21 yaşında. Göğsünden vurulmuş. Sıcaklık 39 derece ama o alüminyum battaniye altında bile tir tir titriyor. Kan kaybına bağlıdır diye düşündük.
İlk müdahaleler ve hazırlıkları hızla tamamlayıp içeri aldım ve ameliyatı başlattım. Hikayeyi de o sırada yerli ameliyathane hemşiremiz Emmanuel anlattı: Balıkçı imiş Abubakar.
Nijer nehrinin kollarından biri üzerindeki set gölünde tuzakları varmış. O sabah gelip suya giriyor, tutulan balıkları omzuna bağlı sepetine koyup kıyıya çıktığında Boko Haram elemanlarını kıyıda bekler buluyor.
Balıkları alıyor, bunu da vuruyorlar. Sonra da öldü diye dönüp gidiyorlar. Göğsünden vurulunca suya düşen Abubakar nefesi yettiğince su altında kalıp dipten yüzerek uzaklaşmaya çalışmış. Sonrası malum.. kış/yaz sıcağında niye titrediği de…
Kalbini iki parmakla ıskalamış kurşun. Kalanını da biz hallettik, iki hafta sonra geri döndü hayatına. Ve evet; dedim ki millete, ‘Demek ki oluyormuş, artık inandım ve bir daha bu sahnelerle filmlerde karşılaştığımda kesinlikle dalga geçmeyeceğim!’.
Bir ayım daha var geri dönüşe. Bundan sonra ne görür, ne yaşarız bilemiyorum ama hayatın buradaki akışı içerisinde ve bizim tanık olabildiğimiz kadarıyla; kadim dostumun istemi doğrultusunda diyebileceklerim ancak bu kadar. Bilemiyorum ne kadar “iyimser-mütebessim bir mektup” oldu veya olabildi mi?!.. Önce size bir göndereyim, sonra sizin dediklerinize koşut olarak Levo’ya gönderirim.
Kalın sağlıcakla… (ET/APA)