Muhteşem Yüzyıl'ın tarihi gerçekliği yansıtmadığına, dahası ecdadımızı yanlış tanıttığına dair dillendirilen tepkiler yeni değil. Dizinin, yayınlanmaya başlandığı ilk aylardan itibaren RTÜK'e gelen izleyici şikâyetleri ile anıldığını, kimilerince kınandığını, hatta lanetli olduğunun iddia edildiğini hatırlayalım. Aradan geçen yaklaşık iki yıllık zaman dilimi içinde ise söz konusu tepkilerin şiddeti-kudreti reyting oranlarının yüksekliği karşısında zayıflamış, herkes güllü lokum, değilse akide şekeri tadında muhteşem hayatlarına geri dönmüştü. Ta ki Başbakan diziden rahatsız olana ve dizinin yayından kaldırılması için yargıyı göreve çağırana kadar...
Bu yazı, yeni bir Muhteşem Yüzyıl tartışması başlatmak niyetinde değil. Bunun yerine, Muhteşem Yüzyıl tartışması henüz zihinlerimizde tazeyken televizyon dramalarını tartışma alışkanlıklarımıza yakından bakmaya çalışacak ve Theodor W. Adorno'nun 1954'te sorduğu şu soruyu yeniden soracağım: "Televizyona nasıl bakmalı?"
Böyle bir soru sorulduğu andan itibaren, sanki soruyu soranın elinde mucizevi bir reçete varmış gibi görünmekte, bu gerilimin farkındayım. Belki de bu gerilim yüzünden Adorno'nun yazdıkları çoğumuza hala okunaksız-çaresiz geliyor. Malum, merhumun derdi bizi iyileştirmek değildi. Öyle ki Adorno'nun "Televizyona Nasıl Bakmalı"daki gönülsüz hekimliği başımızı daha çok ağrıtıyor gibi.[1] Ancak Adorno'nun nüfuz edilmesi zor, sıklıkla itham edildiği şekliyle elitist üslubunu bir kenara bırakmak, örneğin "İzleyici televizyona nasıl bakıyor?" sorusuna yanıt aramak ve izleyicinin sanıldığı gibi ebleh olmadığını söylemek de bizi bugüne kadar huzura kavuşturmuş değil. O halde madem kolayca iyileşme umudumuz yok, belki bir an olsun iyileşmeyi düşünmek yerine, sorunun gerilimiyle yüzleşip ağrıyla baş edebilmeyi yeğleyebiliriz.
Burada, televizyon dramalarını tartışma alışkanlıklarımıza ilişkin çok temel iki eğilimi ayırt ederek işe başlamak istiyorum. Bunlardan ilki, televizyon dramalarını gerçeklikle kurduğu ilişki bağlamında ele alma eğilimi. Bu eğilim, çoğunlukla, gündelik düzeyde gerçek hayatla dolayımsız bir ilişki kurabilmek mümkünmüş gibi hareket etmekle kalmıyor, televizyonun dolayımını da görmezden gelerek pür-i pak bir gerçeklik resmi arzuluyor. Arzu öylesine güçlü ki televizyonun kurmaca anlatısına tahammül edemiyor. Dolayısıyla "kurmaca", televizyonun günahları sıralamasında neredeyse en başa yazılıyor. Zannediyorum Başbakan'ın diziyi "Muhteşem Yüzyıl belgeseli" olarak anmasında da bir ölçüde televizyonun günahına ortak olmama refleksi yatıyor. Buradan hareket edersem, Başbakan'ın "daha diziyle belgeseli ayırt edemediğini" dile getirmenin ona epeyce haksızlık etmek anlamına geldiğini de söyleyebilirim. Oysaki "Zeki Müren de bizi görecek mi?" sorusu kadar saf bir arzuyu çağrıştıran "belgesel" kaygısına kızmak yerine, söz konusu arzuyu sorgulamak daha akıllıca olabilirdi. Neden böyle bir çaba harcanmadığına gelince, belki asıl mesele şudur: Bu tür bir sorgulamaya girersek, söz konusu arzunun yalnızca Başbakan'a ait olmadığını kabullenmek gerekeceğini sezer gibiyiz.
Şimdi de ikinci eğilimin bize ne söylediğine bakalım. Muhteşem Yüzyıl tartışmalarında karşımıza çıkan ikinci eğilim, sansürcü bir iktidara karşı argüman üretmek durumunda kaldığı için, "Bu bir televizyon dizisi, burada kurmaca bir dünya var" şiarıyla hareket ediyor. Bu eğilimde televizyon dramaları, sansür karşıtı argümanı kuvvetlendirebilmek adına, belli belirsiz, daha doğru ifadeyle gönülsüz bir "sanat-gibilik" parantezi içine alınabiliyor. Aynı eğilimin bir sonraki adımında ise izleyiciye saygı-şefkat karışımı tuhaf duygular içinde yaklaşılabiliyor, hatta izleyici muhalif ilan edilebiliyor. Hal böyleyken, bu eğilimi, Sinan Çetin'in ifade ettiği gibi "İsteyen Muhteşem Yüzyıl'ı, isteyen Acun'u seyreder" şeklinde piyasa diline tercüme etmek de kolaylaşıyor.[2] Hazır içimiz böylesine rahatken, dizilerin ihracat başarısıyla övünmekten de kendimizi alamıyoruz.
Burada, söz konusu bu iki eğilime biraz daha yakından bakmayı deneyeceğim. İlk eğilimi tartışmaya açmakla başlayalım. Eğer bu ilk eğilimdeki gibi, televizyon dramalarının gerçeklikle kurduğu ilişkiyi sorgulama derdindeysek, Erol Mutlu'nun şu uyarısını aklımızın bir köşesinde tutmak faydalı olabilir: "... 'gerçek dünya' kavramı, ister bilimsel, ister estetik, hangi bilgi yoluyla öğrenilmiş ve tanımlanmış olursa olsun, en değer-yüklü kavramlardan biridir.[3] Dolayısıyla, "gerçek dünya" dediğimiz andan itibaren bir gerçeklik iddiası öne sürmekten kaçamayız. Nitekim Başbakan da böyle bir iddiadan kaçamadı; hoş, iktidar konumundayken bundan kaçınmak için bir sebebi de yoktu. Öyleyse buradaki sorun, televizyonun gerçek dünyayı yansıtıp yansıtmadığından çok, bu gerçek dünyanın nasıl dolayımlandığı meselesinde düğümleniyor. Muhteşem Yüzyıl örneği üzerinden gidersem, buradaki sorun ecdadımızın hangi gerçekliğinin iktidarı rahatsız ettiği olmalı ki sanıyorum buraya kadar kimsece anlaşılmayan, karmaşık bir meselemiz yok. Zaten bana kalırsa asıl sorun bu da değil. Sorun, televizyon dramalarında "gerçek dünya" iddiasının nihai olarak neye hizmet ettiğini tartışmayı ertelemek, dahası gerçeklik meselesini düz anlamıyla ele almakta ısrar etmek, daha açık söylersem, "Bu dizi gerçek dünyayı yansıtmıyor" türü kaba bir sahicilik açlığını terk edememekte yatıyor. Başka tür bir itiraz temellendirilmediği sürece ise, iktidar kanadından televizyona yazılmış günahların sayısı artıyor. Bize de çaresiz, "Sıradaki günahkâr kim olacak?" diye tahmin yürütmek düşüyor. Ancak üzülmeyelim, neyse ki Türkiye'de üretilen televizyon dramaları o kadar da günahkâr değiller, malum, en azından şimdilik en büyük günahı Simpsonlar'a kaptırdık, rahatlayabiliriz...
Şimdi de ikinci eğilime biraz daha yakından bakalım. Televizyon dramalarını gönülsüzce bir "sanat-gibilik" parantezi içine alan bu eğilim de en az ilki kadar sorunlu noktalara sahip. Bu eğilimde, önce hepimize kurmaca-gerçek ayrımı hatırlatılıyor; aklı başında, olgun insanların bu ayrımdan haberdar olması gerektiği konusunda uyarılıyoruz. Daha sonra, iktidarın baskıcı uygulamalarına karşı çıkma hevesine bitişik nizamda televizyon kurmacalarının başı okşanıyor. Yine aniden bu kültür ürünlerini üretenlerin olduğu hatırlanıyor, hatta kimilerinin ağzından bu kişilere ithafen "sanatçı" sözü çıkıveriyor. İster istemez tuhaf kaçıyor bu söz. Çünkü gün, sıradan bir iş günü olsa, hani Başbakan "o dizileri yapanlar var ya, onlara söylüyorum" tarzı cümleler kurmamış olsa, değil sanatçı bir fail olarak bile "kültür üreticisi" kimsenin aklına gelecek gibi görünmüyor. Düşünüyorum da, kültür üreticisi dahi kendisinin muhatap alındığına şaşırmış olabilir. Nihayetinde televizyondan herkes ekmek parasını çıkartıyor, televizyonda kimse sanat yapmıyor, televizyonun kötülüğünden kimse "sorumlu" değil; sıradan bir iş gününün sıradan hikâyesi bu...
Eğri oturup doğru konuşmalı; daha önceleri Süleyman Çakır için cenaze namazında saf tutan adamları, çakma Hürrem yüzüğüyle caka satan kadınları müstehzi bir gülümsemeyle izlerken, bugünlerde Muhteşem Yüzyıl'ı mahkemeye veren Konyalı turizmci asabımızı bozuyor. Ergenlik fotoğrafımıza bakıp gülmek içimizden gelmiyor bu kez. Ortalık görece süt limanken, filanca televizyon kurmacası hakkında söz söylediğimizde "ev kadını", "işsiz", "işçi-memur emeklisi"nin beğenilerine referans vermeden geçmek istemiyoruz; öyle ya, her şeyin az çok yolunda gittiği sıradan bir iş günü akşamının sıradan serbest zamanında televizyondan alınacak muhtemel haz daima onlara ait. Sansür baskısının açığa çıktığı böylesi bir kriz ortamında ise televizyonla ve televizyon kültürünün muhataplarıyla uzlaşmak, herkesi bağrımıza basmak istiyoruz. Başbakan'a kızgınlığımız da yavaş yavaş hafifledi mi değmeyin keyfimize...
Burada, bu iki eğilimin hesaplaşmaktan kaçındığı temel meselelere dikkat çekmek için Adorno'ya dönmek istiyorum. Ancak şunu açıkça belirtmeliyim, derdim Adorno'nun fikirlerinin güncelliğini hatırlatmak değil. Adorno'ya dönmeyi önemsiyorum çünkü Adorno'nun eleştirilerinde, zihinlerimizi günün curcunasından uzaklaştırıp berraklaştıracak öngörülerin bulunduğuna inanıyorum.
Adorno için kritik olan en temel meseleler, Horkheimer ile birlikte geliştirdikleri "kültür endüstrisi" kavrayışının gönderme yaptığı, "kültür ürünlerinin standartlaşması ile dağıtım tekniklerinin rasyonelleşmesi" süreçleridir.[4] "Kültür ürünlerinin standartlaşması", her hafta kalıp formüller, kalıp karakterler ve kalıp çatışmalarla kurulu, "önceden hazmedilmiş" bir dünyayla baş başa kalmamız anlamına gelir.[5] Buna göre, her hafta at sırtında seferden sefere koşan bir padişah izlemek ile her hafta haremde kapışan kadınları izlemek arasında hiçbir fark yoktur. "Dağıtım tekniklerinin rasyonelleşmesi" ise, kültürü değişim değerinden ibaret kılan, "yaşam iksiri reklam olan" bir kültürel üretimin "tüketicileri" olduğumuz gerçeğiyle yüzleşmek anlamına gelir.[6] Geliniz, hep birlikte yüzleşelim; evimizi akide şekeri renginde boyatmaya özenmemiz için akide şekerini illa Hürrem Sultan'ın ağzında görmemiz gerekmez, atlar da şeker yemekten pekâlâ hoşlanırlar. Kültür endüstrisi, o hafta anlattığı hikâye ister at sırtında ister haremde geçiyor olsun, kâr elde etmek için ürün ürettiğini saklama gereği bile duymayacaktır.[7]
Adorno'ya göre, sanat ile hayat arasındaki mesafeyi-gerilimi ortadan kaldıran bir kültürel ürün düşünümsel bir ilişki üretemez. Başka bir deyişle, sanat ile hayat arasındaki gerilim korunamadığı takdirde, o kültürel ürün ile o ürünü alımlayan izleyici arasında korunması gereken eleştirel mesafe de yitirilmiş olur.[8] Adorno ve Horkheimer'ın sıklıkla alıntılanan "Geç kapitalizmde avutucu eğlenme, işin uzantısıdır"[9] sözü de aslında bir yönüyle bizlere geç kapitalizmin kültürel ürünleriyle kurduğumuz ilişkideki eleştirel mesafenin yokluğundan söz eder. Buna göre, kültür ürünü, hayatın kendisine ne kadar çok benzerse, izleyicinin daha iyi bir yaşam olasılığını düşleme yetisi o kadar sakatlanır. Kültür ürünü, "gerçek dünyanın" sömürü ilişkilerinin yarattığı ölüm kalım mevzularından, örneğin "açlık"tan bir çatışma-gülmece unsuru yarattığı anda artık hayatın ta kendisi olmuş demektir.[10] Konuya bu açıdan bakmayı denersek, televizyonda ecdadımızın aşk hayatının hikâye edilmesinden çok daha büyük sorunlar olduğunu görürüz.
Televizyon dramalarını tartışma alışkanlıklarımız hakkında ayırt ettiğim iki eğilimin de anlamakta epeyce zorlandıkları bir konu olan, izleyicinin televizyonla kurduğu ilişki biçimleri üzerine de Adorno'nun bize söyleyecekleri vardır. Adorno'nun en temel düşüncelerinden biri, kültür endüstrisinde ürünlerin standartlaştığı kadar, izleyicilerin beklenti ve tepkilerinin de standartlaşmış olduğudur.[11] Buna göre, izleyici, bir televizyon dizisinin ilk sahnelerini görür görmez ne izleyeceğini bilir[12]; bunun anlamı, izleyicilerin bundan böyle fazlaca düşünsel bir çaba harcamalarına gerek kalmadığıdır. Bu düşünce, ilk elden izleyiciye yönelik bir eleştiri olarak yorumlanabilir ki çoğunlukla da böyle yorumlanmıştır. Ancak Adorno'nun bu konuda ne söylediğini anlamamız için kültür endüstrisi kavrayışındaki temel eleştirinin izleyici-alımlama ile ilgili değil, "meta üretimi" ile ilgili bir eleştiri olduğunu bilmek gerekir.[13] Buradaki asıl mesele, kültür endüstrisinde, izleyicinin sahteliğin "farkında" ancak kendini "tüketmekten" alıkoyamayan bir izleyici olmasıdır.[14] Günümüze tercüme edelim: Bütçesi kısıtlı olanlar için "3 liradan 20 liraya" çakma; iç güveysinden hallice yaşayanlar içinse, "50 liradan 120 liraya kadar" muhteşem çakması "Hürrem yüzüğü" bulmak mümkündür.[15]
Bu yazıya, üzerinde düşünmeye değer bir konu olduğunu düşündüğüm bir tespitle son vermek istiyorum. Burada tartışmaya açtığım iki eğilimin farklı gerekçelerle de olsa ortaklaştığı çok net bir husus söz konusu: Televizyon hemen herkesi huzursuz ediyor. Bu huzursuzluğa Adorno'nun huysuzluğunu davet etmekte hiçbir sakınca görmüyor yeniden soruyorum: Televizyona nasıl bakmalı? (EY/HK/AS)
Notlar:
[1] Adorno bu yazısında, psikanalitik bir yaklaşımdan yola çıkarak, televizyon anlatısının çok-katmanlı yapısına ilişkin bir analiz önerir ve televizyonun açık ve gizli mesajlarını tartışmaya açar. Ayrıntılı bilgi için bkz. Adorno, 1954; Kejanlıoğlu, 2005: 191-198.
[2] Radikal, 04.12.2012.
[3] Kurmaca-gerçek tartışması için bkz. Mutlu, 1991: 77-88.
[4] Kejanlıoğlu, 2005: 184-191; ayrıca bkz. Held, 1980.
[5] Gunster, 2000: 53.
[6] Kejanlıoğlu, 2005: 188-189; Gunster, 2000: 50.
[7] Adorno ve Horkheimer'a göre (2009: 48); "Dümenin başındakiler, tekelin varlığını ört bas etmek konusunda artık kaygı duymamaktadır, öyle ki varlığı itiraf edilirken ne kadar arsız olunursa gücü o kadar artar."
[8] Bu tartışma için bkz. Gunster, 2000: 43-45.
[9] Kejanlıoğlu, 2005: 186.
[10] Amerikan televizyonuna ait bir komedi dizisinde, kazandığı maaşla geçinemeyen bir öğretmenin aç kalmamak için kendini yemeğe davet ettirme çabasının konu edilmesi üzerine Adorno'nun yaptığı tartışma için bkz. 1954: 223-224; aynı örnek üzerine bir değerlendirme için bkz. Kejanlıoğlu, 2005: 196.
[11] Held, 1980: 95-96.
[12] Adorno, 1954: 227.
[13] Kültür endüstri teorisindeki "meta üretimi" eleştirisine ilişkin özgün bir tartışma için bkz. Steinert, 2003.
[14] Adorno ve Horkheimer'ın kültür endüstrisi tartışması şu sözlerle biter (2009: 107): "Reklamın kültür endüstrisindeki zaferi budur işte: tüketicinin, sahte olduklarını gördüğü halde, bastırılması zor bir istekle kültür metalarını almaya ve kullanmaya devam etmesi."
[15] Radikal, 10.04.2011.
Kaynaklar:
Kitap ve Dergiler:
Adorno, T. W. (1954). "How to Look at Television" , The Quarterly of Film, Radio and Television, 8(3): 213-235.
Adorno, T. W. ve Horkheimer, M. (2009). "Kültür Endüstrisi: Kitlelerin Aldatılışı Olarak Aydınlanma", Çev., Nihat Ülner, Theodor W. Adorno: Kültür Endüstrisi, Kültür Yönetimi. Ali Artun (der.) içinde, 47-108.
Gunster, S. (2000). "Revisiting the Culture Industry Thesis: Mass Culture and the Commodity Form", Cultural Critique, 45: 40-70.
Held, D. (1980). Introduction to Critical Theory: Horkheimer to Habermas, Berkeley: University of California Press.
Kejanlıoğlu, D. B. (2005). Frankfurt Okulu'nun Eleştirel Bir Uğrağı: İletişim ve Medya, Ankara: Bilim ve Sanat.
Mutlu, E. (1991). Televizyonu Anlamak, Ankara: Gündoğan.
Steinert, H. (2003). Culture Industry, Çev., Sally-Ann Spencer, Cambridge: Polity.
Gazeteler:
Radikal, 10.04.2011, "120 liraya 'Hürrem' yüzüğü".
Radikal, 04.12.2012, "Sinan Çetin: Artık kimse Başbakan asamaz!".
* Evrim Yörük ,Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi, Radyo ve Televizyon Anabilim Dalı, Araştırma Görevlisi.