Kişisel tarihime hayatımın en kötü anı olarak 7 Haziran 2016 tarihini kaydettim!
Abimi, doktorum civanımı, Hasan Erdoğan'ı yitirdim, yitirdik!..
2015 Eylül’ünde teşhis konulmuştu.
Ailece umud ettik, hastalığı yeneceğini bekledik.
Ama olmadı!
Sabahın erken saatinde çalan telefondan ağırlaştığı haberini aldığımda, abim çoktan bu dünyanın bütün dertlerini, acılarını, hüzünlerini ardında bırakıp gitmişti!
En son 11 Mayıs’ta Ağustos’ta görüşmek üzere ayrıldığımızda, buluşacağımızdan emindim.
Gözlerindeki ışık umut vermişti...
Bunu ona da söylemiştim; ama her buluştuğumuzda, bir türlü ne onun hissettiklerini sormayı, ne de kendi duygularımı paylaşmayı başarabildim.
Akocan ailece hiç birimizin yapamadığını yapmış, dayısıyla birlikteyken “neler hissettiği”ni sormuştu.
Merakla neler konuştuklarını, abimin neler anlattığını Akocan’a sorduğumda, “merak ediyorsan kendin sor” diye yanıtlamıştı.
Haklıydı... Fakat böyle bir anda güçlü olmanın sınırı nerede başlayıp, nerede biterdi?
Amansız bir hastalıkla savaştığını bildiğin, üstelik çok sevdiğin birine “neler hissediyorsun” diye sormanın, duygularını paylaşmanın zorluğunu yaşıyorduk!
Akocan’ın bütün zorlamalarına rağmen, abimle duygularını ve duygularımı paylaşmaya bir türlü cesaret edemedim...
Ta ki, Akocan’dan gelen mektubu okuması için abime verinceye dek!..
Hollanda’ya döndükten sonra ve dayısıyla birlikteyken, yol boyunca ve öncesinde hissettiklerini yazmıştı Akocan.
İkimiz için de o mektubun ardından daha rahat konuşmanın yolu açılmış olsa da, aklımın ve yüreğimin bir yerine çöreklenmiş abimi üzmeme isteği, kaçınılmaz olarak onunla yapmak istediğim sohbetin önüne geçti.
Onunla konuşursam, duygularımı paylaşırsam, onun hissettiklerini sorarsam, bu bir vedalaşma olacaktı duygusu beni esir almıştı.
Akocan’ın ısrarlarıyla sadece bir giriş yapabildim.
Bu bir başlangıçtı, abimle konuşmak istediklerimi ertelerken, bir dahaki sefere daha rahat konuşabilirim diye düşünmüştüm.
Üstelik gözlerindeki ışık gelecek sefere daha iyi olmasını sağlayacaktı ve o koşullarda daha rahat sohbet etmenin koşulunu yakalayacaktık.
Olmadı, olamadı!..
Bir kez daha hayatı ertelemenin telafisi mümkün olmayan sonuçlara yolaçtığı gerçeğiyle yüzleştim.
7 Haziran sabahı çalan telefonla başlayan şok hali, daha sonra yeğenimin onu kaybettik haberini vermesi; bütün bir çocukluğumu, gençliğimi, abimle paylaştığım ve paylaşamadığım bütün her şeyi önüme boca etti.
Benim ilk gençlik yıllarımın kahramanıydı abim.
Yetenekli, çalışkan, arkadaşlarının, yoldaşlarının biricik doktoruydu.
Ankara Tıp Fakültesi’ne başladığında, ben ortaokuldaydım.
Yaz tatillerinde okulun kantininde masa tenisi oynamaya götürmesi için yakasına yapıştım mı, istediğimi yerine getirmeden bırakmazdım.
Zamanı varsa ne beni ne de diğer kardeşlerini kırmazdı hiç.
Arkadaşlarıyla ilişkilerinde de öyleydi.
Çok güzel saz çalardı.
Çok iyi futbol oynar, eline aldığı her müzik aletini çalar, kara kalem, yağlı boya resim yapardı.
Lise yıllarında Türkiye Genç Milli Takımı’na çağırdıklarında, seçimini okuldan yana yapsa da, amatör olarak futbolla ilişkisini uzun yıllar sürdürdü.
Öğrencilik yıllarında yurtların kapanmasıyla, her yaz evimiz ikinci bir yurt olur, arkadaşları hiç teklifsiz bizde kalırlardı.
1970’li yıllarda üniversite gençliğinin siyasetle olan sıkı ilişkisi, abimi de içine almış, kısa sürede Ankara’da üniversite gençliğinin öne çıkardığı parlak öğrencilerden biri olmuştu.
Siyasal’ın yurdu, Akdere Halk Evi ve değişik derneklerdeki seminerlerin, tartışma toplantılarının öne çıkan isimlerinden biriydi Doktor.
1979 yılında dördüncü sınıftan bir kaç dersi olmasına rağmen, yoldaşları okulu bırakmasını isteyince hiç tereddüt etmedi.
Devrimci Halkın Birliği Gazetesi’nin Yazı Kurulu’nda yer alıyordu.
O zamanlar tekniğin bulunduğu düzey sadece bir gazeteye yazı yazmak, gelen yazıları redakte etmekle sınırlamıyordu insanı.
Başlıkları letrasetle dizmek, kuşe kağıda dizilen yazıları sayfaya yerleştirmek, bütün bir gazetenin mizanpajını yapmak, baskı sürecini takip etmek her biri bir başka mesleki yeterliliği gerektirse de, Doktor bütün bu işlerin üstesinden geliyordu.
12 Eylül askeri faşist darbesini İstanbul’da karşıladığımızda, abimin kısa sürede gözaltına alınacağını hiç düşünmemiştim!..
Baskı ve zulmün kol gezdiği bu süreçte Doktor 1980’in Ocak’ında gözaltına alındı.
O daha Gayrettepe’de işkenceli sorgudayken ilk çocukları Şirin doğdu.
Götürülen giysileri bitlenmiş olarak geri alıyordu bizimkiler.
Kanlı çamaşırlar ise, birçok ailede olduğu gibi bizim ailemezide de sayısız soru ve kaygının kaynağıydı.
Annem ve Firdevs ablam durmadan yeni kazak örüyordu bir sonraki giysi verme gününe yetiştirmek için.
O zamanlar gözaltı süresi tam üç aydı.
Bunu yeterli görmedikleri zamanlarda da, yeni bir soruşturma var gerekçesiyle siyasi polis, yani işkence timleri hapishanedeki birini yeniden üç aylığına sorguya alabiliyorlardı.
Doktor İstanbul Gayrettepe’deki gözaltı sürecinden sonra tutuklanarak, Sultanahmat Hapishanesi’ne gönderilmiş; bir süre sonra Ankara’da yapılan bir operasyon nedeniyle Ankara DAL’dan gelen işkence timine teslim edilmişti.
Doktor’u Ankara DAL’a teslim eden İstanbul polisi; “biz çözemedik, umarız siz başarırsınız” demişti!..
Ankara’daki işkenceli günlerin ardından, Kayseri Zincidere’ye götürülmek üzere Kayseri polisine teslim edilirken, Ankara polisi Kayseri polisine; “biz çözemedik, umarız siz başarırsınız” demiş ve ailenin tüm uğraşlarına rağmen uzun süre abimden haber alamamıştık.
Kayseri Zincidere’den bırakılan birisiyle aileye haber göndermiş; “beni öldürüp, intihar etti diyecekler; bizimkilere söyle sakın inanmasınlar” demişti!
Bu haber üzerine Kayseri’ye giden annem ve ablamın zorlamalarıyla, abimin hayatı kurtulmuştu...
Çok ağır işkencelerden geçmişti, çekilen tırnaklarından birini saklamayı başarması ve mahkemeye vermiş olması, o günün koşullarında hiç bir işe yaramamıştı.
Yıllar sonra Doktor’un Zincidere’de de boyun eğmediğini, uğradığı ağır işkenceleri, Belge Yayınları’ndan çıkan Hayri Argav’ın “Güneş Doğmadan Asılmak” adlı kitabında okumuştum.
Yargılama süreci üyelikle sonuçlandığında, abim Çanakkale Hapishanesi’ndeydi.
1989 yılında Türkiye’ye döndüğümde yıllar sonra ilk kez karşılaşmış olmanın sevincini yaşamış, gece geç saatlere kadar sohbet etmiştik.
Tıpkı diğer aile fertleri gibi, bir türlü yaşadığı işkenceleri ve yaşadığı hayatın onu mutlu edip etmediğini sormaya cesaret edememiştim abime.
Askerlik sonrası bir arkadaşıyla birlikte ticaret yaptı ve kısa sürede gördü ki, ticaret ona göre bir iş değilmiş.
Çıkan öğrenci affından yararlanarak dördüncü sınıfta bıraktığı okulunu kızı Şirin’le birlikte bitirdiğinde; öğrenci affının karşısında olduğunu belirten Antalya Tıp Fakültesi Dekanı abimin gösterdiği başarı karşısında bu fikrini değiştirdiğini söylemişti.
Hastalığı süresince abimle iç dünyasını paylaşamamanın acısını yaşıyorum şimdi.
Ve ne yazık ki, bunun hiç bir telafisi yok.
Ayrıca onu uğurlamaya gidememenin ağır sızısıyla hergün anılarda dolaşıp, ona söylemek istediğim sevgi sözcüklerini kendi kendime tekrarlayıp duruyorum.
Sık sık böylesine zamansız erkenden gidişine itiraz ediyorum.
Hastalığın eritip bitirdiği son hali ve gözlerindeki hüzün her aklıma geldiğinde yüreğimi delip geçiyor.
Elimde Akocan’ın mektubu, dotorum civanıma, abim Hasan Erdoğan’a uzaklardan sesleniyorum:
Güle güle canım abim...
Güle güle doktorum civanım... Seni hiç unutmayacağım...Yıldızlar yoldaşın olsun, ışıklar içinde uyu!..
* * *
2013 Kasım’ında karar duruşmasının hemen sonrasında Akocan gönderdiği mektupta, özgürlüğüme kavuştuğumda birlikte unutamayacağımız bir tatil geçireceğimizi yazmıştı.
Şimdi zaman o zaman... Oğlumla uzun bir yolculuğa çıkıyoruz. Bu nedenle Eylül’e kadar yazılarıma ara vereceğimi bilmenizi istedim.
Eylül’de görüşmek dileğiyle kendinize iyi bakın... (FE/HK)