Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığı yeni bir dönemi başlattı. İçinden geldiği Milli Görüş ve Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) çizgisini yeni makamına nasıl taşıyacağını zaman gösterecek. Ancak askerin 30 Ağustos mesajını takip eden gün yemin töreni için meclise gelmemesi yeni bir gerginliğin göstergesi olarak mı anlaşılmalı? Askerin dili ile yeni “başkomutan”ın dili birbirleri ile anlaşmalarına yetecek mi? Yoksa artık ünvanı “başkomutan” olan Gül, bir önceki dönemin aksine Çankaya’yı sivilleştirmeyi başarabilecek mi?
Zira Çankaya’nın “kamusal alan” niteliğinden ziyade “kamuya ait” olmaya ihtiyacı var. Gül’ün köşke çıkmasının altında da elbette son genel seçimlerin ve bu seçimde eski partisinin gösterdiği performansın büyük rolü olduğunu söyleyebiliriz.
Bu nedenle Refah Partisi döneminden beri aynı hat üzerinde siyaset yapan Abdullah Gül’ün içinden geldiği AKP’nin kazandığı son başarı aslında neyi ifade ediyor? Gül’ün cumhurbaşkanlığı AKP politikalarının neresinde duracak? Başörtüsü sorunu hangi yöntemler ile çözülecek?
Gül AKP’nin neresinde duracak?
Abdullah Gül’ün müstakbel icraatlarını öngörebilmek için AKP’yi daha iyi anlamak, dört yıllık icraatı fincana döküp geleceğin siyasi falına bakmak gerekiyor. O zaman tartışalım şimdi:
23 Temmuz sabahı şu çok net bir biçimde anlaşılmış olmalı; Türkiye Tandoğan, Çağlayan ve Gündoğdu meydanlarını dolduranların hassasiyetlerini artık paylaşmıyor. Türkiye’nin içinde bulunduğu yeni konjonktür statükocu, yasakçı, engelleyici, jakoben anlayışla memleket idare etmeye heves edenleri giderek sivil iktidardan açık ara uzaklaştırdı.
Demokrasilerin olmazsa olmaz koşulu laisizm, çağdaş yorumdan hızla uzaklaşıp ceberut bir yönetim biçimine dönüşerek toplumsal ve dini hassasiyetler üzerine çökmüştü. 28 Şubat’tan bugüne kadar gelen baskıcı kalın çizgi 22 Temmuz seçimlerinde inceliverdi. İncelen çizginin sembolik ifadesi ise Gül’ün yeni görevi oldu.
AKP: Boşalan merkezin yeni alternatifi
Bazılarının yanılgısı şuradaydı: AKP kurulduğu tarihten itibaren beslendiği “milli görüş” çizgisinden tümüyle değilse de büyük bir ölçüde ayrılmıştı. Tayyip Erdoğan liderliğinde geçen iktidarın ilk dönemde her ne kadar bir kişinin bürokrat olması için İmam Hatip’li olması tercih sebebiydiyse de temelde bunun değişeceği sinyallerini AKP liderliği “ön seçimsiz” aday belirleme çalışmaları sırasında verdi.
Partiye eski solcu siyasetçileri ve kimi akademisyenleri dahil ederek, Anavatan ve Demokrat Parti’nin (ya da DYP) boşalttığı merkeze talip olduğunu net biçimde ortaya koydu. Talip olmakla kalmadı, aslında statüko ile çelişmeyen politikaların birer uygulayıcısı görünümündeki ikiyüzlü merkez sağ siyaseti, muhafazakar - liberal çizgiye çekti. Hem milliyetçi, hem imam hatipçi hem azılı anti - komünist ve yerine göre Kemalist tonlar taşıyan ama iş türban meselesine gelince 10. Cumhurbaşkanı Sezer gibi davranmaktan çekinmeyen eski merkez sağ kendi kendini tasfiye etti. Burada oluşan boşluğu yıllar içinde AKP yavaş yavaş, bal kıvamında akarak doldurdu, ağırlığını koydu.
Formül basitti: AKP evcilleşmiş İslami – demokrat düşünce ile liberal – kapitalist ekonomi savunuculuğunun harman olduğu yeni sağı temsil edecekti.
“Merkezi İslam” ve “yeni İslamcılar”
Batılılar buna kısaca “Ilımlı İslam” diyor, Ortadoğu’ya bu yapı örnek gösteriliyor. Özelleştirmeci, egemen sistemle oydaşmayı bilen, ABD politikalarına ve egemen ulusların stratejilerine, gereken her şartta boyun eğme temayülünde “yepyeni“ bir sistem öneriliyor:
“Neo İslamcı” AKP iktidarının elinde merkez İslamileşirken, İslam merkezileştiriliyor. İslam coğrafyasının kendine özgü de olsa tek demokrasisi burada olduğundan, Türkiye bu projenin pilot bölgesi...
AKP’nin “demokratik” iradesi
Öte yandan, 2002 seçimlerinin ardından AKP’nin Türkiye’yi Kopenhag Kriterleri’ne yaklaştırma çabaları birilerini rahatsız etti. Oysa yine gözden kaçıyordu: Kemalist düşüncenin vazettiği gibi bu topraklardaki asıl tehlike “İslamcı-şeriatçı” kalkışma olmadı. Sorun eskiden beri giderek tehlikeli biçimde ırkçılaşan, içe kapanmacı milliyetçilikti.
AKP, samimiyeti tartışılır olsa da (yeni Polis Vazife ve Selahiyetleri Kanunu ile İstanbul’daki son 1 Mayıs gösterilerinde yaşananlar hatırlanmalı) bu demokratikleşme iradesini göstermek açısından mütereddit de olsa kararlı bir tutum sergiledi. Tüm bunlar olurken partinin içerisinde de Adalet ve İçişleri Bakanlığı koltuklarını işgal eden ve “dış kabuğun” desteğini aldıkları bilinen siyasetçiler eliyle AB yolundaki reform adımlarına muhalefet gecikmiyordu.
Dolayısı ile partideki “denetleme mekanizması” sık sık devreye giriyor, “Zina” tartışmalarının dağıttığı kargaşa arasında 301’inci madde malum içeriği ile TCK’ya konuyor, “işkenceye sıfır tolerans” politikası sekteye uğratılıyor, sokaklarda insanlar olur olmaz coplanıyordu.
Ekonomide “altyapısal dönüşüm”
Gözü kara özelleştirme merakı, halkın elinden ona ait olanları alıp götürdü. IMF güdümündeki ekonomi politikaları, iç ve dış borç sarmalının halkın boynuna daha sıkı dolanması, işsizlik, Ortadoğu merkezli sermaye odaklarının Türkiye’ye bilinç dışı bir şekilde akmasına olanak sağlayan politikalar emekçi toplum kesimlerinde rahatsızlık yarattı.
Fakat AKP iktidarının aklında asıl olarak Türkiye’nin ekonomik altyapısında çeşitli değişiklikleri zorlamaya dönük planları olduğu aşikar. Partinin ekonomi kurmayları bunu Küçük ve Orta Boy İşletmeler (KOBİ) üzerinden yapmaya çalışıyor.
AKP’nin önünü kesmek isteyenlerin amaçlarından birisi de, taşra burjuvazisinin büyümesini, KOBİ’lerin finansmanının güçlenmesini engellemeye çalışmak oldu/olacak. Zira AKP’nin ekonomik altyapının temel direği olarak görme eğiliminde olduğu muhafazakar- İslami nitelikli taşra sermayesinin yükselmesi Ankara’nın (ya da dış kabuğun) güç yitirmesi anlamını taşıyacak.
Anadolu’nun çeşitli kentlerinde yavaşça iktisadi görünümün değiştirmesi, büyük kent merkezli burjuvazinin de keyfini kaçırıyor pek tabii. Yabancı sermayenin özelikle borsa ve finans piyasaları (bankacılık vs…) vasıtasıyla Türkiye’ye akması da dengeleri değiştirecek. Paranın değdiği ellerin farklılaşması “hükümet dışı devlet”in bir başka kabusu. 22 Temmuz günü iktisadi saiklerle sandık başına giden taşralı küçük sermayedar ve çevresi de AKP’yi destekledi. Türkiye’nin sermaye yapısındaki değişiklik ihtimali ve seçmenin verdiği “geçici” destek son bir kaç yıldır yapılan anketlerde de kendisini gösteriyordu. Yeni cumhurbaşkanı da bu politikaların uygulanması açısından bir katalizör rolü üstlenecek gibi görünüyor. (MU/EÜ)