28 Ağustos 2008 itibariyle cumhurbaşkanlığı görevinde bir yılını dolduran Abdullah Gül, geçtiğimiz günlerde, bir medya kuruluşuna, geride bıraktığı bir yıla ilişkin değerlendirmelerde bulundu.
Özetle, “vicdanının rahat olduğunu” ve “görev süresi boyunca yeminine sadık kaldığını” belirten Gül’ün söz konusu değerlendirmelerine kısaca göz atmakta ve vicdanların rahat olmasını sağlayabilecek bir nedenin gerçekten var olup olmadığını sorgulamakta fayda var.
Gelenle giden arasında bir fark yok gibi
Her şeyden önce, değerlendirmeler bir bütün olarak incelendiğinde en dikkat çeken noktayı hemen belirtmek gerekir:
Gül’ün geride bıraktığı bir yılda yaptıkları ve buna ilişkin eleştirileri ele alış tarzı incelendiğinde, bu ülke yöneticilerinin bakış açılarında ve zihniyetlerinde hiçbir esaslı değişiklik olmadığı, gelen ile gidenin arasında özünde hiçbir farkın bulunmadığı izlenimine kapılıyorsunuz.
Şu sorunun cevabını aramak bize konuyla ilgili önemli bir ipucu verebilir: “Cumhurbaşkanı Gül’ün değerlendirmelerini gözlerinizi kapatarak dinlediğinizde Süleyman Demirel’i ya da Yaşar Büyükanıt’ı dinliyormuş hissine kapılmıyor musunuz?”
Gül’ün Türkiye’ye, Türkiye’deki sorunlara bakış açısıyla Demirel’in, Büyükanıt’ın, ve diğerlerinin bakış açısı arasında neredeyse hiçbir fark kalmamış / ya da belki de zaten hiç yoktu.
“Gül’ün, AKP’nin kapatma davasının en azından kâğıt üstünde olumsuz sonuçlanmamasının verdiği rahatlıkla yüzüne yayılan gülümsemesi dışında, son 30 yıldır devletin en önemli mevkilerinde bulunan kişilerin yaptığı/söylediği şeylerden farklı olarak yaptığı/söylediği ne var ?”
Aynı klişe birlik beraberlik çağrılarının, güvenlik temelli devlet ve toplum anlayışının, esas itibariyle MGK öncelikleriyle belirlenen bir “saadet devri” özleminin dile getirilmesi “Gül’ün kucakladığı vatandaş”ın sorunlarının şimdiye kadar hangi birini çözdü ve çözebilir?
Özetle, Abdullah Gül’ün, geride bıraktığı bir yıl boyunca aslında çok iyi tanıdığımız, bildiğimiz, ezberlediğimiz diğer devlet insanlarından farklı hemen hiçbir şey yapmadığını, hatta aksine, değerlendirmelerinin ardında yatan bakış açısıyla, sorunları ele alış tarzıyla, özlediği Türkiye projesiyle giderek onlara benzediğini ve onlar gibi düşünmeye başladığını açıkça görebiliyoruz.
Gül, asıl sorunları yok sayıyor
Gül’ün değerlendirmelerinde dikkat çeken bir diğer nokta, Gül’ün asker-sivil ilişkileri, Ergenekon, Kürt sorunu ve başörtüsü gibi “ağır sıklet” meselelerde esasen dişe dokunur hiçbir şey söylemediği (yapmadığı) gerçeği.
Başörtüsü konusunda, kelimesi kelimesine, “yani türban falan insanlar nasıl isterse hareket etsin, bana ne” (!?) diyen Gül’ün bu ülkede hâlâ birilerinin (başörtülü ya da başörtüsüz) “nasıl isterse öyle hareket edemediğini” çok çabuk unutmuş gözüküyor.
Gül, rektörlerin atanma biçimi dışında YÖK sorununu tamamen YOK sayarken ve Kürt sorununa ilişkin hiçbir pratik programdan bahsetmezken -Demirel gibi, Büyükanıt gibi, ve daha birçokları gibi- sadece güvenlik güçlerinin ne kadar özverili bir şekilde görevlerini yaptıklarına dikkat edilmesi gerektiğinden bahsediyor.
Gül’ün bu değerlendirmelerini dinledikten sonra, kendisini bir şekilde bu mevkiye taşıyan toplumsal tabanın büyük bir hayal kırıklığı yaşadığını ve yaşamaya devam edeceğini kestirmek zor değil.
Bu durumda, söz konusu toplumsal tabanda yaygın bir karşılık bulabilen “mevkilere ulaşmak ve ancak ondan sonra bir şeyleri değiştirmek” şeklinde özetlenebilecek klâsik teselli ve sabır kaynağının da artık bir anlamı olmayacağını, aslında hiçbir zaman olmaması gerektiğini; bunun, baştan beri, çürümeye götüren, yanlış bir bakış açısına yol açtığını iddia etmek mümkün.
Gül ve ekibi 100 metreyi 10 saniyenin altında koşar mı?
Gül’ün değerlendirmesinde dikkat çeken bir diğer nokta ise, başarıyı “yabancı yatırım” ve “GSMH’daki artış” gibi genelde neo-liberal söylemde sıklıkla kullanılan kavramlar üzerinden tanımlaması.
Ancak görünen o ki, orada hazır bulunan gazeteciler tarafından, “bu artışın neden sadece belli şirketlerin ya da kişilerin zenginliğinde bir artışa karşılık geldiği ve neden toplumun geri kalanına yayılmadığı ve adil bir şekilde paylaşılmadığı” sorulsaydı, Gül’ün vereceği yanıt, büyük ihtimalle, “birlik ve beraberliğin korunması gerektiği”nden başka bir şey olmayacaktı. Gül’ün, bankalar, büyük finans kuruluşları ve uluslararası şirketler kârlarını yılda bilmem kaç kat arttırdıklarını açıklarken, Tuzla’da asgari ücretle çalışan işçinin ya da tok gezemeyen memurun gelirinin neden aynı ölçüde artmadığını sorgulaması gerektiği düşünülmelidir ve düşünülecektir.
Bu şartlar altında, herkesin cumhurbaşkanı olduğunu iddia eden ve bu herkese dahil olan kişilerin yüzde 90’ının hayalini bile kuramayacağı bir “ya(z)t” tatili geçiren Gül’ün bu tatilin parasını kendi cebinden ödemiş olduğunu söylemesi bile vicdanları rahatlatmaya yetmeyecektir.
Burada altının çizilmesi gereken en önemli nokta ise, mevcut statükonun korunmasını seçenlerin orta ve uzun vadede hangi sorunu çözebilecekleri meselesidir.
Sonuç itibariyle, Gül ve ekibinin 100 metreyi 10 saniyenin altında koşması beklenemez tabii, ama bir maraton koşmaya niyetleri olmadığı da açık: zira her maraton, küçük de olsa, bir adımla başlar.
(ECG/EZÖ)
* Ertuğrul Cenk Gürcan, A.Ü. SBF Anayasa Hukuku Bilim Dalı.