Birinci hikaye: "Öldü. Biliyoruz. Sol ayağı ve sol kolu dışarıda. Görünüyor. Yengem tanıdı. Ayakkabıyla çorap onun ayakkabısı ve çorabı. Gömleği ve saati de görünüyor. Ama yengem kulağını enkaza dayadı ve: Sesi geliyor, dedi, bu onun sesi: "Kurtar beni! Buradayım!" diyormuş. Ben de dayadım kulağımı, ben de duydum. Abimin sesiydi. Abim burada işte. Sol yanı burada; sol kolu, sol ayağı. Enkaz altında. Ölmüş. Sesi yaşıyor ama. Yardım istiyor. Hep kulağımızda."
İkinci anekdot: "Operatör kepçeyi hışımla enkaza daldırıp kaldırınca, kepçeden bir adamın bedeni sarktı, başı betonun altındaydı. Adam yaşıyordu. Havada sarkan bacakları kaçmaya çalışır gibi, koşar gibi hareket ediyordu. İnsanlar bağrıştılar, operatör de gördü..."
Üçüncü masal: "İyi dinle şimdi: Adamlar arabaya atlayıp gidiyorlar, bir de bakıyorlar, köy yok. Orada köy olması lazım, ama yok. Hiçbir şey yok. Ne enkaz, ne yıkıntı, ne bir canlı, hiçbir iz yok. Toprak bütün köyü yutmuş. Hiçbir şey bırakmamış geride. Bildiğin, dümdüz bir çayır varmış köyün yerinde. Adamlar hayret kalmış. Ve yol, orada hiçbir zaman bir köy olmamış gibi kıvrana kıvrana devam ediyormuş yoluna..."
Deprem dehşetengiz bir enstalasyon: Yoğun bir toz bulutu. Korkunç bir acı yumağı. Ve o toz bulutunun, o acı yumağının içerisinde görülen bir obje, duyulan bir cümle, alınan bir koku evrile evrile, işlene işlene tuhaf, fantastik bir dehşet öyküsüne dönüşüveriyor:
Tuğlalar, briketler, kıvrım kıvrım uzanan demirler, molozlar, cüruflar arasında birden öğrencisini kaybetmiş bir okul çantası, sahibini aranan bir anne patiği, meçhul bir öğretmenin evinden ortalığa saçılmış ölü sınav kâğıtları, içi süt dolu bir biberon, enkaz altından çıkarılan bir kulüp müdaviminin "Abi, ne zaman bana çift okey gelse bir aksilik oluyor" diye haykıran sitemkâr sesi...
"Binalar kağıt gibi yırtıldı" diye yırtınan o bildik klişe dil, doğal olarak, hayatların da kağıt gibi yırtıldığını görmeyi ve söylemeyi beceremez. Binlerce insanın üzerinde-içerisinde hayatını yaşadığı şehir-mekanın da bir anda kağıt gibi yırtılıverdiğini, o bildik coğrafyanın değişiverdiğini görüp söyleyemez: Dün bütün aileni kaybettiğin yer, bir sene sonra çocuk parkı olarak girmek ister hayatına. Senden buna katlanman beklenir.
Depremle gelen toplu kayıplarla beraber, insan ilişkilerinin de bir uzayı, bir coğrafyası olduğunu ve deprem piyangosuyla aradan çekiliveren yakınlarla pek çok hayatın dengesinin sarsıldığını ve yeniden dengesini bulmasının öyle kolay olmayacağını görürüz.
Aynı şekilde, insan hayatının da ana baba, abi kardeş, çoluk çocuk, eş dost hayatlarıyla grift bir yapı oluşturduğunu, birbirinden güç alıp birbirine güç veren iç içe geçmiş karmaşık bir ilişkiler bütünü olduğunu ve her birinin birbirleri için ne kadar hayati önemde olduğunu fark ederiz.
Depremin ardından bu karmaşık ilişkiler ağını ağırlayıp besleyen mekanlarla beraber, yalnızca evler, binalar, sokaklar, mahalleler, şehirler paramparça olmaz. Aynı zamanda tek tek hayatlar, bedenler, geçmişler, gelecekler, anılar ve düşler de paramparça olur, dört bir yana dağılır. İşte bu, kelimelerin anlatmakta kifayetsiz kaldığı dehşetengiz bir enstalasyondur; tek bir kurşun sesi duyulmayan bir savaş sahnesidir.
Tuhaftır, savaş sahnesi denince akla ilk gelen tablolardan Guernica'nın da (Gernika okunur) kaynağını bir depremden aldığı söylenir. Picasso, Nisan 1937'de Alman Junker uçaklarının bombardımanına uğrayan Guernica'yı daha evvel hiç görmemiştir. Ne saldırıdan önce, ne saldırı esnasında, ne de saldırının ardından...
Zaten tablo ilk sergilendiğinde adı Guernica değildir; "Çocukların çığlıkları, kadınların çığlıkları, kuşların çığlıkları" diye başlayan Picasso tarafından hızlıca yazılan bir şiirle sunulmuştur:
"Çocukların çığlıkları, kadınların çığlıkları, kuşların çığlıkları, çiçeklerin çığlıkları, ahşabın ve taşların çığlıkları, tuğlaların çığlıkları, dolapların, yatakların, sandalyelerin, testilerin ve kedilerin ve kağıtların çığlıkları, araya karışan kokuların çığlıkları, dumanların çığlıkları..."
Psikolog Alice Miller 'yaratıcılıkta ve yıkıcılıkta çocukluk travmaları'nın izini sürdüğü ""Childhood: Untouched Key" isimli kitabında henüz üç yaşındayken 1884 Malaga depremini yaşayan ressam Pablo Ruiz Picasso'yu ve Guernica'yı da ele alır.
Miller, 1884 Malaga depreminde köyü ve evi yıkılan küçük Pablo'nun depremin insanları, evleri, köyleri ve hayvanları nasıl paramparça ettiğine dehşetle tanıklık ettiğini ve akabinde hamile annesiyle birlikte sığındıkları tek göz odada annesinin doğum sancılarına ve acı yüklü çığlıklarıyla birlikte doğumuna tanıklık etmek zorunda kaldığını söyler.
Miller'e göre toz duman içinde bir deprem şehrini andıracak şekilde yalnızca siyah ve gri tonların kullanıldığı Guernica'daki paramparça hayatlar ve uzuvlar (Kucağında bebeğiyle haykıran kadın, boğa başı, kanadı kırık güvercin, elinde kandille ağlayan yüz, biçimini kaybetmiş at, aklını yitirmişçesine avare gezen kadın, yerde yatan adam başı ve diğerleri) Don Pablo'ya depremden kalan görüntülerdir. Picasso tanık olmadığı savaşın dehşetini anlatmak için çocukluğunda tanık olduğu depremin dehşetini kullanmış, onu işlemiştir.
Tam depreme ve savaşa dair bu satırları yazarken, güneyden Çukurca'dan kimyasal silahlarla, napalmlarla katledilmiş, paramparça edilmiş, uzuvları kopartılmış 24 gerilla bedeni haberleri geliyor. Söyleyecek söz bulmak zor, belki de gün gelir, bu ülkenin depremi yaşayan Kürt çocukları ileride birebir şahit olmadıkları bu vahşeti anlatmak için akıllarına kazınan deprem sahnelerini kullanırlar.
Bir vahşet sahnesi hatırlamakta sıkıntı yaşarlarsa tabii. Kim bilir. (BK/HK)